1953 yılı Kasım ayında İstanbul’da,  Hadise Yayınevi tarafından İSTANBUL dergisi yayınlanmaya başladı. Bizler Trabzon Erkek Öğretmen Okulu öğrencileriydik. Edebiyat Hocamız Suna Gerçek (Tural), bu dergiyi okumamızı tavsiye etti. Hocânım, İstanbul Edebiyat Fakültesini yeni bitirmiş, Trabzon Lisesine tayin edilmişti. Fakat bizim okulda da ders veriyordu. Başta Mehmet Kaplan ve Tanpınar olmak üzere çok mümtaz hocaların tedrisinden feyz almıştı.

1953 yılı Kasım ayında İstanbul’da,  Hadise Yayınevi tarafından İSTANBUL dergisi yayınlanmaya başladı. Bizler Trabzon Erkek Öğretmen Okulu öğrencileriydik. Edebiyat Hocamız Suna Gerçek (Tural), bu dergiyi okumamızı tavsiye etti. Hocânım, İstanbul Edebiyat Fakültesini yeni bitirmiş, Trabzon Lisesine tayin edilmişti. Fakat bizim okulda da ders veriyordu. Başta Mehmet Kaplan ve Tanpınar olmak üzere çok mümtaz hocaların tedrisinden feyz almıştı.

Bu isimler İstanbul Dergisi’nin yazı kadrosunda idi. Hemen abone olduk. Dergide çok değerli kalemler, fikir adamları, şairler hatta ressamlar yer alıyordu. Dergi, adeta doğu-batı sentezini hakkıyla gerçekleştirmiş konumdaydı. Bizler muhafazakârdık, ama aşırılığa da tahammülümüz yoktu. İstanbul Dergisini çok sevmiştik.

Derginin ikinci sayısında (Aralık-1953) Ahmet Kabaklı imzasıyla çıkan “Küfüre Övgü” başlıklı yazı ile karşılaştık. İlk okuduğum Kabaklı imzalı yazı budur. Hoca yazısında, edebiyat sanatının küfürle bağdaşamayacağını işliyordu.

Mutasavvıfların: “EDEB YÂ HÛ!” nidâsı gibi bir yazı idi. Buyurun birkaç satır okuyalım:

“Yeninin yolunu kesen, adını karalayan, yeniyi gürültüye getirmek çabasıyla ‘yeni benim!’ diye tepinen şiirli hikâyeli, küfürlü sanat (!) güdümlü, göçümlü, ölümlü sanat, artık münekkitlerini de vermeye başladı. Ressam şair ve yazar Bedri Rahmi Eyüboğlu da bu sanat güvelerinin ekmeğine yağ sürmüş. Hani bir doktor ‘küfür sıhhate faydalıdır’ gibi bir hikmet sarf edip meşhur olduydu ya, bizimki de tutmuş küfrün şiirle olan ilişkisini ispatlıyor… Bakın bir arkadaşının şiirini: ‘güzel şiir, küfür gibi şiir!’ diye beğenmişler. O, önceleri ‘küfürle şiir arasında bir münasebet olabileceğini bir türlü anlayamamış’. Sonra enikonu güzel şiirler yazan bir mühendis arkadaş, ‘şiiri bırakıp küfre başlamış’. Adam şiirden boşalan peteğine ‘Bal yerine küfür’ doldurmuş. ‘soranın da… dökenin de…’ diyerek; orta yerdeki (Ş) leri çatlatıp: ‘Kemir eşşoğlu eşşoğlu’ ‘Büzül eşşoğlu eşşoğlu’ diyerek şiirler yazarmış. Hülâsa ‘Üzümün şarap, şarabın da sirke kesilmesi gibi, bizim mühendis arkadaşın şiiri de küfür kesilmiş."

Ahmet Kabaklı Hoca, yazısının devamında şiir sanatı, nesir, nükte, hiciv gibi edebî sanatları inceliyor.

Bu ilk yazıyı okuduğum zaman onaltı yaşında imişim. İSTANBUL dergisi tam 36 sayı devam etti. Ahmet Kabaklı Hocanın şiirleri de bu dergide yayınlandı. Bir gün sohbet ederken bu yazılardan bahsettim. “Ne diyorsun? Sende var mı o yazılar?” dedi. “Hem de tamamı” cevabını verdim. Daha sonra üç cilt halinde olan İSTANBUL dergilerini vakfa getirdim. Kopyaları alındı.

Hoca etrafındakilere “Yahu bu beni çocukken okumaya başlamış” diye anlatmış. İstanbul Dergisinin cilt iki, Ocak 1955 sayısında çıkan şiirini, Ahmet Hocanın şiir dünyasına örnek olsun diye kaydediyorum.

YUNUSUN GÜLLERİ

Bütün düşüncem başk-olup
Hayalde cânan yolunda
Can sohbeti kurulanda
Yedi felekler aşk-olup
Münafıklar yorulanda
Hal dilinden gül dalından
Taksirimiz sorulanda
Yedi zemîn yarılanda
Sarmaşık kavak dalına
Cânan diye sarılanda
Yetmişbin bahar reng-olup
Bir çiçeğe karılanda
Bir gönüle on-bin yara
Acıtmadan vurulanda
Şol kâinat secd-eyleyüp
Can çalaba verilende
Bu mesel içre halimiz
Bir yüceden görülende
Denir erenler katında
Açar gülleri Yunus’un

***

Hocayı daha sonra Tercüman’da takip etmeye başladık. “Gün Işığı” köşesi bizim için apaydınlık bir limandı. Hoca Türk Edebiyatı Cemiyetini arkadaşlarıyla kurarken, Türk Edebiyatı Dergisinin de yayına başlamasını sağladı. Bu mecmuanın zamanlaması çok isabetlidir. Çünkü HİSAR yayınını durdurmuştu. Misyonu Türk Edebiyatı devralmıştı. Bilhassa Hisar’da takip ettiğimiz Cemil Meriç’in yazıları, bu dergide yayınlanmaya başlamıştı.

Derneğin Meşhur Çarşamba Sohbetleri, Yeşilay Salonunda gerçekleşiyordu. Prof. Dr. Ayhan Songar, Türk Edebiyatı Derneğinde bir konuşma yapmamı tavsiye etti. Yanıma Lâvta ve Gitar alarak, 6 Nisan 1984 günü konuşmamı yaptım. Bazı eserleri hem lâvta ile Hem de Gitarla çalarak, “Türk Mûsikîsinin batı sazlarıyla icra edilemeyeceğini” vurgulamaya çalıştım.

Arada Ahmet Bey ile konuşurken, yanımıza bir hanım geldi. “Hocam Fırat Bey, konuşma metnini bize veremez mi?” dedi. Ben, metin yazmadığımı, konuşmamı irticalen yaptığımı söyledim. “Ama arzu ederseniz bir şiirim var onu takdim edeyim.” Dedim. Ahmet Bey şiiri cebine koydu. Yazı isteyen hanım da sonradan bacı-kardaş olduğumuz, aramızda “Erzurum Balası” diye azizlediğimiz Belkıs İbrahimhakkıoğlu idi.

Şiirim 1985 Şubat sayısında yayınlandı. Şiir, Bahtiyar Vahapzâde’nin, Özbek lehçemizden aktardığı, Cemal Kâmal’ın “Bir Dâne Bir Dâne” başlıklı şiirine bir nazire idi. Çok heyecanlı idim. Tam elli yaşında idim. En büyük mecmuada şiirim yayınlanıyordu. O zamanlar “Kul Ozan” mahlâsı ile şiir yayınlıyordum. Aradan iki ay geçince, Timur Kocaoğlu imzasıyla mecmuada bir yazı çıktı: “Kul Ozan Özbekistan’da.” Taşkent’teki Edebiyat Gazetesinde Bahtiyar Nazarov adlı zat, şiiri Özbek Lehçemize aktarmış ve bir de değerlendirme yazısı yazmıştı.

Bu durum Ahmet Kabaklı hocamızı da heyecanlandırmıştı. Türk Edebiyatı’nın neredeyse her sayısına şiir yazmaya başladım. Azerbaycan’dan Memmed Aslan dergiye nazîreler gönderiyor, bende cevabî şiirleri yazıyordum. Nitekim Ahmet Kabaklı Hocamız, beş ciltlik Türk Edebiyatı kitabının dördüncü cildinin 851-855. inci sayfalarını bendenize ayırmış, örnek olarak, “Turnalar, ona nazîre yazan Memmed Aslan’ın şiiri ve Tuna Boyu” şiirlerime yer vermiştir. Aynı eserin beşinci cildinde 900-901.’inci sayfasında, Memmed Aslan’ın AÇIL BENEVŞEM AÇIL şiiri ile benim yazdığım “BENEVŞE NAZİRESİ, yan yana dizilerek basılmıştır.

***

Vakıf adına Atatürk Kültür Merkezinde konser veriyorduk. Sol başta Tanbûrî Necdet Yaşar, En sağ başta da ben viyolonselimle yer almıştım. Solist Bekir Sıtkı Sezgin idi. Ahmet Bey kürsüde konuşma yaptı, sıra ile sazendeleri takdim etti. Sıra bana gelince yanıma geldi. Elini omzuma koydu: “Bu da hepinizin tanıdığı viyolonselci Fırat Kızıltuğ değil mi? Biliyor musunuz, KUL OZAN bu imiş. Herkese ilân ediyorum, Kul Ozan Fırat Kızıltuğ’dur.” Evet edebiyat dünyası birkaç yıl beni Kul Ozan olarak tanıdı. Hatta ilk şiir kitabım “BİR DANE BİR DANE” de Kul Ozan mahlâsı ile imzalanarak çıktı. Hocanın bu şiir kitabına yazdığı önsöz; benim için hatıra değerinin yanı sıra, edebî bir mirastır. Yayınlanacak her şiir kitabımın başına bu yazıyı ilâve edeceğim.

KUL OZAN’I GELECEĞE

“Yeni bir şairi, bir sanatkârı “geleceğe” takdim etmek, zor bir görevdir, sorumlu iştir, biraz da bilgiçlik hatta kehânet ârazı taşır. Böyle olduğu halde, takdimin bir de zevki vardır: “ya haklı isem, gerçekten tutarsa?” diye azıcık da okuyucuları meçhule baktırmak heyecanı vardır. Bu sebeple TÜRK EDEBİYATI dergimizde, ilgiyle okunan ve hatta şiirleri Azerbaycan’ın gerçek üstadlarından Memmed Aslan’ı bile coşturup bizim baba yurdu “Kaf Dağları’ndan” ses getiren KUL OZAN’ı (FIRAT KIZILTUĞ) “Bir Dane, Bir Dane” isimli bu ilk şiir kitabı çıkarken, size tanıtmadan edemedim.

Kul Ozan’ın şahsındaki gayret kültür ve meziyetlerin yanı sıra kendi şairliğine güç veren üç şansına da burada işaret etmek isterim:

- Seçkin bir öğretmendir; bu insaniyet ve fazilet mesleği, onun manzume ve şiirlerine, ayrı, sorumlu, yapıcı bir özellik vermektedir.
- Bayburtlu oluşu ayrı bir şiir şansıdır. Çünkü folklor menkibe ve yurtseverlik çevresini yakından bildiğimiz Bayburt’un dağları, ırmakları, kalesi ve şehitler gömülü toprağı, Anadolu’muzun Türkler tarafından fethinden bile çok önceleri, Dede Korkut Oğuzları’nın destanlı, şiirli maceralarına sahne olmuştur.
- Şair dostumuzun bir diğer meziyeti de, delikanlı yıllarından beri Türk ve dünya musikileri ile iç içe yaşaması ve musikişinaslığı hem nazarî hem uygulamalı “meslek edinmiş bulunmaktadır”.
Musiki ile şiirin aynı beşikte büyüyen sanat bebekleri olduğu ise, Eski Mısır’dan beri bilinen bir gerçektir.

Bunların yanı sıra, Kul Ozan’da, bitmeyen bir sanat merakı… Bilgi ve kültüre nihayetsiz açlık dikkatimizi çekmektedir. Ancak, şiirde seçtiği yol “Halk Şiiri Tarzı” çok denenmiş çok usta şairler çıkarmış bir tarz oluşu dolayısıyla “zor” bir yoldur.

“Doğmaca şiir ve gelenek” gücü isteyen bu tarzda, yeni şeyler söyleyebilmesi, vezin kafiye ve redifleri ustalıkla kullanabilmesi, Fırat Kızıltuğ’u (nam-ı diğer Kul Ozan) dostumuzu bir doğuş ve gayret şairi yormak mümkündür.

Yeni bir şiir tarzı ve yeni bir şairle sizi selâmlamak, sizi sevindirmek isterim. O sevinci, Kızıltuğ’un diliyle sunayım size:

“Kul Ozan yazar tükenmez
Ömür biter destan bitmez” 

***

80 li yıllarda TEDEV de mûsikî çalışmalarını başlattık. Ud ve gitar öğrencilerimiz oldu. “Azerbaycan’a Selâm” ve “Urumeline Selâm” konserleri düzenledik. Esma Özcan (Başbuğ), Aylin Şengün (Taşçı), Meral Görgülü (Buğdaycı), Fatma Apaydın (Kaya), İrfan Dpğrusöz, Şehvar Beşiroğlu bu konserlerin sanatçıları idiler. Bazı bantları saklıyorum. Konser sonlarında Ahmet Kabaklı Hoca değerlendirme konuşmaları yapardı. O konuşmaları banttan çözüp bir yazıda toplamayı düşünüyorum.

***

1985 te Essen’de “Yurt Dışındaki Osmanlı Eserleri” sergisi, ikinci dünya savaşının silâhlarını yapan meşhur Krupp’ların malikânesinde açılmıştı. İngiltere’den getirilen, Bellini’nin çizdiğ i Fatih Sultan Mehmed Tablosu ile, iki Fatih Madalyonu kalıpları da sergide teşhir ediliyordu. Tablo özel bir odada, polis kontrolünde bulunuyordu. Manzara bana çok dokunmuştu. Aşağıdaki şiiri yazıp Hocaya gönderdim:

BELLİNİ’NİN FATİH TABLOSU

(Ahmet Kabaklı’ya)

Gözündeki sert suale,
Cevap bulup veremedim.
Suretine edip hamle,
Vatana gönderemedim.

Fatih Fatih, çatma kaşın,
Garibim eyleme hişim,
Boynum ince, fedâ başım;
Derdimi dindiremedim.

Gönüller dolu seninle,
Öğünürüm eserinle,
Konuşurum sûretinle;
Sohbetim bitiremedim.

Misafir idm Essen’de,
Hasret dağı, dilde, tende,
Tuzla biber ektin sen de,
Od’umu söndüremedim.

Tablon, tam beşyüz yaşında,
Çizilmiş Yeniçağ başında,
Dört polis bekler başında;
Elimi de süremedim.

Kul Ozan ah üvah eder,
Döğünmede keder keder,
Döner birgün döner kader;
Ümidim yitiremedim.

12 Ağustos 1985
Essen/Tal str.13

***

Ahmet Kabaklı Hocamız, Türkiye gazetesinin, 10 Şubat 2000 tarihli “Yeni Avrasya” başlıklı yazısında bendeniz için şu cümleleri kaydediyordu:

“Şair bestekâr Fırat Kızıltuğ, 12 kadar Özgün Türk sazını sıraladıktan sonra en sevdiği konuya girmiş “Türk Dünyası ve Mûsikîmiz” Yazar bütün Türk Dünyasında batı ve caz müziği özentilerini anlattıktan sonra bu yanılgıyı ve gençlerimizi, Türklük sevdâsının dışına iten ruh katliâmlarını, Yahya Kemal’in ünlü mısrâ’ı ile kınıyor:

Çok insan anlayamaz eski mûsikîmizde
Ve ondan anlamayan bir şey anlamaz bizden

***

Hoca, 4 Nisan 2000 Salı günkü yazısında da şu kanaatlerine yer veriyordu:

Fırat Kızıltuğ

“Aynı gün yukarıda bahsettiğim klâsik koromuzdan viyolonsel üstadı Fırat Kızıltuğ dostumuzun, yaş haddi sebebiyle emeklilik töreni de yapıldı. Sahnede gördüğümüz eski günlerinden çok daha zinde olan sanatkâr dostum, ayrıca büyük bir sevgi hâlesi içindeydi. Çünkü yıllardan beri Türk Edebiyatı Vakfı salonlarında ve her yerde yetiştirdiği öğrencilerinin çoğu, salonu doldurmuşlardı.

Ellerinde kucak kucak çiçeklerle bir Fırat Bey Baharı donatılmıştı. Hanımlar, beyler, yetişkin genç kızlarla delikanlılar ve yetişmekte olan küçükler: Meselâ Hocam Cemil Meriç’in torunu 12 yaşlarında Hazal Yazan, annesi Porf Ümit Yazan’la beraberdi. Arkada bazısı ses ve saz yıldızı olmak pâyesine ulaşmış sanatkârlarla beraber, üç neslin mûsikî fotoğrafıydı bu.

Fırat Kızıltuğ’u taa Bayburt’tan, Trabzon’dan yurda açılan gayretleri ve aşıladığı sanat ruhu bu güzel görünüşün alt yapısıydı. Fırat Kızıltuğ dostum sayın şaf’in ve arkadaşlarının duyguları ile korosunun gönül armağanını (plâketini) aldı. Uzun yıllar aynı koroda çalışan merhum pek sayar gibi onun da klâsik korodaki doldurulma yerini devamlı tutması temenni edildi. Ama o kadar değil, biz de, Türk Edebiyatı Vakfı olarak “Edebiyata paha biçilmez hizmetleri için” şiir tarzında ve mûsikî senaryoları için çeşidi benzersiz eserleri için bir teşekkür belgesi sunduk.

Böylece hezarfen (çok yönlü) Fırat Kızıltuğ’un değerli çalışmalarının ve üstün yeteneklerinin bir yanına daha dokunmuş olduk. Fırat Bey, “Kul Ozan” takma adı ile âşık tarzında, güçlü şiirler yazmakta, bundan başka Türk Mûsikîsi Tarihinde yer tutmuş seçkinlerin, hatıralarından (film hikâyeleri, senaryolar) düzenlemektedir. Bu nefiselerin hepsi her ay Türk Edebiyatı Dergisinde yayınlanmaktadır.

Hoca 27 Ocak 2000 tarihli yazısını tamamen bana ayırmıştı:

Otlakçı-Batakçı-Yaltakçı
(Çanakçı Destanları)

Sevgili dostum şair, bestekâr, heccav Fırat Kızıltuğ, yeni çıkardığı Kitab-ı Yâve’siyle zekâlara seslenen manzum bir hiciv kitabı yayınlamış. Mûsikîdeki derinliği, ona bir kısmı “yıldız” denilecek değerde öğrenciler nasibetti. Büyük kısmı, halk tarzında olan koşma ve kıt’alarında ise Azerbaycan’ın ünlü şairi Memmed Aslan ile nazireleşiyor. Şimdi de büyük bestekârlarımızın anlam ve âhenk dolu san’at serüvenlerini romanlaştırıyor. Bunlardan sesçe ve sözce üstlerinde yeni eserler yapacakları yeni duyguları coşturan senaryolar bekleniyor. Bunların hepsini Türk Edebiyatı Dergisinde okuyabilirsiniz.

Fırat Kızıltuğ Beyin Çırak Hicvî takma adıyla yazdığı bu Kitab-ı Yâve’sini okurken bilhassa Çanakçı redifli manzumeyi kastederek sordum:
- Bu kafiye de nereden geldi aklına? Fırat’ın da cevap kıt’ası zaten hazırmış:

Bayburt’lu Zihnî’miz Otlakçı demiş,
Celâli Baba’mız Batakçı demiş,
Hicranî Ustamız Yaltakçı demiş
Cümleyi pişpişle, solla Çanakçı.

Kimi kendisi gibi Bayburtlu bu üstadların ve Neyze’lerin Eşref’lerinde izinde, memleketi kasıp kavuran karaktersizlikleri hicivlerle (taşlama) lislâha çalışan bir Heccav Çırağı tevazuuna bürünmüş bir Bayburtlu konuşuyordu. Esasen benzerlerine her yerde rastladığımız bir Çanakçı tipini yaşatıyordu...

***

Ahmet Kabaklı Hoca, benim Edebî Atamdır. Birbirimizi hiç incitmedik. Ben onu saydım, O da beni sevdi. Ben her zaman yanında olduğum için iftihar ettim. O bana hep değer verdi ve güvendi. Dildeste ve Dilbeste kitaplarının parçalarını yazarken şöyle demişti: “Bu parçaları yazmak için, bir şâir, bir bestekâr, bir müzisyen, bir de kalem erbabı lâzım. Ben niye dört kişi arayayım? Sende bunların dördü bir arada. Sen yazacaksın ben de yayınlayacağım.”

Vakfın senaryo yarışmasında Jüri Özel Ödülüne lâyık görüşmüştüm. Sordum: “-Hocam bu senaryoyu nasıl seçtiniz?” “-Ben ve Jüri ifadesinin akıcılığından vazgeçemedik.”

***

Vefat ettiği 8 Şubat 2001 tarihinde bir ağıt (Sagu) yazmıştım. Vakfın “Ahmet kabaklı Özel Sayısında” Bu sagu yer aldı. Onu bir kere daha rahmetle anarak, yazıma son veriyorum.

AHMET KABAKLI  HOCA’YA SAGU

 
Harput kal'asından bir  şahin uçtu,
İstanbul İlinden cennete göçtü,
Ecel,  libasını beyazdan biçti;
“Gelimli gidimli dünya" dediler,
Gülbank mizanında, kırklar, yediler...

Harput Kal’asının burcu tutustu,
Hazar’ın suları kaynadı, coştu,
Kavım kardaş son selâmda buluştu;
“Takdire yok imiş tedbir“ dediler,
Vatan toprağından, ikrar verdiler…         

Hüseynî Baykara meclisi demde ,
Nevaî, Nesimî köşkünde, hem de,
Nedim-i şeyda var dahi âlemde;
Derkenar düştüler deftere bir bir,
Kaderin hükmü var, muhaldir tedbir.

Yetim kaleminin, kanı durulmuş,
Fânî Defterinden hüküm sorulmuş,
Kitapların can evinden vurulmuş;
Al bayrak, Gök bayrak, altında uyu,
Meş’alen yanacak, nesiller  boyu…

Ağlama kopuzum, ağlaşma sazım,
Ak kâğıt üstünde kaynaşma yazım,
Alperen sabrında ber-karar lâzım;
Ebet-müddet “Türk’e Doğru” kolumuz,
Ezelden, ebede tektir yolumuz…

Şubat 2011