Başarısızlığı hayatının felsefesi olarak seçen insanlar vardır, bilinir, görünür; belli ki bir günahın kefaretini ödemek isterler. Bir köşeye çekilip; suyla, yalanla, yavanla yaşamayı yeğlerler. Yılgın ve soluk fotoğraftakiler, başarısızlığa uğramışlar… 

Başarısızlığı hayatının felsefesi olarak seçen insanlar vardır, bilinir, görünür; belli ki bir günahın kefaretini ödemek isterler. Bir köşeye çekilip; suyla, yalanla, yavanla yaşamayı yeğlerler. Yılgın ve soluk fotoğraftakiler, başarısızlığa uğramışlar… 

***

Çoruh öğretti bunu bana; her şey dönüp gelir!

Kop savunması, yakın miladımızdır.

O gün orada yer alan kuşağın hedefinde ayakta kalmak vardı, bir sonraki kuşağın hedefi ayağa kalkmaktı. Bu iki cefakâr kuşak, Bayburt’u yeniden yaratmıştı.

Üçüncü kuşak, bu cefayı karşılıksız bırakmamış, her alanda zirve yapmıştı. Bayburt; her alanda altın çağını yaşıyordu artık. İbadet, ticaret, cemiyet, kültür, spor…

Bir roman; kahramanlarını bu adamların arasından seçip, anlatmaya başladığında; eminim okur, dünyanın herhangi bir yerinde hiç bilmediği bir cenneti yaşıyor sanacak.

***

İlk hata nerede yapıldı, ilk fire nerede, niye, nasıl verildi bilinmez!

Dördüncü ve beşinci kuşak, yani bizler, üçüncü kuşağın yükselttiği çıtanın hep altında kaldık. Hırpaladık ve değerli ne varsa kaldırıp başımızdan atmaya çalıştık. Yerine çiğ, tatsız ve tuzsuz bir yaşam alanı oluşturduk.

Bir şehir var şimdi çirkin ve puslu; asık suratlı insanların daha çok olduğu sokaklar boyunca, kırık dökük uzayan…

Bir berber, bir çay ocağı, bir manav, bir çay ocağı daha, bir bakkal ve nihayetinde bir çay ocağı daha…

Ne dergâh kaldı, ne kıraathane… Alabildiğince çay ocağı, olabildiğince kayıp zaman, nefesin yettiğince yalan dolan!

İki başa bir çay ocağı; on bardak çaya gün başına sınırsız dedikodu düşen bir şehir…

***

Oysa; akşam sohbetlerine katılıp, bir şey öğrenmek için çırpınan binlerce insanı vardı bu şehrin.

Çoruh Tiyatro kurulduğu gün biliyorum ben, boşalmıştı kahveler. Kulüpler, dernekler dolup taşardı, tahmin edebiliyorum. Çoruh’un kenarı kalabalıktı, dağlar yalnız değildi bu kadar.

Ağaç gölgelerinin işe yaradığı yıllar…

Robot üreten dahileri, 'Bayburt' plakalı kamyon yapıp, çocukları neşeye boğan ustaları vardı bu şehrin. Yaptığı kapı kolundan tutmaya kıyılmayan ustaları, sevinç naraları sokaklarda yankılanan delileri vardı bu şehrin.  

Sağlam ve dost surlarla çevriliydi bir zamanlar, serin ve şifalı suları vardı.
Konuşan, anlatan, öğreten ihtiyarları vardı.

***

Bilmem farkında mısınız?
Bir yokoluş sürecinin eşiğindeyiz!
Ya silkelenip, bu tehlikeyi atlatıp, baştan başlayacağız…
Ya da, bu şehir, bir zaman sonra şehir olarak anılmayacak artık!

Nüfusumuz 1 milyona ulaşsa, şehrin diğer ucu Erzurum’a yaklaşsa bile, “o” yitirilen direnç noktalarını yeniden oluşturup, şehrin nefes alıp vermesini sağlayamazsak “bu” böyle olacak!

Bu nedenle çok önemsiyorum BEKDER’i.
Önemsiyorum; çünkü beslendikleri kaynakları biliyorum.

Üçüncü kuşaktan besleniyor BEKDER, besleniyor ve üzerine koyuyor.

Köylüm oturmaktan sıkılıp, toprağına yeniden sarıldığı gün;
Esnafım siparişten öteye geçip, üretmeye başladığı gün;
Gençler çay ocağından çıkıp, Şair Zihni Kültür Merkezi’ne dolduğu gün;
İnsanım, sevdalım, hemşerim; taşına toprağına yeniden saygıyla sarıldığı gün;
Ve iş adamım; hesapsız kitapsız yaklaştığında şehrime; adım gibi biliyorum, BEKDER’in beslendiği kaynak hiç tükenmeyecek…

***

Bayburt Kalesi, hatırlandığında çok mutlu olmuş; sabahın ilk ışıklarıyla birlikte Çoruh’a eğilip, keyifle bir şeyler fısıldamıştı. Biliyorum ne dediğini!

Tiyatro kulübüne kayıt olabilmek için dalga dalga gelen gençlerin heyecanını gözlerimle gördüm. Biliyorum ne hissettiklerini!

Üçüncü kuşak yeniden hatırlanıp, yad edildiği gün; bir büyüğüm Şehit Osman Dağı’ndan seslendi bana! Hiç unutmayacağım o sözleri…

***
 
Çoruh öğretti bunu bana; her şey dönüp gelir!

“Tepetaklak gidiyorsun” diye söylendi kendi kendine ve güldü. Bunu söyler söylemez ırmağa ilişti gözü, ırmağında tepetaklak yuvarlanıp gittiğini gördü, boyuna tepe üstü akıp gittiğini ve bu arada şarkılar söylediğini, neşesini elden bırakmadığını. Bu hoşuna gitti, dostça gülümsedi ırmağa.”

Ocak / 2011