Birkaç gün önce Ankara’da bir hastanede KBB servisinde ameliyat olan oğlunu tuvalete götüren annesi onu arada boğarak öldürmüş. Daha sonra da oradan kaçıp kendisini arabaların önüne atmış. Amacı gerçekleşmeyince de gidip suçunu itiraf etmiş.
Peki, gerekçesi ne: “Ben oğlumu kurtardım.” Neden kurtarmış? Depresyonda olduğu anlaşılan anne oğlunu, büyük kulakları sebebiyle alay edilmekten kurtarmış!
Oysa “evladı” annesinin, en inandığı insanın elinde olmanın verdiği güvenle yürüyor. O kamera görüntülerini izlediğimde inanın yüreğim parçalandı. Görüntülerin birkaç dakika sonrasını hayal ettiğimde, dayanması çok zor duygular düştü içime…
O masum, hiçbir şeyden haberi olmadan “annesi” zannettiği o caninin elinde ölüme giden çocukla ilgili yürek sızlaması ve o anneye olan öfkem birbirine karıştı. Öyle zannediyorum ki yüreği, vicdanı benim gibi çarpan her insanın kapıldığı duygu aynıydı.
Fakat bu sadece üçüncü sayfa haberi olarak geçiştirilemeyecek kadar önemli bir durumdur. Hepimizin sorgulaması gereken bir süreçten bahsediyorum.
Nasıl oluyor da biz artık toplum olarak böyle anneler ve babalar yetiştirebiliyoruz. Demek oluyor ki artık aile yapımıza, değerler sistemimize dair ciddi öz eleştiriler yapmak ve çözüm yolları bulmak zorundayız.
Gün geçmiyor ki bir ya da birkaç aile içi şiddet haberi duymayalım, okumayalım.
Oysa bizi yetiştiren kadim kültür ve inanç sistemimizde “kutsal” olan şeylerden bahsediyorum. Tabii onlara dair bir de yozlaşmadan.
Manevi değerleri yozlaştıran sekülerizm artarak devam eden sayıda anne ve babamızda “vicdan kayması” meydana getirdi. Artık her anne-babanın aynı vicdani zeminde durduğunu iddia edemeyiz.
Yani “Aile küçük çapta devlet, devlet büyük çapta bir ailedir” düşüncesinden sapanların varlığını iyi okumak zorundayız. Aile onlar için sığınılacak kutsal bir liman olmaktan çıkmış gibi görünüyor.
Bunun karşısında durması gereken bizler çocuğu için “saçını süpürge eden anneleri” ya da “evladı için ceketini satabilecek babaları” sadece bir tarihî figür olarak yaşatamayız.
Anne ya da baba olmak demek hayatın her zorluğunu göze alabilmek demek. Bunu önceden hesaba katamayanların yolda yorulması, bocalaması hiç görmek itemediğimiz tabloları karşımıza çıkarıyor maalesef.
Zayıflayan komşuluk ilişkileri sebebiyle, mahallelilik bilinci ve aile büyüklüğü “bireyci” algılara yenilmek üzere ne yazık ki; tam da aile büyüklüğü kavramına yeniden ihtiyacımız varken.
Günümüzde özellikle şehir hayatında, zayıflayan komşuluk ilişkileri içerisinde komşuların korumacı yaklaşımları “yaşama müdahale” olarak algılanabiliyor. Hatta anne ve babaların kendi çocuklarına yaptığı tecrübe aktarımları dahi evliliklere müdahale olarak görülebiliyor.
Anne ve babana “öf bile deme” diyen bir inanç sisteminden, gelinen nokta düşündürücüdür.
Şüphelerden arınmak adına “Allah için sevmek ve Allah için doğruyu söylemek” şuuruna yeniden sahip olmak gerek. Düşünce dünyasında hiç kimsenin itiraz etmediği bu değerler sistemini kuvveden fiile geçirerek zorundayız.
Hülasa bize her türlü zorlukta tahammülü, sabrı, şükretmeyi öğreten, tavsiye eden inanç ve değerler sistemimizi, tarihsel kodlarımızı yeniden kazanalım.
Öldüren değil yaşatan, yeşerten ve ihya eden anne-babalar, nesiller duasıyla...