Yazıhanede, matbaada olduğunu anlamak için olası sesleri dinlemeye çalışmanız nafile. Bir kımıltı, bir ses, bir ışık; mümkün değil. İyice incelmiş boynunu biraz uzatınca, iyice incelmiş dudaklarını araladığında artık konuşmaya, anlatmaya başlayacak, siz de bu hoş sohbet ve bilgileri, tadını çıkara çıkara dinleyecek sanırdınız! Öyle değil!  

Yazıhanede, matbaada olduğunu anlamak için olası sesleri dinlemeye çalışmanız nafile. Bir kımıltı, bir ses, bir ışık; mümkün değil. İyice incelmiş boynunu biraz uzatınca, iyice incelmiş dudaklarını araladığında artık konuşmaya, anlatmaya başlayacak, siz de bu hoş sohbet ve bilgileri, tadını çıkara çıkara dinleyecek sanırdınız! Öyle değil!

Bazen sorduğum bir soru onu derin düşüncelere salar, bedeni yazıhanede zihni anılarda dolaşmaya çıkardı. İşte o anlar zaten ağır hareketlere inat etmiş beden dili, iyice yavaşlar, içinden çıkılmaz bir hal alır, hüzünlü bir anıt, umut dolu bir çocuk olur, sarılası bir haleye dönüşürdü.

Yine bir Bayburt Postası sayısının hazırlıklarını yaparken, onu fotoğraflayana poz vermekten sıyrılıp Bayburt'u anlatmaya koyulmuştu...









İğnesi kırık olduğundan, kullanılmadığı sanılan ahşap kaplama plak, onun için çalmaya başlardı. O donuk halde, yakın tarihte gezintiye çıktığı anlarda, yorgun ve artık belirginleşmiş yüz çizgilerini çözmeye çalışır, ahşap kaplı plak çalardan kimi dinlediğini kestirmeye çalışırdım. Bir önceki şarkı bitip, yeni bir şarkının melodileri cızırtılar eşliğinde yükselmeye başladığında gözünü kısar, gezindiği ve düşlediği dönemleri ele verirdi. İşte ancak ve en çok böyle öğrenebilirdim, öğrenmek istediklerimi ondan.

Gidişlerinde bazen hafif bir Çoruh kenarı ıslaklığı belirir, bazen hafif bir köz parlayışı yaşanır, bazen de kendini ‘ne olacaksa olsun’ diye bırakan balık gibi, puldan gözlere uzanan “sönüş hikayesi” okunurdu.  

Düşüncelerinin arasına girmeye çalışır, bir önceki, daha önceki, hatta çok çok önceki sorduğum soruya hala doyurucu bir cevap alamamış olmanın ızdırabıyla, ‘ee amca’ der, bin bir umutla dudaklarına bakardım. (Gözleri değil, elleri değil, mimikleri bazen ama en çok dudak aralığıydı onu ele veren.)

Dudak aralığı biraz daha büyür, gözleri; tıpkı elleri, bedeni ve tüm hareketleri gibi yavaş yavaş kitaplara, kara kaplı, kara bahtlı gazete yıllıklarına dönerdi. Kitaplardan, yıllıklardan herhangi birine…

Sararmış yıllardan, sararmış bir kare...













Doyurucu cevabın o bakındığı yerde olma olasılığı büyüktü: İhtimal odur ki tuğla kalınlığında bir eski eserde veyahut Bayburt Postası’nın bilmem kaç yılına ait tozlu ama dopdolu yıllığında…

Bakındığı yere, beraber bakınmaya başlar, uzun süre bakındıktan sonra, bu ruhani töreni sabırsızlığıma yenik düşerek, ben bozardım. Hemen uzanır, önüne, önümüze uzatırdım bakındığımız kütleyi.  

Sayfaları çevirirken, onun sayfalara değil de sayfaların ona hükmettiğini düşünürdüm. Sayfaların hammaddesi olan ağacın ve çok sevdiği toprağın onu ele geçirdiğine inanır, kurtarmak için, –ara sıra araya girip sayfaların çevrilme hızını ayarlamalarımı saymazsak- hiçbir girişimde bulunmazdım.

Kırmaktan çekinircesine, sayfa kenarlarını kaldırırken üzecekmişçesine korkar, incinebilecek bir sevgiliye dokunmak ister gibi çevirirdi sayfaları, bir ibadet, bir ayin gibi.

***

Duvarları kara, eli yüzü kara, çayı çorbası kara, ekmeği kara, kitap ciltleri kapkaradır matbaamızın. Onu da, beni de, öncekileri de, şimdikileri de en çok mutlu eden şeyin kağıt üzerinde beliren o kara karartılar olduğuna artık çok eminim. O kapkara matbaamızda; kimi karamsar, kimi kararlı, kimi de bahtı karalı o kara lekelerle yaşamak en büyük ibadetimizdi.

Evet; ibadetti kara lekeler; gazetecinin bilinenlerin dışında ki ibadeti: Vatanı için yazılmış kara lekeler, toprağı için yazılmış kara lekeler, Allah’ı için yazılmış kara lekeler. Yani o kadar ak, o kadar berrak, o kadar temizdi kara lekeler. Günahtan en uzakta durmaya değecek bir ibadet.

Ben, Yakup amcam ve Dr. Yavuz Yazıcı, bol sohbetli bir günün akşamında o kadar mutluyuz ki...








Hepsi bir sabah vaktinde hayata veda ederken ve kara haberler ardı sıra havada uçuşurken, ben yeni başladığını düşündüğüm hayatımın, habire yeni bir sabahına uyanıyordum. Düşündüğüm, düşlediğim sabahlardan değildi, onunda gittiğini haber aldığım sabah!

Güneş öğle namazını işaret ederken, eğilip eğilip ceketimin yakasına bir iğne ile tutturulmuş fotoğraftaki adama, son amcama bakıyordum cami avlusunda.

O gün, toprağı onunla buluşturmadan az önce; az yukarda sevenlerinin mırıltı gibi göğe yükselen dualarından sıyrılıp; son sohbetimizi yapmıştık. Yine doyumsuz bir sohbetti, yine sessizdi. Yukarıda nasıl ise aşağıda da öyleydi. Değişmemiş, değişmeyecekti.

Törenlerden, protokolden her zaman kaçan; matbaasına, duasına, toprağına, yazısına, yazgısına sığınan adam, sonuna kadar yüzüp yüzüpte, son dönemeçte artık kaçamamış, protokole fena yakalanmıştı!

O’na yapılan veda törenleri sırasında ayağa kalkabilse, utanır sıkılır, eli ayağına dolanır, nazı geçtiğine fırça atar, bir yolunu bulup oradan uzaklaşırdı.  

Son yıllarda Bayburt Postası için en çok mesai harcayan ikili: Murat ve Yakup Okutmuş









Geldiğini hissettirmez, gidişinin sarsıcı olmamasına özen gösterirdi. O yine öyle yaptı ama bizim için öyle olmadı.    

Hepsi kadar yakıcı, hepsi kadar acı, yok olup giden son amcamdı…
Son.