‘‘Bana ne yazdan bahardan
Bana ne borandan kardan
Aşağıdan yukarıdan
Yolu sonu görünüyor’’
Temmuz 2006… İnşaat iskelesinden göklere bir teganni yükseliyordu... Emsal Abi, yanık sesiyle bizi yine başka âlemlere götürüyordu. ‘‘Uzun boylu, dalyan gibi bir delikanlı’’ deyiminin vücut bulduğu adamdı Emsal Abi. Gün kavuşurken gökyüzüne, helal kazanç duygusu kaplıyordu içimizi. Dilimizde, yorgunluğun esamesi okunmazdı. Ailesinin rızkını inşaat odalarında sıva yaparak kazanıyordu Emsal Abi. Alnından akan ter, yüreğindeki sevgi ve gözlerindeki hasret, bir Anadolu Delikanlısının çekmiş olduğu ıstırapları anlatıyordu aslında. Yaşadığı toprakların en verimli işi inşaat ustalığıydı.
Günler gökyüzünden düşerken, temmuz ayının sıcaklığı kavuruyordu ortalığı. Bir öğlen vaktiydi… Üniversite sınavını kazandığım haberi, en az benim kadar onu da sevindirmişti. Her sofraya oturduğumuzda ‘‘Eee Yusufum, artık sen kaymakam olursun, biz de çayını içmeye geliriz. Ama sakın unutma bizi? ’’ derdi. Sonra, ‘’ Yok yok… Sen vefalı bir çocuksun, her daim arar sorarsın bizi…’’
Nasipte ne var ise insanın kazanında o pişermiş. Kaymakam olmak, ne eylemlerimizde ne de nasibimizde vardı; lakin emsâline az rastlanır bir adama bu mısraları yazmak, onu mısralarda aramak ilk bana nasip oldu herhâlde…
Zaman avuçlarımda erirken, üniversitenin birinci sınıfı bitmişti. Yaz tatilinde, Ankara dolaylarında hızlı tren raylarında çalışmaktaydım. O günler, kara kara bulutlar kaplamıştı Ankara semalarını… Bizim diyarlardan gelen rüzgâr, hüznün ve matemin habercisiydi sanki… Bayburt’un Buğdaylı (Danzut) Köyü’ne çalışmaya giden Emsal Abi ve on beş yaşındaki oğlu Samet, sobadan sızan gazdan ötürü zehirlenmiş, Rahmet-i Rahman’a kavuşmuşlardı!
Yüce Yaradan’nın hikmetinden ve kereminden sual olunmaz; hamd ve sena ancak ‘‘O’’nadır. Lakin bir eve iki ateşin düşmesi, sadece aile-akraba efradını değil, bütün köylünün ciğerlerini pare pare etmişti. Günler, haftalar, aylar… Hiç kimse dilinden düşürmedi Emsal abi ve oğlunu. Yıllarca biriktirdiğinden, güç bela yaptırmış olduğu evine giremeden, bahçesindeki gülleri koklayamadan, çocuklarına bir gelecek hazırlayamadan ahirette bir mekâna salıvermişti kendini. Arkasında, her daim gözü yaşlı bir eş ve iki çocuk bırakmıştı.
Şubat 2015… Emsal abiyle gurbetlik yapan Nazım Abimiz, sosyal medyada, gurbet yıllarında çekildikleri bir fotoğrafı paylaşmıştı. İkisinin de gözlerinde, sırrını çözemediğim mânâlar gizliydi sanki. Nazım Abi, fotoğrafın altına şu mısraları yazmıştı: Emsal eyi arkadaşımızdı, Allah rahmet eylesin… Hani, ‘‘Ecel, iyi insana âyân olurmuş’’ derler ya, sanki Nazım Abimize âyân olmuştu ecel. Nazım abimiz ukbânın sesini duyuyordu inceden… Gurbet arkadaşı onu bekliyordu diğer âlemde. Ve 23 Mart 2015… Nazım Abimiz, kalp krizi sonucu dünyasını değiştirmişti. O da arkasında yetimler bırakarak, cefakâr ve fedakâr bir ömrün sonunda Rabbülâlemin’e kavuşmuştu!..
Bu toprakların kaderi böyle yazılmıştı… Köy camisinin kubbesine yuva yapan leylek, kışın göç etmeyerek biraz da bu insanların yasını tutuyordu. Çoruh Nehri, durgun ve solgun akarken, kendi içine kapanıp hüznünü yaşıyordu kendince. Ve sonuç olarak; nice Nazımlar, Emsal abiler gözlerinde gizli bir mânâ ile sır olup gittiler. Bize onlardan; uzun hikâyeler, hüzünler ve dualar kaldı.
Tarih boyunca bu toprakların acıları hiç dinmedi; köylerden hüzünlü hikâyeler, ağıtlar, yanan yürekler hiç eksik olmadı. Bu toprakların makûs talihinin yılmaz âbideleriydi bu insanlar. Cefasını çektikleri dünyada, bir nebze olsun sefa sürmeden, ‘‘Gördüm ölüm diyarını rüyâda bir gece/ Sessizlik ortasında gezindim kederlice’’ deyip ölüm diyarına sessizce, elemli bir şekilde gittiler. Hâsılı, Eyi/İyi abilerimizdi; Allah rahmet eylesin…
Bana ne borandan kardan
Aşağıdan yukarıdan
Yolu sonu görünüyor’’
Temmuz 2006… İnşaat iskelesinden göklere bir teganni yükseliyordu... Emsal Abi, yanık sesiyle bizi yine başka âlemlere götürüyordu. ‘‘Uzun boylu, dalyan gibi bir delikanlı’’ deyiminin vücut bulduğu adamdı Emsal Abi. Gün kavuşurken gökyüzüne, helal kazanç duygusu kaplıyordu içimizi. Dilimizde, yorgunluğun esamesi okunmazdı. Ailesinin rızkını inşaat odalarında sıva yaparak kazanıyordu Emsal Abi. Alnından akan ter, yüreğindeki sevgi ve gözlerindeki hasret, bir Anadolu Delikanlısının çekmiş olduğu ıstırapları anlatıyordu aslında. Yaşadığı toprakların en verimli işi inşaat ustalığıydı.
Günler gökyüzünden düşerken, temmuz ayının sıcaklığı kavuruyordu ortalığı. Bir öğlen vaktiydi… Üniversite sınavını kazandığım haberi, en az benim kadar onu da sevindirmişti. Her sofraya oturduğumuzda ‘‘Eee Yusufum, artık sen kaymakam olursun, biz de çayını içmeye geliriz. Ama sakın unutma bizi? ’’ derdi. Sonra, ‘’ Yok yok… Sen vefalı bir çocuksun, her daim arar sorarsın bizi…’’
Nasipte ne var ise insanın kazanında o pişermiş. Kaymakam olmak, ne eylemlerimizde ne de nasibimizde vardı; lakin emsâline az rastlanır bir adama bu mısraları yazmak, onu mısralarda aramak ilk bana nasip oldu herhâlde…
Zaman avuçlarımda erirken, üniversitenin birinci sınıfı bitmişti. Yaz tatilinde, Ankara dolaylarında hızlı tren raylarında çalışmaktaydım. O günler, kara kara bulutlar kaplamıştı Ankara semalarını… Bizim diyarlardan gelen rüzgâr, hüznün ve matemin habercisiydi sanki… Bayburt’un Buğdaylı (Danzut) Köyü’ne çalışmaya giden Emsal Abi ve on beş yaşındaki oğlu Samet, sobadan sızan gazdan ötürü zehirlenmiş, Rahmet-i Rahman’a kavuşmuşlardı!
Yüce Yaradan’nın hikmetinden ve kereminden sual olunmaz; hamd ve sena ancak ‘‘O’’nadır. Lakin bir eve iki ateşin düşmesi, sadece aile-akraba efradını değil, bütün köylünün ciğerlerini pare pare etmişti. Günler, haftalar, aylar… Hiç kimse dilinden düşürmedi Emsal abi ve oğlunu. Yıllarca biriktirdiğinden, güç bela yaptırmış olduğu evine giremeden, bahçesindeki gülleri koklayamadan, çocuklarına bir gelecek hazırlayamadan ahirette bir mekâna salıvermişti kendini. Arkasında, her daim gözü yaşlı bir eş ve iki çocuk bırakmıştı.
Şubat 2015… Emsal abiyle gurbetlik yapan Nazım Abimiz, sosyal medyada, gurbet yıllarında çekildikleri bir fotoğrafı paylaşmıştı. İkisinin de gözlerinde, sırrını çözemediğim mânâlar gizliydi sanki. Nazım Abi, fotoğrafın altına şu mısraları yazmıştı: Emsal eyi arkadaşımızdı, Allah rahmet eylesin… Hani, ‘‘Ecel, iyi insana âyân olurmuş’’ derler ya, sanki Nazım Abimize âyân olmuştu ecel. Nazım abimiz ukbânın sesini duyuyordu inceden… Gurbet arkadaşı onu bekliyordu diğer âlemde. Ve 23 Mart 2015… Nazım Abimiz, kalp krizi sonucu dünyasını değiştirmişti. O da arkasında yetimler bırakarak, cefakâr ve fedakâr bir ömrün sonunda Rabbülâlemin’e kavuşmuştu!..
Bu toprakların kaderi böyle yazılmıştı… Köy camisinin kubbesine yuva yapan leylek, kışın göç etmeyerek biraz da bu insanların yasını tutuyordu. Çoruh Nehri, durgun ve solgun akarken, kendi içine kapanıp hüznünü yaşıyordu kendince. Ve sonuç olarak; nice Nazımlar, Emsal abiler gözlerinde gizli bir mânâ ile sır olup gittiler. Bize onlardan; uzun hikâyeler, hüzünler ve dualar kaldı.
Tarih boyunca bu toprakların acıları hiç dinmedi; köylerden hüzünlü hikâyeler, ağıtlar, yanan yürekler hiç eksik olmadı. Bu toprakların makûs talihinin yılmaz âbideleriydi bu insanlar. Cefasını çektikleri dünyada, bir nebze olsun sefa sürmeden, ‘‘Gördüm ölüm diyarını rüyâda bir gece/ Sessizlik ortasında gezindim kederlice’’ deyip ölüm diyarına sessizce, elemli bir şekilde gittiler. Hâsılı, Eyi/İyi abilerimizdi; Allah rahmet eylesin…