Hindikuş Dağları’nın yaman tepeleri, geçit vermez yarları, fırtınaları aşılmış, ateşli ve genç hükümdar Bâbür Şah, Kâbil’e yaklaşmıştı. Uluğ Bey’in mirâsı olan beldeyi, geri almak üzereydi. Akşam olmuş, bulutsuz gök yüzünde yıldızlar parlamaya başlamıştı. Bâbür Şah, semâda ışıl ışıl yanan bir yılduzı göstererek yanındakilere sordu:

Hindikuş Dağları’nın yaman tepeleri, geçit vermez yarları, fırtınaları aşılmış, ateşli ve genç hükümdar Bâbür Şah, Kâbil’e yaklaşmıştı. Uluğ Bey’in mirâsı olan beldeyi, geri almak üzereydi. Akşam olmuş, bulutsuz gök yüzünde yıldızlar parlamaya başlamıştı. Bâbür Şah, semâda ışıl ışıl yanan bir yılduzı göstererek yanındakilere sordu:

Bu yıldız, Süheyl Yıldızı mıdır?
Belî şahım.
Uluğ Bey hünkârımızın zâyiçesinde de kayıtlıdır.
Belî şâhım. Gün orta cihetinin en parlak yıldızıdır. Hatta güneşten binlerce defa parlak olduğu kabul edilir.
Derler ki, bu yıldızın, en parlak hali, Yemen ülkesinden görülürmüş.
Onun için bir adı da, Süheyl-i Yemânî dir.

O zamanın bütün Türk hükümdarları gibi, gök ilimlerine Babür Şah da meraklı idi. Süheyl Yıldızı, yüreğinde, çok değişik kıpırdanmalara sebep oldu. Genç ve ateşli yüreği çarpmaya, kimsenin tahmin edemeyeceği hayaller kurmaya başlamıştı. Daha yirmsine bile basmamıştı. Çocuk denecek yaşta hükümdar olmuştu. Büyük dedesi Timur Mirza’nın taht şehri Semerkant’ı zaptetmiş, arkasından kaybetmişti. Yaşından fazla savaşa kumanda etmişti. Şimdi Kâbil’e gidiyordu. Hazreti Nuh’un babasının mezarının olduğu yere…Peki sonra?

Sonrası gönlünün derinliklerinde gizliydi. Geleceği sadece Tanrı bilirdi. Kendisi, atalarından Cihan Hâkimiyeti hasletini tevârüs etmişti. O arzu ve gayret edecekti. Tanrı nasib edcekti. Levh-i Mahfuzda yazılmış kaderi ne ise, o olacaktı. Bu ruh çarpıntıları ile uyudu.

Doğduğu zaman adını koyan, en sıkıntılı zamanlarında, mânevî koruyucu kanatlarını üstüne geren Ubeydullah Hoca, mübârek çehresi ile rüyâsında belirdi . Parmağı ile otağın önünden bir hat çekerek, Süheyl Yıldızı’na ışıklı bir yol çizdi. Bâbür’e tesirli bir sesle hitâbetti:

“Babür! Evlâdım! İşte yolun. Süheyl’i tâkip edeceksin. Talih yıldızın odur. Sakın yolundan geri durmayasın!”

Dedi ve ışıklar içinde nihân oldu.

Sıçrayarak uykudan uyanan Bâbür Şah, otağın önüne çıktı. Ordugâhın tamamı uykudaydı. Nöbetçiler geziniyordu. Otağının önündeki nöbetçilerden biri dikkatini çekti. Yanına çağırdı.

Adın ne?
Yüzbaşı Süheyl!
Ya? Bu adı sana kim bağışlamış?
Dedem şâhım. Ona da dedesi vasiyet etmiş.
Peki o büyük büyük deden kimdir?
Ubeydullah Hoca derler pek muhterem bir zât’tır.
Pek eyi, adının manâsını bilir misin?
Bilmem şâhım. Yalnız, bize intikal eden bir vasîyet daha var.Silâh tutacak yaşa gelen her erkek, Şâhımıza, yâni size hizmet ile yükümlüdür.
Berhudar ol yüzbaşı! İsminin manâsına gelince. Bak şu parlak yıldızı görüyor musun? Adı, Süheyl Yıldızı’dır.

Bâbür Şah, yüzbaşı’nın büyüyen nazarları altında otağına girdi. Yatağına uzandı. Kafasının içinde, sıradan insanlara çılgınca gelecek meselelerin yumaklarını çözüp, açmaya başladı. Uyuyamayacağını anlayınca, Semerkant işi has kâğıt tomarını çıkardı ve Hâtırâtını yazmaya devam etti. Yazısına şu mısrâ ile başladı.

Süheyl! Ne mutlu gözünün üstünde parladığın kimseye!”

Bu mısrâ yâdına düşünce yazmaya ara verdi. Ruhunu nağmeler kaplamıştı. Çok sevdiği Hisar Makamı, gönlünde devirler yapıyordu. Gözünün önünden rüyâda gördüğü manzara, en ince ayrıntıya kadar ayan beyan canlanıyordu. Bütün Türk hükümdarlarında bir haslet vardı ki, dünya yüzünde benzerini bulmak mümkün değildi. Kudretli ordulara kumanda ederler, büyük fetihler yaparlar, savaşlar kazanırlar. Aynı zamanda hassas birer sâir, duygulu musikî sevdâlısı olurlardı. Bâbür Şah da öyleydi. Şâirdi, hattattı, bestekârdı. İşte bu gece rikkati üstünde, rüyâsının tarifini nağmelerle beziyordu.

Hisar Makamı’nın zarif nağmeleri ile önce bir terennüm vücuda getirdi. Usûl olarak da Çeng-i Harbî usûlü ile nağmelerini ölçeklendirdi. Bestesini kâğıda döktü. Mırıldandı. Otağın içinde ileri geri gitti geldi. Bestesini tekrar ve tekrar okudu. Ruhu hafiflemiş olarak yatağına uzandı…

Kâbil, fazla direnmeden, Bâbür Şah’a anahtarları teslim etti. Fakat, Bâbür Şah, Hayber geçidi’ni ve o yoldan Hind’e giden Fâtihlerin yolunu düşünüyordu. Sık sık sâdık adamlarıyla tepelere çıkıyor ve Süheyl Yıldızı’nı temâşâ ediyordu.

Bir akşam saraya, Yüzbaşı Süheyl bir at getirdi. At sahipsiz ve koşumlu olarak saraya doğru geliyormuş. Binicisi hakkında kimse bir şey bilmiyordu. Hayvan tâlimli ve cins bir at idi. Koşum takımları da göz alıcı ustalıkla yapılmıştı. Peki binicisine ne olmuştu? Atın terkisindeki heybede biraz azık, iyi ciltlenmiş beş altı kitap bulunuyordu. Heybeyi doğruca şâh’a götürdüler. Babür Şah, kitapların kapağını sırayla açmaya başladı. Kendisinde bulunan kitaplar idi. Yalnız, Yeşil deri kaplı ve altın yaldızla tezhip edilmiş bir kitap, kendinde olmayan bir eser idi. Daha kapağına dokunur dokunmaz şah ürperdi.

El çırparak, otağın boşaltılmasını istedi. Yalnız kalmak istiyordu. Her kes çekildikten sonra kitabın kapağını açtı. Mükemmel bir nesihle yazılmıştı. Kitabın adı, Satrançnâme idi. Başlığın altında:

“Bu Satrançnâme, Ertoğmuş oğlu Yamtar’ın kitabından istinsah edildi. Günorta Kağanı’nın hakkı ve dahi malıdır.”

Bâbür Şah, kitabı mütâlea ettikten sonra tavırlarında büyük değişmeler oldu. Has bahçede uzun uzun yalnız geziyor, az yiyor ve az gülüyordu. Uykuları da kısalmıştı. Kütüphânesine saatlerce kapanıp okuyordu. Şeceresi hakkıında epeyce bilgi sahibi idi. Cengiz Han’a kadar aksatmadan sayabiliyordu. Amma Satrançnâme Eline geçtikten sonra, şeceresini daha gerilere doğru merak etmeye başlamıştı Bu merak etme hali, bazen dayanılmaz bir şekil alıyordu.

Bir gün Süheyl Yüzbaşı’yı çağırdı:

Yüzbaşı
!
Emredin şâhım.
O bulduğunuz at kandedür?
Tavlada şâhım.
Tez git onu getir.
Baş üstüne şâhım.

Atı getirdiler. Al donlu nefis bir aygırdı. Üç ayağında beyaz nişanları vardı. Ama en göz alıcı yeri, beyaz yıldızlı alnıydı. Alın tüylerine bu kadar düzgün bir yıldızı ancak “Bihzat” resmedebilirdi. Babür Şah, hemen ata sıçradı. Göz açıp kapayana kadar at, binicisiyle gözden kayboldular. Nedimler, ve çavuşlar sağa sola koşturdular ama nafile.

Babür Şah dahi kendini atın tâkibettiği menzile bıraktı. Dağlara doğru çıktılar. Çatallı bir geçitte at durdu. Aşağıda uzanan uzun geçite doğru at, üç defa kişnedi. Babür Şah, hayretler içinde kaldı.

Atın hissettirmek istediği yer Hayber Gaçidi idi. Timur’un, İskender’in, Hunlar’ın kullandığı fetihler yolu idi. Hint kervanlarının, dünyanın bilinen diyarlarına girip çıktığı yegâne geçitti. Bâbür Şah, atın yelesini, kulaklarının diplerini okşadı. Saraya döndüler.

Şah, o günden sonra başka ata binmez oldu. Hind seferi boyunca hep bu atın dizginleri elindeydi. Bazı uzun gece yürüyüşlerinde şahı uyku bastırırdı. At, dizginin titremelerinden anlar, öyle bir adım atış tarzına bürünürdü ki, şah uyandığında, uyurken bile yoldan kalmadığını görür, atın bilhassa kendisini koruduğundan emin olurdu. Ona bir de şâirâne isim takmıştı. Tayyar-Ankâ. Seyislerin bazıları sâdece Tayyar, bazıları ise Ankâ diye sesleniyorlardı. At her iki kelimeyi de anlıyor, nemli, kocaman gözlerini sesin sahibine çeviriyordu. Bu at için menkıbeler anlatılmaya bile başlanmıştı.

Babür Şah, sonunda Hind’i zaptetti. Agra’daki sarayın kitaplığı ilk uğrak yeri oldu. Ruhunda bir arayış vardı. Bir gizli kuvvet, onu kitaplığa çekiyordu. Gerçi okumayı, yazmayı, şiiri her zaman sevmişti. Amma ki, bu sefer, daha duygusal, hasrete benzer bir tutku ile arıyordu.

Kütüphânede vazifeli emirle raflar arasında dolaşıyor, kapalı gözleri açıp kapıyordu. Derken duvara gömülü bir kapak dikkatini çekti. Açtılar ve içinden bir çekmece çıkardılar. Çekmecenin kapağına Timur Mirza’nın tuğrası, mineler ve sedeflerle işlenmişti. Çekmeceyi açtıklarında Babür titredi.

Ertoğmuş oğlu Yamtar Alp’in, yeşim taşı ve Bedehşan La’l’nden oyduğu satranç takımı karşısındaydı.

La’l renkli şâh’ı eline aldı. Altını çevirdi. Ortadaki küçük kapağı bükerek açtı. Sırlı küreyi sol avucuna koydu ve elini yundu. Gayr-i ihtiyârî elini yüreğinin üstüne götürdü. Bir nefes alıp vermeden daha kısa zamanda, küreye okunan sırlar ruhuna doldu.

İdrâk etti ki, Cengiz Han’a kadar çıkan şeceresi, daha ötelere, Ertoğmuş oğlu Yamtar Alp’in okuduğu, Eke Begim Katun’la, Kartal Tigin Alp’e kadar dayanır.

Ve dahi öğrendi ki, bu küreye okunan sırdan inenler, Fâtih mizaçlı, ehl-i dil, kemankeş, binici, hem ilimlerin, hem de ülkelerin hâkimi olurlar. Yine öğrendi ki, bu satranç takımı, kıyâmete kadar, sahiplerini bir şekilde, iğnenin deliğinde dahi arar ve dahi bulur!

Ağustos 2011