Önce bilinen en eski yazıtlarımızdan örnek verelim, 1400 yıl önceki Türkçe'den…

Türk Oğuz Begleri Budun (Millet) eşidin (işitin, dinleyin)… Üze (üstte) Tengri (Gök) basmasa, asra (altta) yir (yer) telinmese, Türk Budun ilingin (ilini) töringin kim artadı, otacı erti (kim bozabilir)

Sonra bundan 8. Yüzyıl önceye Yunus Emre Türkçe'sine bakalım:

Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın

Esridi (kendinden geçti) Yunusun canı
Yoldayım illerim kanı (hani)
Yunus düşte gördü seni
Sayrı mısın (hasta mısın) sağlar mısın

Orkun yazılarında kullanılan Budun sözünü bırakıp niye kavim dedik, niye?.. İl, devlet demekti; törü, töre adalet niye bıraktık.

Esrimek yerine sarhoş olmayı niye seçtik. Sayrı derdik niye Farsın “yorgun” anlamına gelen sözünü alıp sayrı yerine kullanır olduk.

Türkçe karşılığı olan kavramlar yerine niye başka dillerden sözler almak yoluna saptık, niye?

Üstelik zamanla öylesine ölçüleri kaçırdık ki, bir süre sonra söz gelimi Osmanlı'nın son yüzyıllarında kullanılan Türkçe sözler parmakla sayılır oldu.

14. Yüzyılda yaşamış bilgin Mehmet Küşteri’nin eserinin diline bir bakalım: “Batlamyus, her fenni kendinde birleyen alim’dir. İlm ü fennin zaptı üçün bambuktan (pamuktan) kağıt icatla kitaplar meydana getirmiştir. Bundan önce yazı derilerde yazılırdı.”

Şimdi bir de 17. Yüzyılda yaşamış Hamsei Nerkisi adlı eserden bir cümle verirsek nereden başlayıp nereye gelindiğini daha iyi anlarız. “Biraz zaman bir kelb-i nâtüvan kûşe-i istabl-ı viranımda mekan tutup eyyâmda reme-i ağnam ile sahra-neverd ve leyâlide av av-pâş-ı etraf olarak cevânib-i hânemâna pîrâmentger idi.”

Tanzimat da nispeten daha çok Türkçe sözlerle yazılmaya başlanmıştır ama gelin Cevdet Paşa’nın kitabından bir cümle alarak durumu açıklayalım: “Evvelki velâdet-i Hümayunlarda halk melahi ve melaibe ziyade düştüklerinden ve ifrad üzre israf-u Tebriz ettiklerinden ibadullahı bu makule hâlatı muzurriden himaye üçün…” Evet, böyle devam edip gidiyor.

Osmanlının son yüzyılındaki Türkçü bilgin ve yazarların kullandıkları dil Yunus Emre diline daha yakın bir dil oldu. Cumhuriyet bunu sürdürdü ve Türkçe yeniden Türkçeleşti. Ancak bir süre sonra ipin ucu kaçtı. Bu sefer de Türkçeleşmiş ve halkın dahi anladığı sözler yerine uydurma sözler konulmaya başlandı. Ve Türkçe yine bozuldu, yine anlaşılmaz hale geldi. Dilimizde var olan “li, lu, lik, luk, cil, cul,” gibi takıları kullanmak gerekirken Farsçadan alınan “î” yerine “sal, sel” gibi Fransızca takıları çağrıştıran köksüz sözler kullanılır oldu. Hala da kullanıyor. Parasal, Aritmetiksel, Matematiksel, Siyasal gibi saçma sapan sözler Türkçe'nin bağrına hançerler saplayıp duruyor.

Atatürk’ün başlatıp pişman olduğu ve döndüğü bu adına Öz Türkçecilik denilen uydurmacılık akımı ne yazık ki ondan sonra sürdü gitti.

Şimdiler de ise darbeler üst üste geliyor. Olur olmaz İngilizce sözler bir yandan dilimizi alabildiğine bozuyor, bir yandan TV’lerde kendilerine göre mantık geliştirenler Türkçeyi yeniden kurmaya çalışıyorlar. Eski Kültür Bakanı olmazmış, Kültür Eski Bakanı demek gerekirmiş, gibi çokbilmişlikler yaygınlaşıyor. Çünkü Eski Kültürün Bakanı diye anlaşılırmış… Dublaj Türkçesi ise başka bir felaket… “Kendine iyi bak” gibi Türk kültüründe olmayan bir söz yaygınlaşıyor. Hele şu tanıştırmalardaki tuhaflığa bir bakın: Amerikan filmlerinde öyle yapılıyor ya… Kızılelma’nın senaryo yazarı bile tanıştırmayı şöyle yapıyor: “Veli bu Ali… Ali bu Veli...”

Sonunda sözlerle amacını anlatamayınca insanlarımız el kol hareketleriyle anlatmaya çalışıyorlar. “Tırnak içinde” diye bir söz yaygınlaşırken konuşanlar bir de havaya tırnak işareti yapıyorlar.

Dil Kurumu mu? O hala yaşıyor mu?