Besbelli ki, kadına asıl asalet katan değer özünde ki aşk mayası ve omuzlarında taşıdığı annelik duygusudur. Fakat ne var ki çağımız kadını erkekleştirmeye yönelik çarpık bir değer katmaktadır. Zaten magazin dünyasına baktığımızda kadını erkekleştirme yolunda birbirleriyle adeta yarış içerisindeler.
 
Evet, günümüz dünyasında kadının omzunda taşıdığı o annelik duygusu bir tarafa itilmiş yerine teşhircilik sahne almıştır. Böylece birçok kadın çocuk yapamaz hale gelmiş ve kendisine evinden uzak bir hayat reva görülmüştür. Öyle ki, evin yerini otel ve motel odaları alırken mutfağın yerini ise batı tipinde facefood tarzı yeme kültürü almıştır. Değim yerindeyse kadın artık evinde kalma duygusunu yitirmek üzere,  böyle olunca da kadına pansiyonvari bir hayat daha cazip gelebiliyor. Ve birçok kadın kendi çıkmaz sokağında kayıp, aynı zamanda derbeder haldedir. Sanki gerçek hayatla bağdaşmayan anlık bir hayat yaşıyor gibi. Bu yüzden deriz ki; bu tip kadınların gerçek hayatla yüzleşmeleri ancak sıcak bir aile ortamına kavuşunca son bulur.

Hiç kuşkusuz kadınların en ilginç yanı yakınlaşınca cezp edici olmaları, uzaklaşınca elem ve hüzün verici olmalarıdır. Hele kadınların o nazlı bakışları, o endamlı yürüyüşleri, o gamze yanaklarına süzülen birkaç damla gözyaşları, o narin yapıları, o iç çekişleri var ya kadını çekici kılabiliyor. Değim yerindeyse bu tür çekicilikler hoş gelse de çoğu kez aldatıcı ve erkeği nefsine esir edecek cinsten koz olabiliyor, gerçek anlamda bunların hiç bir kıymeti harbiyesi yoktur, yani her bir çekici unsur iç dünyada karşılığı olmayan yokluk abidesidir. Zira dış görünüm sanıldığının aksine kadına yücelik kazandırmaya yetmiyor, asıl yücelik kazandıran ana yüreği denilen derin sinede kodlu manevi sevgidir. Yeter ki, o fıtri sevgi dışa yansısın bak o zaman bu doğurgan topraklarda yeni Fatihler, yeni Kanuniler, yeni Yavuzlar, yeni İmam-ı Azamlar, yeni İmam-ı Rabbaniler gibi daha nice şahsiyetlerin çıkması an be an mümkün. 

Anlaşılan o ki, sevginin mihrabında kalpler ünsiyet bulmadıkça ortada ne seven, ne de sevilen kalır, geriye sadece özden uzak içi boş bir beden birlikteliği kalır. Ne diyelim gerçek anlamda sevgi olmayınca etrafımızı bir anda hayvani arzu ve hevesler sarabiliyor. Aile bilinci mi hak getire, bakın şöyle etrafa evden kaçışların hız kesmediği ve çok sayıda boşanan çiftlerin haddi hesabının olmadığı bir manzarayla karşı karşıyayız. Artık etraf öyle bir hal almış ki, ömür boyu bir baş yastıkta evli kalmak kimin umurunda, kadınların varsa yoksa biricik davaları ekonomi olmuş. Öyle ki, kıyasıya aş ve iş arama hırsı tavan yapmış durumda. Tabii durum vaziyet böyle olunca da dostluklar pragmatist düzlemde ilerlemekte. İşte bu noktada Cemil Meriç’in; “Feminizm, eskiden hayatını evinde kazanan kadına pazarlarda iş bulma davasıdır” sözleri çok yerinde bir tespit olarak anlam kazanır. Gerçekten de, bir zamanlar kadınlarımızın yerleşik bir hayat yaşadığı dönemlerde yuvasında mutlu bir şekilde hayatını tanzim ederlerken bugün geldiği noktada avare avare dolaşır halde kendi kendilerini küçük düşürücü konuma hapsettiklerini kolayca müşahede edebiliyoruz. Bilhassa kalabalık yığınlar arasında kaybolup kendi öz kadınsı ruhuyla buluşamaz haldedir. Zaten bir kadın düşünün ki, ulu orta kadın erkek karışık ortamlarda bulunmaktan kendini alamıyorsa olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Bir kere adı üzerinde kadın, koyun değil ki, sürü misali gelişi güzel ortamlara salınsın. Elbette dedelerimiz, ninelerimiz “her şeyin bir usulü, yol yordamı ve adabı var' derken sırf laf olsun diye söylememişler. Hiç kuşkusuz onların hayattan aldıkları o engin tecrübe birikimi bu sözü söylemeyi gerektirir. Kaldı ki Peygamberimiz (s.a.v), “Cennet anaların ayakları altındadır” beyan buyurmakla kadınların gerçek konumu açıklığa kavuşmuşta. Bu yüzden anaların ayakaltı öpülür de. Ama gel gör ki, bir takım kendini elit sanan tipler; “özgürlük” havariliğine sığınarak kadını kadınlığından utandıracak her türlü adapsızlığı görgü kuralıymış gibi lanse etmişlerdir. Yetmemiş topluma çağdaşlık olarak sunmuşlardır. Doğrusu bizde merak ediyoruz bu neyin çağdaşlığı acaba, yoksa özgürlük dedikleri nefsin özgürlüğü mü? Oysa bizim yerli kültürümüzde öyle köklü değerlerimiz var ki, uğruna ölmeye değer de. Malum o değerler; iffet, namus, adap ve erdemli kalabilmek gibi ulvi değerlerden başkası değil elbet. Üstelik bu değerler toplumun en hassas yumuşak karnı da. Şöyle geçmişe uzanıp köklü kültür tarihimize baktığımızda, bu tabloda ceddimizin bu değerlerden ödün vermediklerini görürüz. Hatta yeri gelmiş ninelerimiz köklü değerler uğruna düşman süngüsüne karşı cansiperane olmuşlar da. İşte Aziziye Tabyasıyla abideleşen Erzurumlu Nene Hatun bunun en tipik misalini teşkil eder. Nitekim ninelerimiz biliyorlardı ki; İslamiyet kadına çalışma mecburiyeti yüklememiş, bu yüzden onlar dışarıda çalışmak yerine sıcak yuvalarında çocuklarının ve torunlarının başında dine, vatana, millete iyi bir evlat yetiştirmeyi tercih etmişlerdir. Onlar icabında Aziziye Tabyasında abideleşen Nene Hatun gibi yuvasından çıkıp yurt savunmasına iştirak etmişler de. Derken yerli kültürde bu anlayış “Saliha kadın” ifadesiyle karşılık bulup gerçek anlamda ninelerimiz evin kraliçesi olarak adından söz ettirmişler de.  Nasıl söz ettirmesinler ki, düşünsenize böyle bir yerleşik kültür anlayışına göre yeryüzünde kaç aile varsa bir o kadarda kraliçe var demektir. Meğer kadına asıl değer katan yüklendiği misyona karşılık gelen evin baş tacı oluşudur. Nasıl ki, kraliyet ailenin kraliçesi çalışmak zorunda değilse, aynen bizim yerli kültürümüzde de evin kraliçesi çalışmak zorunda değildir. Kadın çalışmak mı istedi, engel konulmaz,  hayır da denmez, ancak çalıştığında onu yüceltecek iş verilmesi gerektiği hatırlatılırdı, asla kadınlık ruhuna herhangi bir gölge düşmemesi açısından çer çöp işleri verilmezdi, icabında memurluk işi de verilmez, müdüre olması uygun görülürdü. Bakın, Hz. Ömer (r.a)’ın halifelik döneminde kadına müfettiş ya da müdüre gibi görevlerin verilmesi layık görülmüş bile.

Anlaşılan yerleşik kültürümüzde evin geçiminden birinci derecede erkek sorumludur, tabii bu arada erkek eşinin iffet ve namusunu koruma sorumluluğunu da üstlenmek zorundadır. Çünkü İslam kadına hiçbir beşeri sistemin veremeyeceği değerde 'Saliha hatun' makamını layık görmüştür. Dolayısıyla paha biçilemez böylesi manevi bir makamın her halükarda korunması gerekmektedir. Yeter ki, bir kadın Saliha hatun özelliklerini ruhunda taşısın, bak o zaman o kadın evin gül kokusu, gül neşe kaynağı olması bir yana, Rabia’tül Adeviyye’nin (Hanım evliya) varisi hükmünde talebesi olmaya hak kazanır da. Elbette ulvi makamlar gökten zembille inmez, tabiî ki bu makamlar İslam'a bağlılık ölçüsünce verilir. Günümüzde her nasıl kadın hakları savunuculuğuna soyunmaksa kendilerine örnek aldıkları Avrupa’da hala çer çöp işlerinde çalıştırılan kadınlar var. Acı ama gerçek, öteden beri vahşi kapitalizmin insanlığın önüne koyduğu tablo budur. Böyle vahim bir tabloyu insanlığın önüne koydular da ne oldu, güya kocasına karşı ekonomik özgürlük kazandığı söylenen kadın mutlu oluyum derken bizatihi kendisi aile bağlarını zayıflatan etken unsur olmuştur. Neyse ki, kadın geçte olsa içine düştüğü perişan halini fark eder haldedir. Maalesef kadınlar; vahşi kapitalizmin getirdiği o ağır çalışma şartlarından öyle bitap düştükleri her hallerinden belli ki; ‘ah emekliliğim gelse de biran evvel yuvama dönsem’ derdindedirler. Şimdi sormak gerekir, kadın ah çekmesinde ya kim çeksin, hele bir kadın vahşi kapitalizmin ağına düşmeye dursun bu ağdan çık çıkabilirse, ne mümkün. Ah zavallı kadınlar, meğer ne hale gelmişlerde haberimiz yokmuş gibi davranmışız. Daha neyimize yetmiyor, erkeğin sorumluğunda olması gereken birçok ağır görevleri yüklenmişler. Sonunda bin pişmanlar olmuşlar ama bir kere iş işten geçmiş oldu, sonra ki ahu vahlar yaraya merhem olmaz da. Şu an buruk bir haletiruhiye içerisinde bütün gün çoluk çocuğundan koparılmışlığın sancısını yaşıyorlar. Onlar bu sancıyla hayatlarını idame ederken, bir takım aklı evveller de pişkin bir vaziyette birde şunu demezler mi; aman efendim artık modern dünyada yaşıyoruz, kadın erkek eşitliği var, erkek ne iş yapıyorsa kadında aynısını yapacakmış diye. Madem öyle bizde deriz ki; illa kadın erkek eşitliğinden söz edilecekse cinsiyet mukayesesine ihtiyaç olmaksızın sırf insan olmanın şeref ve haysiyeti yönüyle eşit olmak her şeye bedel haslet olmaya yeter artar da. Bu hasletin dışında kadın kadındır, erkek erkektir. Zira Kur’an-ı Kerimde; “Erkeklerin meşru surette kadınlar üzerindeki (hakları) gibi, kadınlarında onların üzerinde (hakları) var” (El-Bakara, 228) beyan buyrularak kadın erkek münasebetlerinde hak ve hukuk nedir net bir şekilde ortaya konmuş bile. Dolayısıyla cinsiyetler arası fiziki ve psikolojik farklılıkları göz ardı edemeyiz. Kaldı ki, doğum öncesi ve doğum sonrası farklılıklarda söz konusudur. Şöyle ki; doğumda kız çocuğu erkek çocuğa nazaran yaklaşık on gün önce dünyaya gelir, doğum sonrasında ise kız çocukları erkek çocuğa göre erken diş çıkardığı gibi erken konuşup yürür de. İlginçtir kız çocukların beyinleri küçük olmasına küçük ama erkeklere göre iki yıl öncesinden buluğa ermekle erken yol alıp büyük gelişme kaydetmiş olurlar. Maalesef kadın erkek eşitliğinden bahsedenler şu hususu gözden kaçırmış gözüküyorlar. Malum o husus “realite tam eşitlik kabul etmez” gerçeğidir.

Evet, realite eşitlik kabul etmez. Nasıl mı? Şayet realitede tam eşitlik olsaydı beş parmağın beşi de eşit olması gerekirdi. Aslında yaratılan her ne varsa iyi analiz edildiğinde eşitsizliğin eşitlik olduğu görülecektir. Düşünsenize beşeri ilişkilerde tam eşitlik söz konusu olsa herkesin ya efendi, ya da tam aksine köle olması icab ederdi. Şimdi bu veriler ortada iken birileri kalkıp hala eşitlikten dem vuruyorsa, pes doğrusu. Dedik ya illa eşitlik aranacaksa insan olmanın şeref ve haysiyetinde aranmalı. Bu yüzden Resulullah (s.a.v); “Kadınlarınıza eziyet vermeyiniz, onlar yüce Allah'ın sizlere emanetleridir. Onlara karşı yumuşak olunuz. Onlara iyilik ediniz” diye buyurmakta. Madem öyle, siz siz olun öyle bir takım feminist grupların ikide bir kadın haklarından dem vurmalarına aldanmayın. Bir kere onlar samimi olsalar vahşi kapitalizmin servis ettiği sahte feminizm sloganına can kurtarıcı simit olarak sarılmazlardı.  Yediden yetmişe herkes bilir ki, vahşi kapitalizm kadını ekonomik çarkın içinde iliklerine kadar sömürüp kendi kaderiyle baş başa bırakmıştır. Hatta kapitalizm hızını alamamış körpecik çocukları sıcak aile ortamında annelerinin kucağından kopartarak kreşlere mahkûm etmiştir. Onlar sanayileşmeyle, endüstriyel devrimleriyle övüne dursunlar,  gerçekte işleyen sanayi çarkın kollarında kadınların her biri metadır. Maalesef insanlık o gün bugündür, yani tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişteki emeği ucuzlatan kapital hırs ve ihtirasın tek değer olarak damga vurduğu o günden beri annelerin ninnisine eşlik eden çocuk ağlayışına ve sesine hasret kalmıştır. Artık, çocuklar annelerinden işiteceği ninni bebeğim şarkısını, sevgiyi ve merhameti kreşlerde aramakta. Oysa anne sevgisinin yerini hiç bir şey karşılayamamaktadır. Evet, kapitalizm kadını endüstriyel hayata dâhil etmekle emeği ucuzlatmış, adına da kadının ekonomik özgürlüğü demiştir. Nasıl emek ucuzlatmaksa erkek soluğu meyhanelerde, köprü altlarında,  yer altı mafya dünyasında almış, kadın da kendini endüstriyel çalışma hayatında bulmuştur. İşte vahşi kapitalizm budur. Keza komünizmde öyle, o da kadını ekonomik vasıta olarak görmüş,  yetmemiş aile kavramına bir de reddiye döşemiştir.

Hiç kuşkusuz bizi endişelendiren husus kadının çalışıp çalışmaması değil, bizi endişelendiren asıl husus bizden sonraki kuşakların sevgiden mahrum edilişidir. İşte tüm endişemizin kaynağı bu noktada düğümlüdür. Tek dert davamız kadının yuvasında dine, vatana, millete faydalı evlat yetiştirmesidir. Bilhassa engin köklü kültürümüzden aldığımız ilhamla şayet kadından beklenen çalışmaksa; buna hiçte gerek yoktur, onun için yavrusunu sarıp sarmalayacağı sevgi ve şefkat ortamı en ideal çalışma alanıdır zaten. Zira dâhileri doğuran, yoğuran yaşadığı toplumdan ziyade ana kucağıdır. Bakın, Fransızlara isnat edilen bir atasözünde şöyle denilmekte: “Büyük adamlar, büyük kadınların eserleridir.” Evet, gerçekten de tarihe baktığımızda deha şahsiyetler eli ve ayağı öpülesi anaların eseridir.
           
Peki, ya şimdi!  Malum, günümüz dünyasında kadın kaybettiği değerlerini, tekrar geri almak için uğraşmakta, adeta yuvaya nasıl dönebilirim hasretiyle çırpınmakta. Nasıl çırpınmasın ki, çağımızda habire reklamı yapılan matmazel veya proletarya tipi kadın tanımlamaları kadına yücelik veremedi, veremez de. Şayet kadına bir model tanım aranıyorsa, başka adres aramaya gerek yoktur, bizim kültürümüzde tanımlanan “Saliha hatun” modeli kadına kadınlığını kazandırmaya fazlasıyla yeter artar da.

iz biliyoruz ki; Saliha hatun ev işlerini bir zorunluluk icabı değil, ibadet şuuruyla yapan kadın demektir. Zaten İslam kadını ev işlerini yapmakla mükellef kılmamış ta. Kadın ister yapar, ister yapmaz, mecbur tutulamaz. Gerektiğinde hanım kocasından ev işlerini yürütecek ücretli eleman talep edebiliyor. Kadın evin dışında ise meşru olan her ne iş, ya da her ne meslek varsa icra etme hakkına sahiptir. Ancak İslam’da yine de kadının kendini evine adaması daha uygun görülür. Bu yüzden dinimiz kadına camide ibadet zorunluluğu, cuma namazını eda etme ve savaş yapma mecburiyetini şart koşmamıştır,  kadın dilerse bunları yapabilir.  Keza, kadın çalıştığı kazancıda kendine aittir, kocası için veya evin iaşesine harcamak mecburiyeti yoktur. Birinci derece bu sorumluluk erkeğindir. Hatta ailenin birliği ve dirliğini koruyup kollamak adına akla gelebilecek her türlü tehlikelere karşı göğüs germekte erkeğin sorumluluğundadır. Oldu ya, erkek bu üstlendiği görevi ihmal etti, bu durumda kadın dava açma hakkına sahiptir. Ya da erkek ailesine gerektiği kadar sahip çıkmadı, dünyanın sonu değil elbet, derhal devletin şefkat eli devreye girmek zorundadır. Nasıl mı? Bir kere devlet evvela kocayı nafaka vermeye zorlamalı, gerektiğinde malı mülkü ne varsa satma kararı almalı, yok eğer koca ölür veya çalışamaz durumdaysa bu noktada devlet kendini aile reisi addeder. Peki ya devlette aileyi yüzüstü ortada bırakırsa, elbette bu durumda kadının devlete dava açma hakkı vardır. İşte görüyorsunuz İslam bu, devlete bile dava yolu açarak aileyi korumaya alan bir dindir.

Bu arada akla şöyle bir soru gelebilir, koca öldüğünde kadın tüm haklardan mahrum edilir mi diye. Şu bir gerçek; dul kalmak her kadının başına gelebilecek muhtemel bir alın yazıdır. Önemli olan bu alın yazı vuku bulduğunda kâbusa dönüştürmemektir. Bir kere İslam'da dul bir kadın kocasının varisi olması hasebiyle böyle bir kâbus hayat yaşamasına geçit verilmez. Öyle ki, kadın sadece kocasından değil,  kendi ebeveyninden kalan mirasa da hak kazanıp erkek kardeşinin yarısı kadar pay alır da. Hakeza kocasından düşen mihir hakkı da vardır. Bütün bu örnekler bize gösteriyor ki; İslam kadının ekonomik yönden güvence altına almıştır. Hatta İslam’da çocuklar da ekonomik güvence altındadır, şöyle ki erkek çocukları akıl baliğ olana dek,  kız çocukları da evlenene kadar babanın sorumluluğuna vermiştir. Şayet kız evladı evlenemeyip baba hayatta yok ise bu kez “Yetiş ya Hızır ” misali devletin şefkat ellerine teslim edilir. İşte gerçek anlamda ekonomik özgürlük budur. Anlaşılan o ki; bu ve buna benzer birçok uygulamaları İslam’ın çağları aşan evrensel üstü mesajlarında sıkça görebiliyoruz.

Velhasıl; kapitalizmin burjuva özentisi ve komünizmin proletarya kadın tipi yerine evine kendini adamış buram buram annelik duygu yüküyle yaşayan fedakâr “Saliha hatun” tipi bizim kabulümüzdür.

Vesselam.