Tekel işçileri ekmek kavgası veriyor. Haklarıdır. Direniyorlar ve haklarının bir kısmını alacaklar. İktidardaki kimi siyasetçiler sanki ceplerinden bir şeyler verecekmiş gibi “merhamet” kelimesini kullanıyorlar, ne ayıp… Kimi karşıt siyasetçiler de işçilerin ve temsilcilerinin seslerini bastıracak kadar gür seslerle “destek” veriyorlar. Ne iyi…
Tekel işçileri ekmek kavgası veriyor. Haklarıdır. Direniyorlar ve haklarının bir kısmını alacaklar. İktidardaki kimi siyasetçiler sanki ceplerinden bir şeyler verecekmiş gibi “merhamet” kelimesini kullanıyorlar, ne ayıp… Kimi karşıt siyasetçiler de işçilerin ve temsilcilerinin seslerini bastıracak kadar gür seslerle “destek” veriyorlar. Ne iyi…
Yüksek bilginler Anayasa’dan, yasadan sendikacılık hakkından söz ederek “ben de varım” diyorlar… Çok iyi… Çok iyi…
İyi de, bütün bunlar perdenin önü… Perdenin arkası ve olayların gerçek sebebi sorgulanmadıkça neyi çözeceğiz?
Asıl perdenin arkası açılmalı, değimli?
Açalım mı?
Ne çıkar karşımıza?
Kayıtsız, şartsız özelleştirmecilik saplantısı değil mi?
Bundan yirmi yıl önce her iktisadi düğümün çözümünü “kamulaştırma” da bulanlar; nasıl oldu da son yıllarda kamu işletmelerini özelleştirmeyi “tek yol” gibi anlatır oldular, diye soralım ve geçelim…
Hayır, sözüm özelleştirme pazarından mal seçip alan yerli ve hatta yabancı şirketlere değil… Siz malınızı pazara çıkarmışsanız, Pazar ekonomisinin kuralları işleyecek ve malınızı çıkan müşterilere satacaksınız. Onlar da alacak… Ucuz alıp, pahalı satmak da yine Pazar ekonomisinin gereği değil mi?
Sözlerim kime mi?
Özelleştirmeyi saplantılı ideoloji haline getirenlere… Ve bu ideolojinin gereğini sevinçle yerine getiren yönetimlere… İktidarlara elbette… Ve bu işlere gereği gibi direnmeyen muhaliflere…
İşlere sadece mali açıdan bakıp iktisadi ve içtimai maliyetleri yok sayanlara… Ve hatta kar eden, istihdam sağlayan kamu işletmelerini bile gözünü karartıp pazara çıkaranlara, elbette karşıyım.
Bu işler de ORTA YOL bulunmalıydı ve bulunmalıdır.
Yoksa daha çok direnişler ve “Ölüm açlıkları” ile karşılaşırsınız. Gönüllü “ölüm açlıkları” yanında sayıları yıldan yıla artan aç kitleler de asıl acı tehlike olur. Üç buçuk milyon işsize ve on üç milyon aça ne dersiniz?
Tek suçlu sadece özelleştirmedir mi, diyorum. Hayır… O sadece birisi…
Peki bir perde daha kaldırmaya ne dersiniz?
Özelleştirme saplantısı perdesinin arkasında ne vardır?
Dünya ya ve bize de dayatılan “Yeni Liberalizm” değil mi? Aslında “vahşi kapitalizm”in takma adı olan Yeni Liberalizm’in amentü esaslarından biri özelleştirme ve en büyük günahlar da “işsizlikten, yoksulluktan ve çevre bozulmalarından söz etmek” değil miydi?
Hadi biraz daha cesaretimizi toplayalım ve bir perde daha açalım: Yeni Liberalizm’de hani şu Dünya’yı ve insanlığı kurtaracak yeni din olan Globalizm’in iktisadi yönünü anlatmıyor muydu?
Ve bize özelleştirmeleri dayatan IMF de Global Kapitalizm’in yan kuruluşu durumuna getirilmemiş miydi?
Bunları nereden mi biliyorum?
Antonia Juhasz’ın Bush’un Ajandasını okudum. Joseph E. Stiglitz’in kitaplarını, Richart Falk’ın Yırtıcı Küreselleşme adlı kitabını, Jerry Kloby’nin Küreselleşmenin Sefaleti adlı kitabını ve daha birçok kitabı… Bir de olup bitenlere “bilimlik göz” ile bakmaya çalışıyorum.
Çözüm mü?
Önce bilgi… Haftada birkaç kitap okumazsam eksiklik hissediyorum.
Çözüm mü? Yok canım o kadar çetin değil…
Bugünlerde Cazim Gürbüz’ün bir kitabını okuyorum. “Atatürk Ekonomisi” ASYA ŞAFAK yayınlarından çıkmış.
Bir okuyun sonra konuşuruz.
PERDE…
2010 / Şubat