Bazı insanlarla ne zaman, nerede tanıştığınızı hatırlayamazsınız. Dostluğunuz derinleşip, yılların çarkından geçtikçe bu tanışmaların tarihi, zamanı mekânı o kadar tabiîleşir ki, karşınızdaki ile özdeşleşirsiniz.

Bekir Sıtkı Erdoğan ile de biz öyleydik. Ben de bir kaset kaydı var. Hoca, Türk Edebiyatı Vakfı’nda konuşurken kaydetmişiz. Orada “Fırat Bey ile önceleri mektuplaşırdık. Bana Trabzon’dan, Van’dan, Diyarbakır’dan mektuplar yazardı. Sonra İstanbul’da beraber aynı mekânlarda buluşmaya başladık.” diyor.

Demek ki, ben Hoca ile önce mektuplaşarak alâka kurmuşum. Sonraları diğer edebiyat ve sanat muhitlerinde beraber olmaya başladık. 1985 yılından sonra Türk Edebiyatı dergisinde şiir yayınlamaya başlayınca, hoca ile alâkamız daha derinleşti. Esasen ben eğer Bekir Sıtkı Hocanın teşviki ve desteği olmasaydı şiir neşretmezdim. Yeri gelmişken arz edeyim, çok önemli desteklerden birini de o zaman Amerika’da olan Talât Sait Halman’dan gördüm. Bir klâsör dolusu mektupları elimde duruyor.

Bekir Hocanın şiirleri, Yahya Kemal şiirleri gibi bestelenme adı altında talan edilmiştir. Çok popüler olan ve sevilen şarkılar olduğu halde, bu besteler, şairimizin edebiyatını dengeleyecek zevk ve kıratta değildir. Aynı talihsizlik, Yahya Kemal, Mehmet Turan Yarar, Mustafa Nâfiz Irmak’ın da başına gelmiştir. Bunların içinde en şanslısı Yesari Âsım Arsoy’dur. Kendi şiirlerine çok güçlü besteler yaptığı için şiirlerine kimse sataşamamıştır.

Mehmet Turan Yarar  adını ve şiirlerini de Bekir Sıtkı Erdoğan'dan ilk defa duydum. 1977 de Polonya seyahatimizi, otobüs ile, Romanya ve Bulgaristan üzerinden yapmıştık. Romanya Rusya sınırında Suçeava adlı şirin bir yerde kalıyorduk. Mecmuada gördüğüm Hocanın bir şiiri, çok hoşuma gitmişti. Şiiri orada besteledim. Çok ender bir makamdan bir yürük semaî yaptım. Bu makamda elimizde sadece üç eser vardı. Halim Ağa daha çavuş iken bestelemiş. Kuvvetli bir ihtimalle Makamı tertip eden de bu Halim Çavuş’tu. Eseri Fatih Salgar’a ithaf etmişim ve 9 Temmuz 1977 tarihini taşıyor. Şivenüma makamındaki bu yürüksemaî'nin güftesi şöyle;

Esrardan esrara

Bin türlü ziyan içre sarıp kâre beni
Satmakta gönül yâr için ağyâre beni
Her gün yeni bir nazm ile âğaz ederek
Sürmüş gider esrârdan esrâre beni.
 
Bu eseri çalıp söylediğim zaman Hanımı: “Sıtkı Bey, senin şiirlerine en güzel besteyi Fırat Bey yaptı” derdi.

Hoca ile daha derinliğine beraberliğimiz, 1990 ve 1998 yılları arasında oldu. Biz bilhassa Ona yakın olmak için Heybeliada’da devamlı oturma kararı aldık. Her Mayıs ayında Ada’daki evine gelir, Ekim ayında dönerdi. Bu altı ay her gün, sabah 11.00 de buluşur, akşama kadar ya bizim evde veyahut hocanın evinde otururduk. Akşamları mutlaka sahildeki kafeteryada dinlenir, sohbet ederdik. Bu akşam sohbetlerimize, yazlarını Heybeliada’da geçiren Şair Refet Körüklü de katılırdı.

Sonraları aramıza, gitarist ve aynı zamanda şair olan Yasemin Kumral da katılmaya başladı. Bekir Sıtkı Erdoğan Hocayı ziyaret etmek isteyenleri, gemiden ben alır, önce bizde ağırlar, sonra Hocaya götürürdüm.

Gündüz ziyaretlerimizde, Bekir Hoca motoruyla gittiği Kaşıkadası’ndan yalnız kendisinin yataklarını bildiği kocaman midyeler toplardı. Daha denizde iken onları temizler, eve getirir hanımı da hemen midye dolması yapardı. Hoca telefon eder, “Lâvtanı da al gel.” derdi. Biz midye dolması ve hanımının pişirdiği nefis kıymalı börekleri yedikten sonra, ben lâvta çalardım, beraber adeta meşk ederdik. Hoca bağlama ve kaval da çalardı. 45 lik plâklar dinletirdi “Deveyi deveye çattım / Çılbırın boynuna attım / Kaynatamdan hicab ettim / Nenni nenni nenni bebek oy..” türküsünü ben, Bekir Sıtkı Erdoğan Hoca’dan öğrenmiştim.

Nâbî'nin “Sakın terk-i edepden makaam-ı Mustafa'dır bu” şiirini çok sever, menkıbesiyle beraber okurdu. Yine kendisi Kuleli Askerî Lisesi’nde iken, Sadık ismindeki biyoloji hocasının, Tahirü’l Mevlevî hocaya yaptığı densizliğin hikâyesini de Bekir hocadan dinlemiştim. Bu biyoloji hocası; Nef'înin “İtikadımca kelb tahirdir” mısraını kasdederek ve Tahir Hoca’ya karşı zevzeklik olsun diye: “Hocam kelb tahir midir?”  diye sorar. Sadık ismindeki bu adama Tahirü’l Mevlevî şu şahane cevabı verir. “Kelb tahir mi (temiz mi) değil mi bilmem ama kelb, sâdıktır.” cevabını verir adam aylarca kimsenin yüzüne bakamaz.

Bekir Hoca’dan dinlediğim Nâbî'nin bir beyit vardı:

“Bende yok sabr ü tehammül sende vefâdan zerre
İki yoktan ne çıkar fikredelim bir kerre”


Bu beyitteki “iki yok” Nâbî'nin mahlâsını kasdeder. Çünkü; “Nâ” sözü, yok demektir. Aynı şekilde “Bî” kelimesi de yok anlamına gelir ve kelimelerin başına geldiği zaman olumsuz olarak nitelendirir. İşte bu beyiti de bizlere öğreten açıklayan hocaydı.

Bendeniz de taa 1958’de radyoda çaldığımız bir şarkıyı hatırlamış ve çalıp söylemiştim. Osman Şevki Uludağ, Nâbî'nin beytinin son iki mısrâ'ı üzerine okuduğu ik kıt'a şiir yazmış ve Tahirbuselik Makamında bir şarkı bestelemişti.

Neler oldu şu dehre,
Yok muhabbet gül çehre,
Yok vefâdan hiç zerre,
Fikredelim bir kerre.

Yârlar oldular ağyar,
Yok muhabbet, yoktur yâr,
İki yoktan ne çıkar,
Fikredelim bir kerre.

Bekir Hoca’dan dinlediğim, bazı mahfillerde değiştirilerek anlatılan bir kıssa da şöyleydi:

Nâbî, Vezir-i âzamın evine iftara davet edilir. Nâbî, çarıklı, poturlu, cepkenli Anadolu kılığı ile eve yaklaşınca vazifeliler, içeri almak istemezler. Gürültüyü duya Vezir, olaya müdahale eder ve Tanrı misafiri gibi sofraya çağrılır.  İftar için sıra ile gelen yemeklere şairlerin her biri bir mısrâ söyler: “Güllâç amma leziz hâ. Yahut, pilâv zerde amma nefis haa”  gibi mısrâlarla yemekleri öğüp dururlar. Fakat bu poturlu taşralı misafir hiç sesini çıkarmaz. Şairler de “Ne anlar köylü şiirden” zehabına kapılırlar. Yemek bitince son olarak kahve getirilir. Malûm o zaman kahve fincanları özel bir zarf içinde olurdu. Şimdikiler gibi fincanların kulpu yoktur. Nâbî, kahvesini alır ve şairlerin yemekler için söylediği mısrâların vezninde:

“Tutub ke’sin (fincanın) kenarından  eyle bir höpürdet kim,
Desinler bu emmi gayfe içmekte amma mâhir haaa”


İftarın başından beri susan ve ses çıkarmayan bu Anadolu kıyafetlinin söylediği beyit herkesi hayrette bırakır. Şairler taaccüble “Üstad adınızı bağışlar mısınız?” diye sorunca: “Ben Urfalı Nâbî kulunuz”  der demez, bütün şairler eline varırlar. Kendisinden önce şöhreti Dersaadet’e ulaşan Nâbî böylece, şairlere bir güzel ders vermiş olur.

Nâbî'nin Türk Mûsikîsi yazılarında kullanılacak muhteşem bir beytini de yeri gelmişken kaydedelim.

“Hâkimiz mevlîdidür Hazret-i İbrâhimün
Nâbiyâ rast makaamında Rehâvîyiz biz”

(Toprağımız, Hazreti İbrâhim’in doğum yeridir.
Ey Nâbî rast makamında duran Rehâvîyiz biz. (Urfalıyız.)

Bir başka anlamı da Rehavî Makamı, Rast Perdesinde karar verir. Hatta Reha kelimesini bazı kaynaklar Ruha diye de belirtirler.

***

Bir gün de sohbet ederken, “Hancı” şiirini nerede ve nasıl yazdığını sormuştum. Şöyle anlatmıştı:

“Konya hattından trenle Erzurum’a gidiyordum. Ulukışla İstasyonunda aktarma bekliyorduk. Karşımda pencerenin dibinde bir adam bavulunun üstüne oturmuş bekliyordu. Bu adamın hâli bana dokundu. Hayalimde bir senaryo hazırladım. ‘Hancı’ şiiri böyle çıktı.” “Marya” şiirini de sormuştum, Deniz Kuvvetleri okul gemisiyle Akdeniz ülkelerini ziyaret ederken, İspanya’da bu şiirin doğduğunu anlatmıştı. Bir benzersiz hikâye de “İstanbul ateşler içinde” şiiri ile ilgilidir. “Erzurum’da görev yaparken çok soğuk bir kış gecesi, yüksekte olan küçük pencereden dışarıya baktım. Mezarlıktaki ağaçları, alevler içindeki şehir yangını gibi algıladım. Gecenin ilerlemiş saatinde şiiri bitirdim.

Edebiyat ve şiir konusunda da benim için çok önemli iki ders vermişti. Birincisi: “ Şiir yazacağın zaman mutlaka bir senaryo hazırla. En güzel mısrâları yanyana getirmeğe çalış. Çok güzel bir kıt’ada uyumsuz tek bir hece bile kıt’ayı bozar. Hiç çekinme feda et. Şiir kısa olmuş, uzun olmuş önemli değil. Yeter ki, etkili söyleyişi olsun. Hocanın verdiği derslerin ikincisi de şöyleydi: “ Bulduğun çok güzel mısrâları bir arada sunma. Bir tabağa, tulumba tatlısı, revanî, baklava, kadayıf, bülbül yuvası, künefe koymuş gibi olursun. Tatlılar, ayrı tabaklarda güzeldir. Mısralarını yay ve güzel mısrâlarla destekle.”

Nitekim Heybeliada astsubay yazlık gazinosundaki motorunu denize indirmeden evvel son bakımını boyalarını yenilerken, son yazdığım şiirimi dinlemiş, yukarıdaki tavsiyeyi yapmıştı. Altı mısrâdan oluşan şiirin her mısrâına üç satırlık bloklar ekleyerek, altı kıt’a elde etmiştim. Yine aynı mekânda, (Kaşıkadası’nın tam karşısı idi) şiiri dinlediği zaman çok taltif etmiş ve ben de aldığım bu destekle hemen şiiri Türk Edebiyatı dergisine götürmüştüm. Onlar da yayınladılar. Gözdelerimden biridir bu şiir.

Son dört yıl, Alanya’da oturdum. Mesafenin uzak oluşu bazı sıhhî sebeplerin araya girişi sık görüşmemizi engelledi. İstanbul’a döndüm ama hoca uçmağa vardı. Erenler meclisinin daveti daha tesirli idi. Yazıma büyük hayranlık duyduğu Yahya Kemal’in “Vedâ” gazelinin maktâ beytiyle nihayet veriyorum.

“Tekrar mülâkî oluruz bezm-i ezelde
Evvel giden ahbaba selâm olsun erenler.”



(26 Ağustos 2014 / Beylikdüzü)