Bayburt’un iklimi daha sıcak, az fakat verimli arazisinin olduğu suya aşağı diye bilinen yöresinde, Çakırbağ (Abusta) köyünde dünyaya geldi. Komşu Kân ve Ahbunus köyleri gibi; Yamalı Dağları'nın Balhar Rüzgârlarını engellemesi ve Bayburt'un genelinden rakımın biraz daha düşük olması sebebiyle eskiden beri  karpuz, kavun, domates, mısır gibi ürünlerin en lezzetlisinin üretildiği bu köyde de o zaman çoğu yerde olduğu gibi okuma yazma bilenler çok değildi. Anası adını İsmail koydu ama  o yıllarda hep yapıldığı gibi; bir yıl önce doğup yaşamayan kardeşinin resmî nüfus kaydı ve ismi ona kaldı ve hayata Ahmet ismi ile devam etti. Hasbîlik yani karşılıksız ve Allah için hizmet etme, tam da onun karakteri idi ve ikinci ismi Hasbî idi. Çok benimsediği bu ismi ileride tek oğluna da verecekti. Doğduğu 1885 ten, vefat ettiği 26 Aralık 1955 gününe kadar yaşadığı yıllar Osmanlı Devleti'nin son ve sıkıntılı zamanları, yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti'nin doğum sancılarının ve gençlik yıllarının yaşandığı senelerdir. Bazı köylerde okur-yazar kimse olmadığı için mektupların komşu köylerde okunduğu, giyilecek ayakkabının, yazı yazacak kâğıdın dahi zor bulunduğu, eğitim kurumlarının azlığından okumanın çok zor olduğu, insanların köy ve köye çok benzeyen şehirlerde daha çok çiftçilik ve hayvancılıkla geçindiği bu yıllarda şehirlerdeki taş, demir, bakır ve kuyumcu ustalarının çoğu birlikte yaşaya geldiğimiz gayrimüslim vatandaşlarımız arasından çıkıyordu. 1895 yılında yaşanan isyan hadiselerine kadar bu vatandaşlarımızla komşuluk ilişkilerimiz de fena  sayılmazdı.        

Annesi Fatma Hanımın sırtında sabah gidip akşam döndüğü komşu Çakmas köyünde başladı Ahmet Hasbî'nin eğitim hayatı. Rizeli Yetimoğlu sülalesinden olan Fatma Hanım biricik oğlunun okuması gerektiğine inanmıştı, ciddi bir eğitim alması için onu Rize'ye götürerek medreseye verdi. İki yıl kadar sonra ise ailesine yakın olması, daha rahat okuması için, Ulu Cami'nin karşısındaki Bayburt Medresesi'ne nakli yapıldı. Rize'deki hocaları ’’çok zekâvent’’ diye tanımladıkları talebelerini vermeye zor ikna oldular. Bayburt Medresesi'nde başarılı bir şekilde devam eden eğitim-öğretim hayatı; buradan 30 Temmuz 325 (1910) tarihinde aldığı; 'İsbat-ı Ehliyeti İlmiye Eylediğni Mübeyyin Şehadetname' ile ölünceye kadar devam edecekti. Köyün Fahri İmamı olan, babası Dursun Efendinin de, oğlunun ilim tahsil etmesi için teşvik ve gayreti olduğu aşikâr, onun anasının üzerine evlenmesini ise ömür boyu hazmedememişti.

Öğrenciliğinin son yılında, Bayburt Müftüsü ve Bayburt Medresesi Başmüderrisi Ali Efendi'nin yanında başladığı Fetva Katipliği ilk resmi görevidir. Devrin büyük alimlerinden olan, Birinci Dünya Savaşının başlamasından birkaç ay önce Hac görevini ifa ederken Mekke'de rahmet-i rahmana kavuşan Ali Efendi'nin (Dağlar), medreseye geldiği günden itibaren himayesinde idi. Aynı zamanda Bayburt müftüsü olan bu büyük insan Nahizerli Ali Efendi olarak bilinir. Müftü Efendi'nin, Mehmet Çelebi Mahallesinde bakımsızlığına rağmen halen ayakta olan cumbalı, büyük ayvanlı konağının yakınında bir evde oturdukları için komşu idiler. Ali efendinin damadı Mikdat Efendi ve Bayburt'ta Tabur İmamı olarak görev yapan Erzurumlu Abdulkadir Efendi, bu yıllarda Ahmet Hasbi'nin ilminden ve sohbetinden istifade ettiği alim kişilerdir. İlmî ve edebî sohbet ve mütaalaları sabah namazından önce başlayıp, fasılalarla geç vakitlere kadar sürüyordu. Medresede aynı odada kalan Abdulkadir Efendi ile Ahmet Hasbi Efendi'nin gece gündüz ilmi faaliyette bulunarak nasıl bir manevi iklim yaşadıklarını babamdan dinlediğim şu olay çok iyi anlatıyor: 

"Ahmet Hasbi Efendi rüyasında Abdulkadir Efendi'ye Fuzuli'den bir şiir okur, o da Ahmet Efendi'ye başka bir şiirle cevap verir. Bir süre sonra ezan vakti gelir ve uykudan uyanıp, sabah namazına kalkarlar. Namazdan sonra Abdulkadir Efendi rüyada okuduğu şiiri makamlı olarak terennüm etmeye başlayınca Ahmet Efendi merak ve şaşkınlıkla  öylece ona bakakalır. Manzumeyi bitirip de Ahmet Efendi'ye "-Haydi şimdi de sen de rüyada okuduğun şiiri bir daha oku’’ deyince Ahmet Hasbi Efendi'nin tüyleri diken diken olur." 

Kaymakam Tunalı Hilmi Bey'in teşvik ve desteği ile Merkez İptidaisi Muallimi Saniliğine tayin oldu. Göreve başladıktan sonra bir tatil günü kendi köyünde, babasının evinde ziyaret için bulunduğu sırada şehirden misafir olarak gelen Hatun Hanımı hamur açarken görerek beğendi. Hatun hanım Kara Yusuf Pehlivan'ın halasının kızıdır. Babası da şehirde Kuyubaşı mevkiinde  bakkal, Müslüman Dilendirmezler Cemiyeti kurucu üyelerinden Hasan Efendi'dir. Kısa süre sonra evlenirler. Emeklilik işlemini yapmak için aldığı belgeden; Harbi Umumide 1915 de asker edildiğini, 4 yıl süren ve Kop cephesinde başlayıp, Doğu Anadolu da birçok şehrin Rus ordusu tarafından işgal edilmesi üzerine muhaceret sonucu bir kısmı ailesi ile birlikte yerleştirildikleri Sivas'ta İdadi ve Sultani mekteplerinde geçen askerlik yıllarından sonra 200 kuruş maaşla Mayıs 334'de (1919) tekrar ilk görevine döndüğünü, Merkez İptidaisi'nin Numune Mektebine dönüştürülmesi üzerine, 1 Eylül 337'de yani miladi takvimle 1 Eylül 1922'de 500 kuruş maaşla Numune Mektebi Muallimliğine tayin edildiğini, bir yıl sonra 1 Eylül 1923'de ise 800 kuruş maaşla İdadi Mektebi Ulumî Diniyye Muallimliğine tayin edildiğini öğreniyoruz. Bu görevlerinden sonra, büyük ihtimal öğrenci ve Hoca yokluğundan İdadi kapatıldıktan sonra, yeni eğitime harf inkılabının yapıldığı 1928'e kadar yine eski yazı ile olmak üzere kendisinin kurucu baş öğretmen olduğu Cumhuriyet ve Şair Zihni İlkokullarında görev yaptı. Muallim arkadaşları; Faik Kayalı, Hüseyin Özeler, Mahmut Kemal Yanbey ile büyük bir yükü omuzlamışlardı ve eski yazıdan yeni yazıya geçişin zorluklarına rağmen başarılı olmuşlardı. Tam da Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Beş Şehir" de anlattığı "yedi cephe artığı bir avuç aydın" idi bu bilgili, gayretli ve çilekeş insanlar.  

Savaş ve seferberlik yılları tüm Osmanlı coğrafyasında olduğu gibi onun yaşadığı toplumda da derin yaralar açtı. Ahmet Hasbî Efendi 1915 yılında medrese mezunları arasında yapılan imtihanı arkadaşı Nazım Köklü ile birlikte kazandı ve Yedek Subay olarak  mülazım rütbesi ve tabur imamlığı görevi ile asker edilerek, Erzurum'a tayin oldu. Çok geçmeden Kop cephesinde iken asker arasında çok salgın olan Tifüs hastalığına yakalandı, tedavisi için Erzurum'da Kân köyündeki askeri hastaneye kışın en soğuk günlerinde yaya olarak sevk edildi. Bu hastanede yer olmadığı için yine yüksek ateş içinde hasta haliyle kilometrelerce yolu yaya olarak geri dönmek zorunda kaldı. Daha sonra yatırıldığı handan bozma hastanede ısınmak için diğer askerler gibi ikişer kişi sırt sırta verip, yatmak mecburiyetinde idiler. Çoğu zaman hayvanlarla paylaştıkları; sakin yaradılışlı atlardan memnun kalıp, hiç rahat durmayan koyunlardan ise  çok rahatsız oldukları bu sıkıcı yer aslında han olarak kullanılmaya da devam ediyordu. Isınmak için sırt sırta yattıkları güzel sesli Diyarbakırlı arkadaşının, ilk zamanlar Türkçe ve Kürtçe  söylediği türkü ve lavuklardan sonra, kendisinin isteği üzerine, güzel sesiyle makamlı olarak okumaya başladığı Kuran'dan parçalar ruhlarını biraz olsun avutuyordu. Bir kaç gün sonra üşümeye başlaması ile sırtını dayadığı arkadaşının öldüğünü anladı, üzüntüsü, hastaneden taburcu olmasını hızlandırdı. Hastaneden çıkışta kendisini karşılayıp evinde birkaç gün misafir ederek,kiraladığı katırla Bayburt'a yolcu eden, kadim dostu ve medreseden oda arkadaşı Abdulkadir Efendi'dir. Hastalık, iri yarı sayılabilecek Ahmet Efendi'yi o kadar hırpalamış, zayıflatmıştır ki, katırcı adeta tek eliyle kaldırıp katırın sırtına koydu onu..

Dondurucu soğuğa Kop dağının fırtına ve kar tipileri de eklenince iki gün süren Erzurum-Bayburt katırlı yolculuğu çok çetin geçti. Bir gece Pırnakaban köyünde geceledikten  sonra evine sağ-salim ulaştı. Sevinçten ne yapacağını şaşıran hanımı Hatun Hanım, ölünceye kadar "canım çıksın Hocam" diye andığı kocasının halini görünce zaman kaybetmeden mahallenin doktoru olan, Anzerlilerin Firdevs hanımı eve çağırdı.. Onun yardımı ile önce ayaklarını ılık suya koydular, zorla çıkardıkları çoraplarının içine, ayak parmaklarının tamamının donma sonucu döküldüğü ortaya çıkınca da bir vaveyla kopardı. Kısa sayılacak bir sürede, Firdevs hanımın yaptığı ilaçla ayakları tedavi edilerek kangren olması engellendi ve iyileşti, vücudunu saran bitlerden de kurtuldu. Hava değişiminin sonunda artık tamamen sıhhat bulmuş haliyle tekrar kıtasına döndü.

Kalan hayatında yürümesini güçleştiren ayak parmaklarının olmamasını; Kop cephesinde bir grup rütbeli arkadaşı ile istirahat edip çay içtikleri sırada yakalandıkları "Deli’’ lakaplı Halit Bey'in hışmından kurtulmasına vesile olduğu için adeta memnuniyetle anlatırdı. "-Vatan evlatları karı yastık yapıp yatarken siz burada keyif çatın ha" diye gürleyen Halit Bey Ahmet Hasbi'nin ayaklarının halini görünce onu ayırıp, diğerlerini cezalandırmak için alıp götürmüştü.

1916 yılının Temmuz ayında beş aya yakın Rus ordusuna direnen ve bu direnişin Ordu komutanı Vehip Paşa ile Fevzi Çakmak tarafından "İkinci Plevne" olarak anlatılan Bayburt düşman eline geçince, Hatun Hanım ve yakınları ile İç Anadolu'ya Sivas'a doğru muhacir oldular. Yolda eşkıyaların oyununa gelip,¬ "-Kaçın! Düşman yanıbaşımızda" yalanı ile öküz arabalarını ve  ona yükledikleri tüm gerekli erzaklarını kaptırdıkları için gidişleri ve iki yıl sonra sılaya dönüşleri hep yaya oldu. Yolda birkaç defa  eşkıya saldırısından yakınları olan Abustalı Mecit'in usta dövüşçülüğü sayesinde atlattıklarını "Macirlik" anılarını biz torunlarına anlatırken Hatun Hanım üzerine basarak anlatırdı. Ailenin dışında, Gazi dediği Mustafa Kemal'in de adını çok zikrederdi. Ahmet Efendi, yol boyu rastladıkları açıkta kalmış cesetlerden yüz üstü olanları, Hatun Hanımın hiç korkmadan elindeki değnekle çevirip belki "tanıdık biridir" diye bakmasına çok kızıyordu. Açıkta kalıp defnedilmeyen cesetler çoğunlukla kurtlara yem oluyordu.  

Muhacirlikte kaldıkları sürede, Sivas ve Zile'de orta eğitim kurumlarında muallim olarak asıl mesleğini icra etti. Muhacirlik anında devletin memurlarına yaptığı "kurpa" tabir edilen  erzak yardımından yararlandılar. Sivas'ta, daha sonra Zile'de kendilerine  bahçeli güzel bir ev tahsis edilmesine rağmen, normal düzene geçilince, memleket hasreti ağır bastı ve yine yaya olarak, geldikleri yoldan Bayburt'a doğru yola revan oldular. 

Rusya, Bolşevik İhtilali gerçekleşince, 1918'de tüm Doğu Bölgesi'nden çekildi. Aynı yılın Şubat ayında Bayburt'ta da işgal bitti. Seferberlik için muhacir olanların geri dönüşü ağırlıkla 1919 yılı içinde gerçekleşti. Askerde yada hastalık ve muhacirlik sırasında ölenler, gittikleri yere yerleşenler ve tehcirle gidenler geri dönmediği için şehrin nüfusu iyice azalmış, ıssız ve virane bir hal almıştı. Yürüyerek haftalarca katettikleri yol bitip, belirmeye başlayan şehrin bu hali 1824 Rus işgali akabinde Bayburt'a dönen Şair Zihni'nin tamamen yakılmış olan şehri görüp yazdığı, Nevres Paşa ve Sadettin Kaynak tarafından bestelenen meşhur koşmayı hatırlattı Ahmet Efendi'ye,Hatun Hanım'a bakarak sesli olarak terennüm etmeye başladı;

Vardım ki yurdundan ayağ göçürmüş
Yavru gitmiş ıssız kalmış otağı
Camlar şikest olmuş meyler dökülmüş
Sakiler meclisten çekmiş ayağı

Hangi dağda bulsam  ben o maralı
Hangi yerde görsem çeşmi gazeli
Avcılardan kaçmış ceylan misali
Göçmüş dağdan dağa yoktur durağı

Lâleyi sümbülü gülü hâr almış
Zevku şevk ehlini  âhü zar almış
Süleyman tahtını sanki mâr almış
Gama tebdil olmuş ülfetin çağı

Zihni dehr elinden her dem kan ağlar
Vardım ki bağ ağlar bağuban ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Şeyda bülbül terk edeli bu bağı

Harbi Umumi'de asker olanların yüzde 10'u ancak sağ salim dönebilmiş, gidip başka yerlere yerleşen ve yollarda ölenleri düşünürsek nüfus çok azalmıştı. Resmi kurum olarak faaliyet gösteren doğru dürüst bir müessese  kalmadığı gibi, özel işyerlerinden de çok azı açıktı. Okullar öğrenci ve öğretmen yokluğundan kapanmış; çok gelişmiş olan, bakırcılık, taşçılık, demircilik, boyacılık, semercilik ve diğer sanatların faaliyeti ve erbabı hemen hemen kalmamıştı. Çoğu insanda açık olan fırınlardan ekmek alacak para dahi yoktu. Cumhuriyetin ilanı ile başlayan derlenip toparlanma, başta eğitim olmak üzere ticaret, sanat ziraatte gelişip normalleşme epeyce zaman aldı. Ahmet Hasbi Efendi ve bir avuç fedakâr arkadaşı çoğu şey gibi eğitimin de sıfıra indiği bir toplumda okulları yeniden açarak Milli Eğitimi yeniden başlattılar.

Ahmet Hasbi Aker; 1930 yılında Cumhuriyet Mektebi Başmuallimi iken beklenilmeyen bir şekilde İlçe Milli Eğitim müdürü tarafından Pulur (Gökçedere) Mektebi Baş Muallimliği'ne tayin edildi. Bu tayinde Mehmet Hocaoğlu'nun yazdığı Millî Eğitim Müdürü'nün "yeni cereyanlarauymama" vehmi etkili olmuşsa da burada gösterdiği olağan üstü gayret şaşkınlığa ve Milli Eğitim Bakanı'nın yazılı takdirine sebep oldu. 1980'lerde hayatta olan köyün yaşlılarından dinlediklerim Cemal Yetişen'in anlattıklarını teyit ediyordu. Pulur'da ilk defa kendisinin faaliyete geçirdiği okulda, üç yıl gündüz okuldaki öğrencilerini eğitirken, mesai harici zamanlarda, akşam geç saatlere kadar köy ahalisini okutuyordu. Ailesini köye götürmediği için zamanı boldu, köy konağında hafızlar, hattatlar yetiştirdi, Pulurlular'ın gönlünde taht kurdu. 

(Devamı için tıklayınız)