Yazının başlığı, Mehmet Nuri Yardım’ın 2009 da birinci, 2014’te ikinci baskısını yaptığı dramatik kitabının adı.
Bazı insanlar sahiden de hüzünden zevk alır. Fransua Sagan’ın kitabı, Merhaba Hüzün adıyla dilimize çevrilmişti. Ahmed Hâşim, “Melâli anlamayan nesle âşinâ değiliz!” diye kestirip atmıştı. Heine: “Büyük ızdıraplarımdan küçük şarkılar yaptım.” demişti.
Biz de Hüzünlü Koşmamız’da:
Salkımlar bu bahar yavaş açıyor,
Kuşlar, kelebekler benden kaçıyor,
Güllerimi, kimler ekip biçiyor?
Hüznüme eş olun sevdâlı dağlar,
Hasret şarkıları derdimi dağlar.
Udumu sımsıkı sîneme bastım,
Çile yumağını sapına astım,
Feleğe, kadere, kedere küstüm;
Hüznüme eş olun edâlı dağlar,
Gurbet şarkıları içimi dağlar.
Yardım, kitabına 154 edebiyatçı sığdırmış. Dolayısıyla bir Edebiyat Lügati veya ansiklopedisi hazırlık çalışması edâsında. Daha doğrusu, an’anevî TEZKİRE görünümünde. Hem akıcı üslûbu, hem muhtevâsının yoğunluğu sebebiyle kitap rahatça okunuyor. Asıl önemli husus, dilimizin kullanılış biçimi. Ömer Seyfeddin, Refik Halid veya Karaosmanoğlu’nun temiz İstanbul Türkçesi, tadında ve lezzetinde sayfalar boyunca devam edip gidiyor. Tâlim Terbiye’nin yerinde olsam, Edebiyat Derslerine yardımcı kitap olarak resmen tâmim ederim.
Kitabın çok önemli bir özelliği daha var. Sol düşünce kalemşörlerinden biri, “O şahsı küfretmek için bile ağzınıza almayınız” diye ortalığa gammazlayabilmişti.
Muhafazakâr ekseriyet de bu şirret solaklardan uzak durmuş, kendi muhteşem değerlerinin iklimine sığınmıştı. Ne zaman ki, ashâb-ı şimal çatırdayıp çöktü. Sol baronlar ve kalantorlar iyot gibi açıkta kaldılar. Hemen tamamı, -Halâ Abdülhamid’e lânet yağdırdırarak ve Ermenilerin kızıl sultan sözünü kullanarak- Osmanlı’ya sığındı. Yüzsüzce ve müraîliğin esfel-i sâfîsiyle. Niçin biliyor musunuz? Türk dememek için!..
En az üç çeyrek asır, bu solaklar, edebiyat dünyasında at koşturdu. Şirketler, holdingler, devlet desteği ile tiyatrolar, bol bol harcırahlar, mükâfatlar aldılar. Amma, hempalarını yetiştiremediler. Kandil parıltıları bilhassa edebiyata susamış gençliğin gözünü kamaştıramadı. Hâlbuki Muhafazakâr kesimin muhteşem mâzîsine ek olarak, mimârî, edebî ve mûsikî eserleri vardı. Bu sanatların, tahassüsleri, genlere kodlanmıştı. İstanbul ve Ankara üniversiteleri dışında, Erzurum, Konya ve Ege üniversiteleri, îmanlı ilim adamlarını devreye sokunca, karşıdakilerin gayr-i sahih ilim ve irfanları da iflâs etti.
Mehmed Nuri Yardım, sol antolojilere alınmayan, unutulmaya mahkûm, pek çok şair ve yazarı kitabına alarak nisyandan kurtardı. Mecmua ve gazete köşelerinde, herkesin ulaşamayacağı yerlerdeki edipleri ve şairleri gündeme getirerek kitaplaştırdı. Göreceksiniz bu kitabın pek çok imitasyonları çıkacak.
Mehmet Nuri Yardım bir iyilik daha yaptı. Aslında hatırlanmaya değmeyecek ve vatanımızdaki ikilikleri körüklediği iyi bilinen kalem erbabına da yer verdi. Onların herhangi bir antolojisini açın bakalım Mehmet Nuri Yardım adına rastlayabilir misiniz? Onlar kendi basit, hasis, uyduruk dünyaları içinde kendi terânelerini okurlar.
***
Edebiyatımızda Hüzün kitabı Bayburtlu Celâlî Baba ile başlıyor. O Celâlî ki, annemin babasının konağında misafir olurmuş. Şiirlerinden ikisi Dedeme hitaben söylenmiş. Biz yetiştiğimiz zaman hâtıraları, şiirleri büyüklerimiz tarafından okunur ve anlatılırdı. Bizim Köy ile Celâlî’nin doğduğu Tahsıni Köyü komşudur. Ayrıca Âşık Hicrânî Baba’dan, hem menkıbelerini, hem de şiirlerini çok dinlemiştim. Bayburtlu Zihni nasıl ki, bir koşmasıyla gönüllere taht kurmuştur; Celâlî de ilk karısına söylediği ağıt ile hemen hatıra gelir.
Ev bark etmek için tenli mereği,
Çile yumağını sapına astım,
Feleğe, kadere, kedere küstüm;
Hüznüme eş olun edâlı dağlar,
Gurbet şarkıları içimi dağlar.
Yardım, kitabına 154 edebiyatçı sığdırmış. Dolayısıyla bir Edebiyat Lügati veya ansiklopedisi hazırlık çalışması edâsında. Daha doğrusu, an’anevî TEZKİRE görünümünde. Hem akıcı üslûbu, hem muhtevâsının yoğunluğu sebebiyle kitap rahatça okunuyor. Asıl önemli husus, dilimizin kullanılış biçimi. Ömer Seyfeddin, Refik Halid veya Karaosmanoğlu’nun temiz İstanbul Türkçesi, tadında ve lezzetinde sayfalar boyunca devam edip gidiyor. Tâlim Terbiye’nin yerinde olsam, Edebiyat Derslerine yardımcı kitap olarak resmen tâmim ederim.
Kitabın çok önemli bir özelliği daha var. Sol düşünce kalemşörlerinden biri, “O şahsı küfretmek için bile ağzınıza almayınız” diye ortalığa gammazlayabilmişti.
Muhafazakâr ekseriyet de bu şirret solaklardan uzak durmuş, kendi muhteşem değerlerinin iklimine sığınmıştı. Ne zaman ki, ashâb-ı şimal çatırdayıp çöktü. Sol baronlar ve kalantorlar iyot gibi açıkta kaldılar. Hemen tamamı, -Halâ Abdülhamid’e lânet yağdırdırarak ve Ermenilerin kızıl sultan sözünü kullanarak- Osmanlı’ya sığındı. Yüzsüzce ve müraîliğin esfel-i sâfîsiyle. Niçin biliyor musunuz? Türk dememek için!..
En az üç çeyrek asır, bu solaklar, edebiyat dünyasında at koşturdu. Şirketler, holdingler, devlet desteği ile tiyatrolar, bol bol harcırahlar, mükâfatlar aldılar. Amma, hempalarını yetiştiremediler. Kandil parıltıları bilhassa edebiyata susamış gençliğin gözünü kamaştıramadı. Hâlbuki Muhafazakâr kesimin muhteşem mâzîsine ek olarak, mimârî, edebî ve mûsikî eserleri vardı. Bu sanatların, tahassüsleri, genlere kodlanmıştı. İstanbul ve Ankara üniversiteleri dışında, Erzurum, Konya ve Ege üniversiteleri, îmanlı ilim adamlarını devreye sokunca, karşıdakilerin gayr-i sahih ilim ve irfanları da iflâs etti.
Mehmed Nuri Yardım, sol antolojilere alınmayan, unutulmaya mahkûm, pek çok şair ve yazarı kitabına alarak nisyandan kurtardı. Mecmua ve gazete köşelerinde, herkesin ulaşamayacağı yerlerdeki edipleri ve şairleri gündeme getirerek kitaplaştırdı. Göreceksiniz bu kitabın pek çok imitasyonları çıkacak.
Mehmet Nuri Yardım bir iyilik daha yaptı. Aslında hatırlanmaya değmeyecek ve vatanımızdaki ikilikleri körüklediği iyi bilinen kalem erbabına da yer verdi. Onların herhangi bir antolojisini açın bakalım Mehmet Nuri Yardım adına rastlayabilir misiniz? Onlar kendi basit, hasis, uyduruk dünyaları içinde kendi terânelerini okurlar.
***
Edebiyatımızda Hüzün kitabı Bayburtlu Celâlî Baba ile başlıyor. O Celâlî ki, annemin babasının konağında misafir olurmuş. Şiirlerinden ikisi Dedeme hitaben söylenmiş. Biz yetiştiğimiz zaman hâtıraları, şiirleri büyüklerimiz tarafından okunur ve anlatılırdı. Bizim Köy ile Celâlî’nin doğduğu Tahsıni Köyü komşudur. Ayrıca Âşık Hicrânî Baba’dan, hem menkıbelerini, hem de şiirlerini çok dinlemiştim. Bayburtlu Zihni nasıl ki, bir koşmasıyla gönüllere taht kurmuştur; Celâlî de ilk karısına söylediği ağıt ile hemen hatıra gelir.
Ev bark etmek için tenli mereği,
Dizip koşmak için tepir eleği
Şu gavdan yaptığın tecir, tereği
Dîvân-ı Bâri’ye yâdigâr götür.
Edebiyatımızda Hüzün kitabı, 1815 yılından 2000 yılına kadar olan devredeki şair ve yazarları ele alıyor. Hayat hikâyelerini bir iki sayfa ile anlatan eser, aynı zamanda bir biyografi kitabıdır. Şairlerin şiirleri her bölümün sonuna eklenmiş. Yahut konu edilen edebiyatçıya uygun şiirler ilâve edilmiş. Kitap bu haliyle, bir ölüm ve hüzün şiirleri antolojisi görünümünde. Bu şiirleri yazanlar, edebiyat meraklılarınca mutlaka aranacaktır.
***
Kitabın muhtevâsında yer alan, Celâl Sahir Erozan bahsinde, şairin hasta iken yazdırdığı şiirin iki kıt’ası yer almış. Celâl Sahir’in “Gönülle Başbaşa” şiirini elli yıl evvel Nihavend Makamında bestelemiştim. Benden on sene sonra bir arkadaşım da bu şiiri, yine Nihavend Makamında besteledi. İki beste birbirine o kadar yakındı ki, sanki bir bestekâr elinden çıkmış görünümündeydi. Bu duruma arkadaşımla ben hep gülümsemiş ve eğlenmişizdir. Bu şiirin başına öyle garip bir şey geldi ki, âlemlere sezâ. Şiir Mehmed Âkif Ersoy’un diye bestelenmiş. E… belediyesi birinci bestekâra (!) ödül de vermiş. Mayhoş bir bestekâr (!) daha hızını alamamış, İkinci bir defa bestelemiş, CD. Yapmış, B… belediyesinden “Âkif Yılı ödülünü “ kapıvermiş.
Hiç Âkif şiirinde: “Dudakları bir dal ateş mercan gibi / Bakışları mâsûm bir heyecan gibi / Yürürken o nâzik titreyen endâmı / Tâze bir gül açmış pembe fidan gibi” der mi? Safahat’ın neresinde böyle bir şiir var? Bu ne gaflet, bu ne iz’ansızlık, Hayfâ.
İhsan Raif Hanımın dramatik hayatı da kitapta yer alıyor. Ve “Ağlarım” şiiri, yazının sonuna eklenmiş. Lâkin bir popçu bu ağlayan şiiri, bateri patırtıları, bas gitar güm gümleri ve elektro âlet çığırtkanlığı eşliğinde söylenen pavyon şarkısı yapmış. Bu güne kadar da kimse ses çıkarmamış. Hâlbuki Klâsik Türk Mûsikîsi gönüllüleri -ufak tefek defolar olsa da- edebiyatın Edeb’ine saygı gösterirler. İhsan Raif Hanımın güftesine, Udî Nevres Bey’in yaptığı bir pırlanta Muhayyer şarkısı vardır;
“Gün kavuştu su karardı beni üzme meleğim,
Boynun bükük düşünme gel ver elini gidelim.
Kara gümrah kirpiklerin kaldır gözün göreyim,
Ver elini bak aşkıma işte şahit yüreğim.”
Neyzen Tevfik’in soyadı “Kolaylı” idi. ahfadının bulunduğu Bafra’daki Kolaylı Köyüne 2000 yılında gitmiştim. Köyün Okuluna üstâdın adı verilmiş. Bir de büstünü dikmişler. Bu büstü görseydi, yaman bir hicivle şiirlerine eklerdi.
Şiirlerinin içinde, bir tânesi var ki, Türk Edebiyatında örnekleri pek azdır. Mısır’dan getirdiği can dostu ve Mernuş adını verdiği köpeği için söylemiştir.
Neyzen Tevfik’in mûsikîşinaslığı da çok ileri seviyededir. Nihavend Saz Semaîsi usta bir bestekâr elinden çıkmış şaheserlerdendir. Eğer derbeder hayatı, derli toplu olsaydı, Mûsikî Kaynağımıza çok kıymetli eserler verirdi. Neyzenliğini de çok az sayıda doldurduğu taş plâklardan öğreniyoruz. Kendine has bir üslûba sahipti. İttihat ve Terakki’nin yeniden ihya ettiği Mehter Takımı’nda ney’i ile yer almıştır. 20’li yıllarda üretilen taş plâklarda da ney’ini hemen üslûbundan teşhis edebiliyoruz.
Ayrıca pek çok fasıl bildiği kaynaklarda kayıtlıdır. Kısacası Neyzen Tevfik, Edebiyatından daha üstün bir Mûsikîşinastı. Sağlığında yayınlanan ve gereğinden çok nokta nokta larla dolu, meşhur Hiç isimli kitabında, hem Rûmî “1335 hem de Milâdî 1919 tarihi kayıtlıdır. Mehmet Nuri Yardım, Âşık Veysel’in Neyzen Tevfik’in ölümü üzerine söylediği “Ağıt”ı yazısının sonuna eklemiş.
Neyzen Tevfik dünyasını değişti
Tel sustu, dil sustu, neyler nic’oldu?
Ebedî Yurduna gitti kavuştu,
Ağlayan kemanlar, yaylar nic’oldu?
İnsanlar fânîdir, eserler bâkî,
Neyzen’e de değdi feleğin oku.
Döküldü bâdeler, kahretti sâkî,
Gönüller coşturan ney’ler nic’oldu?
Ne şöhrete tapmış, ne mala tapmış,
Ne doğruyu koyup eğriye sapmış,
Ne bir gecekondu, ne saray yapmış,
“Dünya benim” diyen beyler nicoldu?
Âşık Veysel bu ağıt’ı sazıyla çalarak söylemiştir. Bir kaydı olsaydı da dinleyebilseydik keşke koca Âşık’ı.
Neyzen’in ölümünün 10. Yılında Talât Sait Halman’ın Milliyet’teki bir yazısını hatırlıyorum. Neyzen için: “Bu muhteşem çılgın” tâbirini kullanmıştı.
Haydarpaşa merdivenlerinde doktoru, elinde dolu bir binlik rakı şişesiyle yakalar. Doktor: “Dök yere.” der. Neyzen: “Dökemem, yarısı benim, yarısı Feyhaman’ın (Duran).” Doktor, ısrarına devam eder: “O zaman kendi payını dök.” der, Neyzen: “Onu da yapamam. Çünkü üstteki Feyhaman’ın alttaki benim.” der.
***
Florinalı Nâzım, yani Türk şiir kralı (!). Bu zâtı bana ilk defa Hüsrev Hatemi anlatmıştı. Ondan sonra meraklanmaya başladım. Beşir Ayvazoğlu, Zaman gazetesindeki köşesinde uzun bir makale yazmıştı. Aralık 2007 de Beşir Bey , Kâinatça Tanınmış Türk Şiir Kralı Florinalı Nâzım ve Şaşaalı Edebî Hayatı kitabını yayınladı. Mehmet Nuri Yardım’ın Edebiyatımızda Hüzün kitabından ve Beşir Bey’in kitabından, gülünç olmaktan korkmayan bu zâtı tanımış oluyoruz. Beşir Bey, resimlerine ulaştığı gibi, karikatürlerine de ulaşmış.
Kendisini: “Kâinatça tanınmış Türk Şiir Kralı” ilân etmesi üzerine, olayı konu eden Zahir Güvemli’nin çizdiği bir karikatür, eşine az rastlanır nefasettedir. Bakırköy Akıl Hastahanesi Doktoru Mazhar Osman, Florinalı’ya krallık Hil’atı giydiriyor.
Şâir-i Âzam Abdülhak Hamid, Samipaşazâde Sezâî ve Süleyman Nazif’le fotoğraf karelerinde görülen, hatta titizliği had safhada olan İbnülemin Mahmut Kemal Bey’le görüşebilen bir kişilik, nasıl kendisiyle alay edilmesine aldırmaz ve fiillerine devam eder? Bu menfî şöhreti şîneye çekmek için herhalde Florinalı olmak lâzım. Beşir Bey’in Zaman’daki çarpıcı yazısının sonundaki cümleyi hatırlıyorum: “Günümüzde de Florinalı’lar var.”
Böyle bir “TİP”de Hüseyin Rahmi bey yaratmıştır. Cehennemlik romanının kahramanı Hasan Ferah Efendi de hastalık hastası ve ilâç megalomanıdır.
Alman Hiciv dünyasında 60’lı yıllarda bir “Profesör Kaluer” tipi yaratılmıştı. Prof. Kaluer, daima yeni müzik terimleri uydurur ve bu saçmaları, Alman okuyucularına sunar ve gülmelere sebep olurmuş. Kaluer’i Ankara’da yayınlanan Opus mecmuası, hem de oldukça hacimli bir saçmalıklar sanatı kitabı yazan kişiyi, “Bizim Kaluer” diye sarakaya almıştı ve sert yazılara konu olmuştu.
Bazı güzel şarkılar da besteleyen Mildan Niyazi Ayomak da, makam isimleri ve mûsikî tabirleri uydururmuş. Etem Üngör bir yazısında: (kokoroz, nekerez, akaraz) gibi acayip makam isimleri listesini yayınlamıştı.
Gazinoların kulisleri kendisine yasaklanan bir şarkı sözü yazarının, Bebek Belediye Gazinosu’nun, yazlık kısmında, kadınlar matinesi sırasında, uzun bir değneğin ucuna taktığı şiirini, duvarın üstünden gösterdiğine şahit olmuştuk.
Florinalı da gazetelerin ilân sayfalarında para ödeyerek şiirlerini ve yazılarını neşredermiş. Hatta Beşir Bey kitabında, bir uydurma beyin raporu aldığını da kaydediyor.
***
Fâzıl Ahmet Aykaç, Hüseyin Sîret gibi, eski edebiyatımızın son temsilcilerindendir. Şairimiz, evlât acısı yaşamış bir sanatkârdır. Kaybettiği oğlunu terennüm eden şiiri, Yardım yazının sonuna eklemiş. Bu şiir, hem Bîmen Şen hem de Münir Nurettin Selçuk tarafından bestelenmiştir.
Durmadan aylar geçer yıllar geçer gelmez sesin
Hasretin gönlümde lâkin kim bilir sen nerdesin
Mutlaka ister misin ruhum benim her an desin
Hasretin gönlümde lâkin kim bilir sen nerdesin
Yeri gelmişken, Mustafa Sunar’ın “Nerdesin sen gönlümün nazlı civanı nerdesin?” Mısrâ’ıyla başlayan Kürdilihicazkâr Şakısı da kızını kaybeden bestekârın elemini dile getirir. Tanrı Kimseye evlât acısı göstermesin.
***
Mehmet Nuri Yardım, kitabına Ref’i Cevad Ulunay’ı da almış. Tabiî olarak, Milliyet’in ikinci sayfasındaki büyük boy köşe yazısını okurduk. Karşı sayfada da Peyami Safa’yı. Bir ara Peyami ile alafranga – alaturka kavgasına giriştiler. Peyami Bey biraz batı müziği çalışmış ve keman çalmış. Ulunay ise, ne bir çalgı kurcalamış, ne de mûsikînin (m) sini bilmediği halde kavgaya giriştiler.
Konservatuarın Osmanbey şubesinin plâk odasında, eski kayıtları dinliyorduk. Arşivde Münir Beyin doldurduğu 8 plâklık bir Bayati Mevlevî âyini kaydı vardı. Sadettin Heper, Halil Can, Ulunay, Doğan Ergin, bendeniz ve plâklardan sorumlu Alâaddin Aday dinlemeğe başladık. Sadettin Heper: “Biz Konyada usûl tutarak Âyîn okurduk diyosunuz. Buyurun Münir Bey’e eşlik edin.” Ulunay nefes darlığını bahane ederek: “Nerde efendim ben ağız dolusu küfür bile edemiyorum” dedi. Bu bahanenin anlamı şu idi. Ulunay, Mûsikînin hiçbir şeyini bilmediği halde bir nevî Florinalı’lık yapıyordu.
Mûsikîmizde bir NEGREK olayı vardır.
Ses sanatkârı Salih Dizer, Ulunay’a kızdığı için bir oyun oynamak ister ve mektup yazarak: “Kayıp NEGREK MAKAMINI ve FASLINI bulduğunu” bildirir. Ulunay, kendisini “Mefâhir Delisi ve eski âsarımızın şampiyon müdafiî saydığı için Negrek Makamıyla ilgili, köşesinde bir yazı döktürür. Salih Dizer, ikinci bir mektup daha yazar, böyle bir makam olmadığını, kendisinin mûsikî hakkında yazan bir ‘mûsikî cahili’ olduğunu bildirir. Negrek Davasının mahkemeye kadar gittiğini biliyorum.
Ulunay’la Münir Nûrettin Selçuk arasında da bir “Don Kişot ve Napolyon” kavgası vardı. Bandodan Klâsik Müziğe kitabımızda bu olayı anlatmıştım.
***
Necip Fâzıl Kısakürek ile 1964 yılında, Çapa Yüksek Öğretmen Okulunda verdiği bir konferansta tanıştık. O sıralarda üstâdın “Aydınlık” şiirini Hüseynî Makamında bestelemiştim ve iki sesli düzenlemeyle Mûsikî Mecmuası’nda yayınlanmıştı. Şarkının Hüseynî Makamında olduğu halde iki ses için çift porteye yazılması Kısakürek’in çok dikkatini çekmişti.
“Şarkıyı Hüseynî Makamında bestelediğini beyan ediyorsun, ama notayı iki ses için yazmışsın. Bu nasıl oluyor?” diye sordu. Ben de ayaküstü konuştuğumuz için kısaca “Efendim, bendeniz Arel Ekolüne mensubum. Eserlerimizi polifonik düşünüyoruz. ‘Aydınlık’ aslında dört sesli koro ve orkestra için yazılmıştır. Mecmuadaki nota, bir özettir.” cevabını verdim.
Bir kâğıda telefon numarasını yazdı ve “Eve gel, seninle bu konuda konuşmak isterim, çünkü ben şiirlerimi senfoni dinleyerek yazarım.” dedi. O telefon numarası yazılı kâğıdı, Çile’nin iç kapağına yapıştırdım ve saklıyorum. 1990’da “Zindandan Mehmed’e Mektub”un birinci kıt’asını, 1995 te son kıt’asını, bir yıl sonra da tamamını besteledim.
Mehmet Nuri Yardım yazısını, şairimizin “Zindandan Mehmed’e Mektup” şiiri üzerine temellendirmiş. Evet şairler suç işlememeli, yahut suçlu kabul edilmemeli. Çünkü normalin üstünde kaynaşan Rûha sahip, düşünce ve hayal gel-gitleriyle çalkalanan bir muhayyilenin çarpıntılarıyla dopdolu bir karakter yapısı, dünyaya sığmazken demir parmaklık arkasına asla sığmaz.
Yazımı müsaadenizle benim çok sevdiğim Üstadın bir şiiriyle kapatacağım.
Edebiyatımızda Hüzün kitabı, 1815 yılından 2000 yılına kadar olan devredeki şair ve yazarları ele alıyor. Hayat hikâyelerini bir iki sayfa ile anlatan eser, aynı zamanda bir biyografi kitabıdır. Şairlerin şiirleri her bölümün sonuna eklenmiş. Yahut konu edilen edebiyatçıya uygun şiirler ilâve edilmiş. Kitap bu haliyle, bir ölüm ve hüzün şiirleri antolojisi görünümünde. Bu şiirleri yazanlar, edebiyat meraklılarınca mutlaka aranacaktır.
***
Kitabın muhtevâsında yer alan, Celâl Sahir Erozan bahsinde, şairin hasta iken yazdırdığı şiirin iki kıt’ası yer almış. Celâl Sahir’in “Gönülle Başbaşa” şiirini elli yıl evvel Nihavend Makamında bestelemiştim. Benden on sene sonra bir arkadaşım da bu şiiri, yine Nihavend Makamında besteledi. İki beste birbirine o kadar yakındı ki, sanki bir bestekâr elinden çıkmış görünümündeydi. Bu duruma arkadaşımla ben hep gülümsemiş ve eğlenmişizdir. Bu şiirin başına öyle garip bir şey geldi ki, âlemlere sezâ. Şiir Mehmed Âkif Ersoy’un diye bestelenmiş. E… belediyesi birinci bestekâra (!) ödül de vermiş. Mayhoş bir bestekâr (!) daha hızını alamamış, İkinci bir defa bestelemiş, CD. Yapmış, B… belediyesinden “Âkif Yılı ödülünü “ kapıvermiş.
Hiç Âkif şiirinde: “Dudakları bir dal ateş mercan gibi / Bakışları mâsûm bir heyecan gibi / Yürürken o nâzik titreyen endâmı / Tâze bir gül açmış pembe fidan gibi” der mi? Safahat’ın neresinde böyle bir şiir var? Bu ne gaflet, bu ne iz’ansızlık, Hayfâ.
İhsan Raif Hanımın dramatik hayatı da kitapta yer alıyor. Ve “Ağlarım” şiiri, yazının sonuna eklenmiş. Lâkin bir popçu bu ağlayan şiiri, bateri patırtıları, bas gitar güm gümleri ve elektro âlet çığırtkanlığı eşliğinde söylenen pavyon şarkısı yapmış. Bu güne kadar da kimse ses çıkarmamış. Hâlbuki Klâsik Türk Mûsikîsi gönüllüleri -ufak tefek defolar olsa da- edebiyatın Edeb’ine saygı gösterirler. İhsan Raif Hanımın güftesine, Udî Nevres Bey’in yaptığı bir pırlanta Muhayyer şarkısı vardır;
“Gün kavuştu su karardı beni üzme meleğim,
Boynun bükük düşünme gel ver elini gidelim.
Kara gümrah kirpiklerin kaldır gözün göreyim,
Ver elini bak aşkıma işte şahit yüreğim.”
Neyzen Tevfik’in soyadı “Kolaylı” idi. ahfadının bulunduğu Bafra’daki Kolaylı Köyüne 2000 yılında gitmiştim. Köyün Okuluna üstâdın adı verilmiş. Bir de büstünü dikmişler. Bu büstü görseydi, yaman bir hicivle şiirlerine eklerdi.
Şiirlerinin içinde, bir tânesi var ki, Türk Edebiyatında örnekleri pek azdır. Mısır’dan getirdiği can dostu ve Mernuş adını verdiği köpeği için söylemiştir.
Neyzen Tevfik’in mûsikîşinaslığı da çok ileri seviyededir. Nihavend Saz Semaîsi usta bir bestekâr elinden çıkmış şaheserlerdendir. Eğer derbeder hayatı, derli toplu olsaydı, Mûsikî Kaynağımıza çok kıymetli eserler verirdi. Neyzenliğini de çok az sayıda doldurduğu taş plâklardan öğreniyoruz. Kendine has bir üslûba sahipti. İttihat ve Terakki’nin yeniden ihya ettiği Mehter Takımı’nda ney’i ile yer almıştır. 20’li yıllarda üretilen taş plâklarda da ney’ini hemen üslûbundan teşhis edebiliyoruz.
Ayrıca pek çok fasıl bildiği kaynaklarda kayıtlıdır. Kısacası Neyzen Tevfik, Edebiyatından daha üstün bir Mûsikîşinastı. Sağlığında yayınlanan ve gereğinden çok nokta nokta larla dolu, meşhur Hiç isimli kitabında, hem Rûmî “1335 hem de Milâdî 1919 tarihi kayıtlıdır. Mehmet Nuri Yardım, Âşık Veysel’in Neyzen Tevfik’in ölümü üzerine söylediği “Ağıt”ı yazısının sonuna eklemiş.
Neyzen Tevfik dünyasını değişti
Tel sustu, dil sustu, neyler nic’oldu?
Ebedî Yurduna gitti kavuştu,
Ağlayan kemanlar, yaylar nic’oldu?
İnsanlar fânîdir, eserler bâkî,
Neyzen’e de değdi feleğin oku.
Döküldü bâdeler, kahretti sâkî,
Gönüller coşturan ney’ler nic’oldu?
Ne şöhrete tapmış, ne mala tapmış,
Ne doğruyu koyup eğriye sapmış,
Ne bir gecekondu, ne saray yapmış,
“Dünya benim” diyen beyler nicoldu?
Âşık Veysel bu ağıt’ı sazıyla çalarak söylemiştir. Bir kaydı olsaydı da dinleyebilseydik keşke koca Âşık’ı.
Neyzen’in ölümünün 10. Yılında Talât Sait Halman’ın Milliyet’teki bir yazısını hatırlıyorum. Neyzen için: “Bu muhteşem çılgın” tâbirini kullanmıştı.
Haydarpaşa merdivenlerinde doktoru, elinde dolu bir binlik rakı şişesiyle yakalar. Doktor: “Dök yere.” der. Neyzen: “Dökemem, yarısı benim, yarısı Feyhaman’ın (Duran).” Doktor, ısrarına devam eder: “O zaman kendi payını dök.” der, Neyzen: “Onu da yapamam. Çünkü üstteki Feyhaman’ın alttaki benim.” der.
***
Florinalı Nâzım, yani Türk şiir kralı (!). Bu zâtı bana ilk defa Hüsrev Hatemi anlatmıştı. Ondan sonra meraklanmaya başladım. Beşir Ayvazoğlu, Zaman gazetesindeki köşesinde uzun bir makale yazmıştı. Aralık 2007 de Beşir Bey , Kâinatça Tanınmış Türk Şiir Kralı Florinalı Nâzım ve Şaşaalı Edebî Hayatı kitabını yayınladı. Mehmet Nuri Yardım’ın Edebiyatımızda Hüzün kitabından ve Beşir Bey’in kitabından, gülünç olmaktan korkmayan bu zâtı tanımış oluyoruz. Beşir Bey, resimlerine ulaştığı gibi, karikatürlerine de ulaşmış.
Kendisini: “Kâinatça tanınmış Türk Şiir Kralı” ilân etmesi üzerine, olayı konu eden Zahir Güvemli’nin çizdiği bir karikatür, eşine az rastlanır nefasettedir. Bakırköy Akıl Hastahanesi Doktoru Mazhar Osman, Florinalı’ya krallık Hil’atı giydiriyor.
Şâir-i Âzam Abdülhak Hamid, Samipaşazâde Sezâî ve Süleyman Nazif’le fotoğraf karelerinde görülen, hatta titizliği had safhada olan İbnülemin Mahmut Kemal Bey’le görüşebilen bir kişilik, nasıl kendisiyle alay edilmesine aldırmaz ve fiillerine devam eder? Bu menfî şöhreti şîneye çekmek için herhalde Florinalı olmak lâzım. Beşir Bey’in Zaman’daki çarpıcı yazısının sonundaki cümleyi hatırlıyorum: “Günümüzde de Florinalı’lar var.”
Böyle bir “TİP”de Hüseyin Rahmi bey yaratmıştır. Cehennemlik romanının kahramanı Hasan Ferah Efendi de hastalık hastası ve ilâç megalomanıdır.
Alman Hiciv dünyasında 60’lı yıllarda bir “Profesör Kaluer” tipi yaratılmıştı. Prof. Kaluer, daima yeni müzik terimleri uydurur ve bu saçmaları, Alman okuyucularına sunar ve gülmelere sebep olurmuş. Kaluer’i Ankara’da yayınlanan Opus mecmuası, hem de oldukça hacimli bir saçmalıklar sanatı kitabı yazan kişiyi, “Bizim Kaluer” diye sarakaya almıştı ve sert yazılara konu olmuştu.
Bazı güzel şarkılar da besteleyen Mildan Niyazi Ayomak da, makam isimleri ve mûsikî tabirleri uydururmuş. Etem Üngör bir yazısında: (kokoroz, nekerez, akaraz) gibi acayip makam isimleri listesini yayınlamıştı.
Gazinoların kulisleri kendisine yasaklanan bir şarkı sözü yazarının, Bebek Belediye Gazinosu’nun, yazlık kısmında, kadınlar matinesi sırasında, uzun bir değneğin ucuna taktığı şiirini, duvarın üstünden gösterdiğine şahit olmuştuk.
Florinalı da gazetelerin ilân sayfalarında para ödeyerek şiirlerini ve yazılarını neşredermiş. Hatta Beşir Bey kitabında, bir uydurma beyin raporu aldığını da kaydediyor.
***
Fâzıl Ahmet Aykaç, Hüseyin Sîret gibi, eski edebiyatımızın son temsilcilerindendir. Şairimiz, evlât acısı yaşamış bir sanatkârdır. Kaybettiği oğlunu terennüm eden şiiri, Yardım yazının sonuna eklemiş. Bu şiir, hem Bîmen Şen hem de Münir Nurettin Selçuk tarafından bestelenmiştir.
Durmadan aylar geçer yıllar geçer gelmez sesin
Hasretin gönlümde lâkin kim bilir sen nerdesin
Mutlaka ister misin ruhum benim her an desin
Hasretin gönlümde lâkin kim bilir sen nerdesin
Yeri gelmişken, Mustafa Sunar’ın “Nerdesin sen gönlümün nazlı civanı nerdesin?” Mısrâ’ıyla başlayan Kürdilihicazkâr Şakısı da kızını kaybeden bestekârın elemini dile getirir. Tanrı Kimseye evlât acısı göstermesin.
***
Mehmet Nuri Yardım, kitabına Ref’i Cevad Ulunay’ı da almış. Tabiî olarak, Milliyet’in ikinci sayfasındaki büyük boy köşe yazısını okurduk. Karşı sayfada da Peyami Safa’yı. Bir ara Peyami ile alafranga – alaturka kavgasına giriştiler. Peyami Bey biraz batı müziği çalışmış ve keman çalmış. Ulunay ise, ne bir çalgı kurcalamış, ne de mûsikînin (m) sini bilmediği halde kavgaya giriştiler.
Konservatuarın Osmanbey şubesinin plâk odasında, eski kayıtları dinliyorduk. Arşivde Münir Beyin doldurduğu 8 plâklık bir Bayati Mevlevî âyini kaydı vardı. Sadettin Heper, Halil Can, Ulunay, Doğan Ergin, bendeniz ve plâklardan sorumlu Alâaddin Aday dinlemeğe başladık. Sadettin Heper: “Biz Konyada usûl tutarak Âyîn okurduk diyosunuz. Buyurun Münir Bey’e eşlik edin.” Ulunay nefes darlığını bahane ederek: “Nerde efendim ben ağız dolusu küfür bile edemiyorum” dedi. Bu bahanenin anlamı şu idi. Ulunay, Mûsikînin hiçbir şeyini bilmediği halde bir nevî Florinalı’lık yapıyordu.
Mûsikîmizde bir NEGREK olayı vardır.
Ses sanatkârı Salih Dizer, Ulunay’a kızdığı için bir oyun oynamak ister ve mektup yazarak: “Kayıp NEGREK MAKAMINI ve FASLINI bulduğunu” bildirir. Ulunay, kendisini “Mefâhir Delisi ve eski âsarımızın şampiyon müdafiî saydığı için Negrek Makamıyla ilgili, köşesinde bir yazı döktürür. Salih Dizer, ikinci bir mektup daha yazar, böyle bir makam olmadığını, kendisinin mûsikî hakkında yazan bir ‘mûsikî cahili’ olduğunu bildirir. Negrek Davasının mahkemeye kadar gittiğini biliyorum.
Ulunay’la Münir Nûrettin Selçuk arasında da bir “Don Kişot ve Napolyon” kavgası vardı. Bandodan Klâsik Müziğe kitabımızda bu olayı anlatmıştım.
***
Necip Fâzıl Kısakürek ile 1964 yılında, Çapa Yüksek Öğretmen Okulunda verdiği bir konferansta tanıştık. O sıralarda üstâdın “Aydınlık” şiirini Hüseynî Makamında bestelemiştim ve iki sesli düzenlemeyle Mûsikî Mecmuası’nda yayınlanmıştı. Şarkının Hüseynî Makamında olduğu halde iki ses için çift porteye yazılması Kısakürek’in çok dikkatini çekmişti.
“Şarkıyı Hüseynî Makamında bestelediğini beyan ediyorsun, ama notayı iki ses için yazmışsın. Bu nasıl oluyor?” diye sordu. Ben de ayaküstü konuştuğumuz için kısaca “Efendim, bendeniz Arel Ekolüne mensubum. Eserlerimizi polifonik düşünüyoruz. ‘Aydınlık’ aslında dört sesli koro ve orkestra için yazılmıştır. Mecmuadaki nota, bir özettir.” cevabını verdim.
Bir kâğıda telefon numarasını yazdı ve “Eve gel, seninle bu konuda konuşmak isterim, çünkü ben şiirlerimi senfoni dinleyerek yazarım.” dedi. O telefon numarası yazılı kâğıdı, Çile’nin iç kapağına yapıştırdım ve saklıyorum. 1990’da “Zindandan Mehmed’e Mektub”un birinci kıt’asını, 1995 te son kıt’asını, bir yıl sonra da tamamını besteledim.
Mehmet Nuri Yardım yazısını, şairimizin “Zindandan Mehmed’e Mektup” şiiri üzerine temellendirmiş. Evet şairler suç işlememeli, yahut suçlu kabul edilmemeli. Çünkü normalin üstünde kaynaşan Rûha sahip, düşünce ve hayal gel-gitleriyle çalkalanan bir muhayyilenin çarpıntılarıyla dopdolu bir karakter yapısı, dünyaya sığmazken demir parmaklık arkasına asla sığmaz.
Yazımı müsaadenizle benim çok sevdiğim Üstadın bir şiiriyle kapatacağım.
VEDÂ
Elimde sükûtun nabzını dinle,
Dinle de gönlümü alıver gitsin.
Saçlarımdan tutup kor gözlerinle,
Yaşlı gözlerime dalıver gitsin.
Yürü gölgen seni uğurlamakta,
Küçülüp küçülüp kaybol ırakta,
Köşeyi dönerken arkana bak da,
Orada bir lâhza kalıver gitsin.
Ümidim yılların seline düştü,
Saçının en titrek teline düştü,
Kuru yaprak gibi eline düştü,
İstersen rüzgâra salıver gitsin.
***
(Beylikdüzü, İstanbul, 21 Ekim 2014)