Çoktandır üzerinde düşündüğüm bir konuyu kaleme almam demek ki şimdiye nasipmiş. Meseleyi etraflıca düşünüp toparlamam epey zamanıma mal oldu. Bu süreçte kafamda vicdanımda ölçüp tarttığım bir konuyu hemşerilerimizle paylaşma fikri cazip geldiği kadar, beni tedirgin de ediyordu. El atmayı planladığım mesele, herkesin bildiği bir konu ise bir kez daha tekrarlamanın ne faydası olurdu, herkesin karşılaştığı ama kanıksadığı bir konu ise benimkisi aşırı hassas bir yapının “şahsi kaprisleri” olarak mı algılanırdı? Gecikmenin bir sebebi de belki de bu itminansızlık yahut kararsızlıktır. Her ne ise.
Lise dönemlerine kadar çocukluğum Bayburt’ta geçti, daha sonra belirli aralıklarla Bayburt’a sürekli gidip geldim; yani şükür, memleketimle bağım hiç kopmadı. Son iki senedir ki Bayburt’taki köyümüze bir ev yapma durumunda olduğumuz için Bayburt’ta çok uzun süreler kalma imkânım oldu, bu süre zarfında bir yandan çocukluğumuzdan beri biriktirdiğim hatıraların izlerini sürüp, hayalimdeki bazı bölük pörçük hadiseleri birleştirmeye çalışırken öte yandan da 35-40 yıldır genellikle uzak kaldığım memleketimdeki görüp, yaşadıklarımdan bazı sonuçlar çıkarmaya çalıştım.
Etrafımı, tabir caizse sağımı solumu süzmeye çalışırken itiraf etmeliyim ki beynim iki zıt duygunun sarmaş dolaş istilası altındaydı; korktuğum kadar ümid ediyor, ümit ettiğim derecede korkuyordum. Değişmemesini arzu ettiğim haller konusunda korkuyor, değişmesine bel bağladığım şeyler konusunda ümit ediyordum. Aynı anda çok fazla şeyi isteyerek, tastamam bir ütopya mı düşlüyordum; bilmiyorum ama meramımı daha net ifade etmem gerekirse, Bayburt’a benim yaşamadığım süre içinde neler değişmiş neler yerli yerinde kalmıştı merakıma cevaplar arıyordum. Değişmemesini umduğum şeylerden geriye neler kalmıştı yoksa maazallah bunların yerinde yeller mi esiyordu? Öte yandan keşke değişmiş olsa dediğim ahval ve şartlarda dişe dokunur ne gibi gelişmeler meydana gelmişti, yoksa maazallah bunlar da yerli yerinde duruyorlar mıydı?
Bu süreçte, korkunun ümide baskın çıktığını ne yazık ki hissettim ve yaşadım. Evet, çatallaşan duygularımın her iki kutbunda yer yer tahminlerimde yanıldığımı bunlardan dolayı da mutlu olduğumu inkâr etmeyeceğim. Hepsini yazarsam uzunca bir makale olur.
Bu yazımı özellikle tekil bir durumla ilgili gözlemlerime ve bunlarla ilgili genel analizlere ayırdım. Bu yazı da ben “muhafaza edilmesi” gerekenler konusunda yüzyüze kaldığım korkularımdan ziyade, değişmesini umduğum ama çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadığım bir durumdan söz edeceğim. Halen Bayburt’ta yaşayanlar için belki çok tanıdık, çok sıradan gelecektir fakat ben de soğuk duş etkisi meydana getiren esnafın davranış kalıplarıyla ilgili bizzat şahit olduğum şeyler neredeyse kanımı dondurdu. İsim ve yer vermeden birazdan bunlardan söz edeceğim ki bu durumlar karşısında öylesine şaşırdım, üzüldüm, kahırlandım ki anlatamam, hatta bunları tam anlamıyla tasvir edemem bile. Şurası kesin ama bu şehirde benzer şeyleri yaşamayanların, özellikle yabancıların neler hissettiklerini düşündükçe de fazlasıyla demoralize oldum. En hafif tabirle görgüsüzlük, kabalık diyebileceğim haller karşısında çocukluğumdan beri “şehrin merkez nüfusu keşke 100.000 olsa özlemimden vazgeçip böyle bir durumda 40.000 olmasına bile şükretmek gerekir diye düşündüm.
Öteden beri Bayburt’un pahalı bir şehir olduğundan şikâyet edilir ve bunun faturası esnafa kesilir. Ben bu konuda genel kanaatin aksine Bayburt esnafının haksız bir töhmetin altında kaldığını düşünüyorum. Bayburt, Erzurum ve Trabzon kadar ucuz bir şehir olamaz. Hele Antalya gibi şehirler ile kıyas yapıp buradan esnafa yüklenmek insafsızlığın alası sayılır. Arz talep, ulaşım imkânları vs. Bayburt’u böyle bir şehir yapmıştır. Esnafla ilgili gündeme getirilmesi gereken asıl mesele ticari ve insani ilişkilerdeki nobranlık diyebileceğimiz hususlardır ki, müşteri olarak Bayburt halkı ya da dışarıdan gelenler bunlara müstahak da mahkûm da değildir.
Yaklaşık iki yıllık şehadetimle söyleyebilirim ki esnaf müşteri ilişkileri konusunda bazı iyi örnekleri ve istisnaları bir kenara koyarsak, Bayburt dere tepe düz gitmiş ama maalesef bir arpa boyu yol almamış. Sözün tam da burasında demem o ki, diğer şehirlere göre Bayburt’taki pahalılığı esnafımızın yanına geçip savunurum ama gördüğüm tüm şehirlerdeki esnaf müşteri ilişkilerinin gerisinde kalan Bayburt esnaf kültürünü hiç kimsenin savunmasına ya da meşrulaştırmasına hak veremem. Bodrum'da, Çeşme'de, Kapadokya’da vs ile gördüklerim ve yaşadıklarımla mukayese ederek söylemiyorum ama kendi kendime diyorum ki ne olurdu, Bayburt’umuzun Türkiye’nin başka yerlerinde olmayan gurur duyduğumuz güzellikleri, esnafın müşteri ilişkileriyle taçlansaydı? Hiç olmazsa yüzyılların biriktirdiği bu güzelliklere esnaf ilişkilerinin bir iki dakikada her şeyi tuz buz eden nobranlıkları gölge düşürmemiş olsaydı? “Ne kadar da iyi olurdu” dediğinizi duyar gibi oluyorum.
Esnaf ilişkileri üzerinde bu kadar durmamın nedeni bilinmesini isterim ki kesinlikle şahsi algınlıklarım değil. Öfke ve intikam duygularıyla hareket etmediğimden emin olunmasını isterim aksi takdirde bu yazının iyi niyet ambalajlı mahalle dedikodularından farkı kalmaz. Bir kentin genel ahlak/değer seviyesini, kanaatimce o şehrin sakinlerinin ibadet takva anlayışından daha çok esnafın davranış pratikleri belirler.
Köydeki bina yapım sürecinde onlarca esnafla teşrik-i mesaim ve ticari ilişkim oldu, Haksızlık etmeyeyim çelebi tavırlı, Bayburt’a has şivesiyle konuşan oldukça babacan esnafla da ara sırada olsa karşılaştım. Bunlar da bile hâlâ ticari ilişkilerde yadırgatıcı cinsten ölçüsüz bir samimiyet vardı. İlk kez karşılaştığım birinin şiveli bir şekilde “dur hele emmioğlu, bak sana şunu diyecehem” demesi ya da işinizin acele olduğunu bilen bir esnafın “dünya kimseye kalmamış, ne ecelen var gardaş, şu çaydan bir iç, gerisini hallederük” şeklindeki tavrı veyahut köyünüzün adını sorup öğrendiğinde “kimlerdensiz” ile başlayıp köyden hasbelkader tanıdığı bir asker arkadaşıyla olan askerlik anılarınını uzun uzadayıya anlatması vs. hoş olmasa da bunları mazur görülebilir insani durumlar listesine yazmak mümkündür.
Ama diğer türlü pek çok nobranlık örnekleriyle karşılaştım ki, bu durumların her birinde ne yalan söyleyeyim tam da ne yapacağımı bilemedim, öyle bir daralmayla karşılaştım ki, muhatap olduğum şeylere aynısıyla karşılık vermem akıl karı değildi, susup başımı önüme eğip gitmem de gerçek bir çözüm sayılmazdı. Ben yine de gerekli olduğunu düşündüğüm açıklamayı ya da tavrı hissettirip faydasız polemiğe girmemeyi tercih ettim.
Şimdi isim vermeden sadece mesleklerini belirteceğim Bayburtlu esnaflarla birebir yaşadığım örneklerden bahsedeceğim ki çoğu durumda, sanki o adamın bir akrabasını yakın zamanlarda öldürmüş de size karşı bir garezi varmış ya da size sunduğu mal ve hizmet bila-bedelmiş gibi bir hissiyata kapılıyorsunuz. Sözü çok uzattığımın farkındayım yaşadığım onca tuhaf nobranlık var ki hepsini saymam mümkün değil. Bir çırpı da aklıma gelenler şunlar.
Bir lokantada döner yedim, enfes bir lezzeti vardı, hizmet süresi ve hijyen konusunda da bariz bir sorun yoktu. Enfes döneri afiyetle yerken lokantayı işletenlere karşı şükran hisleriyle doluydum. Bu arada yemek masasının üzerine konulan reklam mahiyetindeki kâğıdın üzerindeki ifadelerdeki karmaşa dikkatimi çekmişti ve münasip bir lisanla bunu kasada duran kişiye hatırlatmak istedim, önce Bayburt dönerinin lezzetini, lokantanın bu konudaki başarısını söyleyerek, girizgâh yaparak söze başladım, daha sonra, lokanta sahibi olduğunu öğrendiğim kişiye “size bir önerim var, sizinle paylaşmamı ister misiniz” dedim. Başta nazik sayılacak bir ifadeyle “buyur” dedikten sonra ben kendi menfaatlerine olduğunu düşündüğüm önerimi yani kendilerini tanıtmak istedikleri ifadenin yanlış anlamlar içerdiğini ifade ettikten sonra bunun nasıl düzeltilebileceği konusundaki fikrimi de söyledim. Sözün yarısında duvar gibi surat takınan adamın tepkisi ukalalıktan daha fazla bir şeydi: “Geç onu hemşerim boş öneri. Hemşerim ben sehen bir şey diyim mi, biz sabahtan akşama kadar ayakta beklirük, kimsenin önerisini de beklemirük, herkesin önerisini dinlesek gendi işimizi yapamazuh”. Şaşkınlıkla kızgınlık karışımı “peki öyleyse, ne haliniz varsa görün” dedim ve lokanta ile ilgili önerimi esnaf abimize açtığıma bin pişman oldum. Muhtemelen esnaf arkadaşımız da bana karşı kendince önemli bir “zafer” kazandığı hissine kapılmış, lokantasında kusur bulmak isteyen kötü niyetli bir hasmı daha kendince sınır ötesine püskürtmüştür. Ama onun bilmediği bir şey vardı: daha mekândan ayrılmadan bu lokantaya bundan sonra bir daha hiç gitmeme kararını vermiştim bile.
İkinci karşılaştığım örnek buna rahmet okutacak cinstendi. Elimde domates ve türlü zerzevat poşetiyle yürüdüğüm ve bu sırada denk geldiğim bir manava “en yakın nalbur dükkânının nerede olabileceğini sordum”. Kendisinden alışveriş yapmamış olmamın kızgınlığı ile cevap verdi: “O domatesleri nereden aldığını biliyorsun da, nalburu mu bilmiyorsun? Get, nerede bulursan bul”. Nalburu bulamadan az kalsın belamı bulacaktım. Ben de adam, belki hamlığını anlar diye yüzüne zoraki bir tebessüm fırlattım ve kendi yoluma gittim. Birkaç ay sonrası malum manavın kapandığını fark ettim fakat hiç de şaşırmadım. Tabiatım gereği tanıdığım kişilerin ölmesi ve hiç tanımasam da bir işyerinin kepenk kapatması oldum olası beni derinden hüzünlendirir. Bu örnekte içimden “olacağı buydu” demedim ama lafın doğrusu çok da üzülemedim.
Şimdiki örnek Bayburt’umuzun meşhur lezzeti pide esnafıyla ilgili olacak. En başta ifade etmem gerek, ben Erzurum’dan Bayburt’a gideceğim gün sırf Bayburt pidesinin tadını damağımda daha iyi hissedeyim diye özellikle kahvaltı yapmam. Ne yalan söyleyeyim Bayburt’a ziyaretlerimi sıklaştırmamın bir sebebi de bina işleri yanında Bayburt pidesi yemektir. Ailecek gitmişiz bir pide salonunda kendimize bir masa bulmuşuz. Hoş geldin beş gittin muhabbetini geçtim, gelip masayı temizleyen bile yoktu. Baba oğul, kız hepimiz darmadağınık bir masanın etrafına dizilmiş olarak kuşbaşılı için sıraya girmiştik. Bekledik bekledik, tam yarım saat sonra garson geldi ve biz de siparişimizi vermek istedik. Cevap şöyleydi: “Bir saat önce pide hamuru bitti. Sadece lahmacun yiyebilirsiniz”. İyi de bize neden haber vermediniz, yarım saati geçkindir bekliyoruz. Özür beyan etmek şöyle dursun garsonun verdiği karşılık, Allah belanızı versin, nedir sizden çektiğimiz cinstendi: “Hangi birize cevap verek gardaş, biz de insanuh, mademki şikâyet edirsiz kalkıp gitseydiz”. En sonunda onun dediği gibi oldu, bize de sadece kırgınlığımızı beden dilimize yansıtmak kaldı ya da öyle olduğunu zannederek lokantadan kalktık ve gittik.
Alın size katı açılmış örneklerden bir tanesi daha. Lezzetine güvendiğim bir fırıncı esnafa pandeminin de çığırından çıktığı bir dönemde, ellerindeki egzama yaralarını da görmemin verdiği tedirginlikle, “lütfen benim ekmeğimi eldivenle verir misin dedim”. Demez olaydım zira esnaf abimizden ağır sıklet boksör gibi anında bir kroşe yedim: “Hemşerim o zaman sen neden eldiven takmıyorsun, Benim fırın karşısında ne çektiğimi biliyor musun, hem ben sürekli ellerimi yıkıyorum, illa senin yanında mı yıkamam gerekir?” dedi ve gitti gerçekten ellerini yıkayıp geldi. Belli ki esnaf hemşerimiz egzamalı ellerinin hiç farkında değildi, ben de adamı çok daha fazla yükün altına bırakmamak için daha fazla üstelemedim. Çaresiz bir şekilde, fırıncı esnafımızın o anda ellerini yıkamasının meseleyi çözmeyeceği şuuruna ne zaman varacağını düşüne düşüne fırından ayrıldım.
Maksada kâfi geldiğini farz ederek, farklı bir iş kolundan bir örnekle yazıma son vereceğim. Yeni bir ev yapı mı konusunda çok acemi ve bilgisiz olduğum için her konuda sorarak danışarak yol almak istiyordum. Binanın duvarları Bims denilen briketten mi yoksa tuğladan mı olsa daha iyi olurdu. İnşaat malzemesi satan esnafımız her ikisini de satıyordu ama “Bims”in tuğlaya göre daha dayanıklı olduğunu söyledi. Bunun ispatı olarak “istersen Bimsi 1 metre yüksekten bırak bir şey olmayacağını garanti ediyorum” dedi. Ben de deneyelim, görelim hesabı elime aldığım bimsi bir metre yüksekten yere bıraktım. Bims üç beş parçaya ayrıldı. Böyle bir şey düşme açısı zemin şartları dikkate alındığında elbette mümkündü ve bu ayaküstü deney esnaf abimizin yalancılığına işaret sayılmazdı. Gel gör ki esnaf abimizin ayranı hemen kabardı. “Gardaş at dedük ama gır demedük”.
Bazı okuyuculara abartılı gelebilir ama diğer yandan bu tavırların pek çok okuyucuya da tanıdık geleceğinden eminim. Yine de umuyorum ki maksadımı aşmamışımdır.
Bu yazıyı okuma fırsatı olan esnaf ağabeylerimizin, arkadaşlarımızın kardeşlerimiz de küskünlük oluşturmamayı da arzu ederek yazımı daha hakkaniyetli bir değerlendirmeyle sonlandırmak istiyorum
Kanaatimce Bayburt esnafı, Bayburt’un iş potansiyelinin üzerinde yaptığı işin teknik bilgi ve becerisine sahiptir. Komşu illere göre yaptığı pencere daha sağlam, pişirdiği pide ya da ekmek daha leziz, ördüğü duvar daha nizamidir, Teknik ve beceri açısından ortaya koyduğu işlerin kalitesi Türkiye ortalamasının da üzerindedir. Ancak Bayburt esnafının hâlâ tam şuuruna varamadığı şey kalitenin sadece bunlardan ibaret olmadığıdır. Malın ya da hizmetin sunulma, servis edilme yöntemi ve müşteri beklentilerinin karşılanma derecesi kalitenin günümüzdeki en önemli bileşeni kabul edilmektedir. Özellikle müşteri beklentilerini karşılama konusunda babamızdan, dedemizden gördüğümüz alışkanlıkları bazen esnetmek, bazen terk etmek zorundayız. Hatta daha önce olmayan şeylerin ilk örneklerini oluşturmak için özel bir çaba içinde olmak durumundayız. Yeni hava alanının devreye sokulması, tüneller vs ile Bayburt’un coğrafi kapanmışlığını aşma arifesinde olduğu bu günlerde, herkese düşen görevlerden Bayburt esnafına düşen en önemli pay, müşteriye karşı nezaket, onun taleplerine karşı duyarlılık vb. hususlardır, bunun ilk adımı da yukarıda bir takım örneklerini verdiğim maalesef nobranlık diyebileceğim adeta kültür halini almış inat ve alışkanlıklardan vazgeçmektir.
Eski dönemlerden, babamızdan ustamızdan devraldığımız pidenin, ekmeğin lezzetine, duvar işçiliğinin sağlamlığına, yeni dönemlerin hoşgörü, esneklik, taleplere duyarlılık, hizmet farklılaştırma gibi medeni hasletleri eklediğinde özlenen Bayburt esnaflığı seviyesini yakalamış oluruz. Değişmesini arzu ettiğim şeylerin başında işte bu geliyor. Yazıma son verirken bile üzerimde hala aynı bir tedirginlik var: acaba meramını doğru anlatabildin mi?