Konuyu açtığımda, sizlerinde benim gibi düşüneceğinize son derece eminim. Dünyalıların, adeta kendileri için tehlikeli gördükleri “fikir ve hukuk” salvolarına karşı korunmak amacıyla “kullandıkları” bazı terimler olduğunu düşünüyorum. Bu terimler hangileri mi? İşte; demokrasi, fikir hürriyeti, insan hakları ve benzeri. Her isteyenin istediği tasarrufta kullana bildiği şu, sadece ucu değil her tarafı açık kelimelerden bahsediyorum.

Konuyu açtığımda, sizlerinde benim gibi düşüneceğinize son derece eminim. Dünyalıların, adeta kendileri için tehlikeli gördükleri “fikir ve hukuk” salvolarına karşı korunmak amacıyla “kullandıkları” bazı terimler olduğunu düşünüyorum. Bu terimler hangileri mi? İşte; demokrasi, fikir hürriyeti, insan hakları ve benzeri. Her isteyenin istediği tasarrufta kullana bildiği şu, sadece ucu değil her tarafı açık kelimelerden bahsediyorum.

Bizim ülkemizde de bunlara ilaveten başka kavramlarda var elbette.  (Atatürkçülük, Laiklik, irticacılık yada dini kalkan yapanların, dindarlığa dair kavramlardır bunlar.)

Belirli bir kesimin ağzına pelesenk olmuş bu kavramların arkasına sığınmanın artık kimse tarafından bir inandırıcılığı kalmamıştır. Bu durumda, artık önemli olan laf değil, lafın söyleyenidir; eskilerin deyimiyle “Zarf değil mazruf” tur. Aslına bakarsanız, bilim adamlarının deneylerle de ortaya koyduğu bir gerçeklikten bahsediyorum. Bir insan, toplum önünde ne kadar güven verici ve inandırıcıysa söylediklerinin gücü ve etkisi de o nispette olacaktır. Bunu, yapılmış bir deneyle anlatayım.

Bir Profesör öğrencilerine, inandırıcılığını kullanarak bir deney gerçekleştiriyor. Sınıfa, elinde ağzı kapalı bir cam şişe ile giren Profesör, elindeki şişede bulunan kimyasal maddenin kokusu ve özellikleri ile ilgi etkin bir ön anlatımın ardından şöyle diyor. “-Şimdi şişenin kapağını açtığımda bu maddeyi hissedeceksiniz, kokusunu algılayacaksınız.”

Kapak açıldığında, sınıftaki öğrencilere yöneltilen soruların karşılığı, anlatılanları destekler nitelikte gerçekleşmiş ve koku algılanmıştır. Buraya kadar her şey normaldir. Peki, sonrasında ilginç olan ne o zaman; o da, şişe ters çevrildiğinde içerisinde hiçbir şeyin olmamasıdır. İşte burada önemli olan şudur; olmayan bir maddeyi bile algılattıran hatta kokusunu hissettiren şey, hocanın öğrencileri üzerindeki müthiş inandırıcılığı ve güvenirliliğidir.

Bana göre, işte asıl sorunda inandırıcılıkla ilgilidir. Oluşturulmaya çalışılan bu “öteki” mantıklı toplumsal yapıda, herkesin diğerine “öteki” dediği algılama biçiminde (Laik -dindara, Atatürkçü-Atatürkçü olmayana, sağcı-solcuya) insanların biri birilerini inandırıcı bulması da son derece zorlaşmaktadır. Bu durumda da, herkesin kendisine göre “doğru” diğerine göre “yanlış” demokrasisi veya hukuku söz konusu olmaktadır.

Bazı hukuksal durumların veya “Ergenekon” sürecinin muhatabı şunu öne çıkarmaktadır “Bu, Atatürkçülüğe yapılmış bir tavırdır.” Veya “Bu, bir siyasi komplodur.” vb.

“Hüseyin ÜZMEZ” davası, bireyin suçlandığı bir vakıadır; suçlanan bireyin, dini argümanları nasıl kendisine kalkan yaptığına şahit olduk. Yada Beylikdüzü eski başkanı ORAKÇI’nın tutuklama anında ki tavrı. Yargı süreci devam eden hukuksal olaylarla ilgi sonuç netleşmeden kimse suçlu ilan edilemez; bende ilan etmiyoruz zaten. Kastım şudur, bir durum karşısında gerçeğin üzerinin, bazı kalkan olarak kullanılan kavramlarla maniple edilmesidir. hissedilen ve hissettirilen. Durumun muhatapları, kendi suçsuzluğuna inanan ve kendisinin yaptıklarından da sonuna kadar emin iseler adalete güven duymaları gerekir.

Ayrıca dini yada Atatürk’ü “En büyük dindar benim” yada “En büyük Atatürkçü benim.” diyerek “Kimseye yar etmem” tavrından kurtulmaları gerekir. Şunu bilelim ki hiç kimse “Sen neden dindarsın yada neden Atatürkçüsün diye sorgulanmıyor.” Anlaşılan odur ki, hâkim iktidar anlayışı ne ise karşıtların, sıkıntılarda sığındıkları “kurtaran kavram” ları da farklılaşmaktadır.

Bu mantık silsilesinden bakıldığında o zaman “Hiç kimse suç işleyemez.” demek mi lazım gelir? Yada tek suçlu veya asıl suçlu “benim zihniyetimdir” mi? Nasıl bakmak lazım geldiğini elbette bu “kurtarıcı kavramlara” müracaat edenlere sormak gerekir. Hiç kuşkusuz bizi ve ülkemizi, bu maskelerden, çelişkilerden de kurtaracak olan bağımsız yargıdır; onun inandırıcılığıdır.

Ben, güzel görmek ve güzel düşünmek istiyorum. Belki yazdığım konuya göre fazlaca “mistik” duracak ama Mevlana’nın şu sözleriyle son vermek istiyorum.

Kardeşim! Sen düşünceden ibaretsin, / Geri kalanın et ve kemiktir,
Gül düşünür gül olursun, / Diken düşünür diken olursun.

Ekim / 2010