Her anı büyüleyici bir yolculuk bu… Yol boyunca uzanan rengarenk çiçekler, huzur veren sesler, güçlü ve diri bedenler cennete yolculuğu müjdeliyor. Yol boyunca düğün konvoyları geçiyor yanımızdan. ‘O’na uğrayıp, el sürmüşler mi geçerken, bilinmez… Ama çoğalmaya coşkulu gidişleri, yuvadan aldıkları öğüdün kanıtı değil mi!

Her anı büyüleyici bir yolculuk bu… Yol boyunca uzanan rengarenk çiçekler, huzur veren sesler, güçlü ve diri bedenler cennete yolculuğu müjdeliyor. Yol boyunca düğün konvoyları geçiyor yanımızdan. ‘O’na uğrayıp, el sürmüşler mi geçerken, bilinmez… Ama çoğalmaya coşkulu gidişleri, yuvadan aldıkları öğüdün kanıtı değil mi!



Son deliği arabadan taşmış olsa da rahat zurnacı! Davulcu zor sığmış ön tarafa ama asılmış tokmağa… Dilleri dışarıda, nefes nefese, atlılar var biraz arkada… Gelinin beyazı, damadın utancı ve dünürcülerin kasılması salınıyor havada…



***

Çiçeklere can, yola heyecan, cana can katan, hemen şu yanı başımızda bizlerle birlikte çağıldayan nehrin sesi ve kendisi olsa gerek. Nehrin suları, ‘o’na uğramışlığı ve arınmışlığıyla, genç Türklerin çılgınca hareketlerine aldırmaksızın ruhlarına inmeye çalışıyor. Henüz arındığının farkında olmasa da, genç Türklerin Anadolu toprağına uzanışını, ellerini başlarına yastık yapıp, Çoruh kenarında, huzurla göğe bakışlarını görmelisiniz!



Bu çağıldayan, çırpınan nehir, yatağına kırgın olsa, bunu neden yapsın!



***



Yol kenarlarını ve yol boyunca uzayan toprakları çevrelemiş çiçekler, Selcen kadar güzel, Banu kadar güçlüler… Her bir çiçek, “o”nun bilmem kaç boydan dünya coğrafyasına uğurladığı Türkleri çağrıştırmıyor mu?



Şu eflatun yapraklı, iğde iğneli, hafif çekik gözlü olanı tanıdınız mı? Hele şu sarı sarı açmış, içinde beyaz tomurcuk salınan, mavi gözlü adam olmasın! Ya şu kırmızılılar: Ordu nizamında saf tutmuş kırmızı bölüğün hemen yanı başında tek başına dikilen, çatık kaşlı ‘o’ mu yoksa!



Şu kendine buyruk, deli dolu serpilmiş olanın sanki bir tek altında atı eksik! Sefere her an hazır duruşları, sıkı sıkı bakışları, vakur salınışları, rüzgarı asil karşılayışları; bir sert, bir yumuşak oluşları neyin nesi! Nerden alıyorlar bu cüreti, bu kavlıkları kimden! Bu merhamet dolu yüz, bu inanmışlığın nurlu ışığı nereden!

***



Bereketli toprakların arasından, bir elinde sapanla el sallayan adam, kara kuru görünüyor buradan. Yüzünün seçilmediğini bildiğinden, yüreğini gösteriyor uzaktan.



“Geçin siz” diyor heyecanla, “geliyorum arkanızdan…”



Bir sakallı adam var, az ileride…

Eli belinde, belli ki yetmişinde…

Bir Türk kızı, oyun oynuyor peşinde…



Aralarında cevizden bir sopa,

Yediden yetmişe, ‘o’nun yolunda…




Ve işte, vadinin tam ortasında, dünyanın tıpası gibi duran, taştan yapılmış otağın altında…

Rüyalarımızdan kalma görüntüleriyle karışık, Bayburt topraklarında, tam karşımızda…




***



‘O’nun gölgesinde, Burla Hatun’la, Banu Çiçek’le bakışıyoruz. Oğuz'ların yanına varıp, Kıpçak’larla kaynaşıyoruz. Kam Püre ve Dirse Han ile ağlıyor, Bamsı Beyrek ile gülüyoruz. Dönüp, Bayburt Hisarı'ndan kopup gelenlere bakınıyoruz. 'Neme lazım' diyerek Karçar’a, Dumrul’a uzak(!), Han Beyreğ’e, Dündar’a yakın duruyoruz.



Bir yandan Bayındır Han’ın vereceği on beşinci şenlik haberini beklerken, diğer yandan Dedem Korkut’u dinliyor, duasına hep bir ağızdan ‘amin’ diyoruz:



“Hayır dua edeyim Han’ım. Karlı kara dağların yıkılmasın, gölgeli kaba ağaçların kesilmesin, güzel suyun kurumasın, her şeye gücü yeten Tanrı, seni mert olmayana muhtaç etmesin… Ak sakallı babanın yeri cennet, ak saçlı ananın yeri cennet olsun, sonunda tertemiz imandan ayırmasın… Amin diyenler Tanrı’nın ak yüzünü görsün, ak alnında beş kelime dua kıldık, kabul olsun: Tanrı’nın verdiği umudun kırılmasın, derleyip toplasın, günahınızı adı güzel Muhammed Mustafa yüzü suyuna bağışlasın Han’ım hey!”



Haziran / 2009

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

-