Terör kavramı Latince korkutmak manasına ‘terrere’den türemiştir. Evet, tedhiş, korkutma ve yıldırma anlamlarını içeren bir kavramdır. Bu yüzden terör kavramını sosyolojik yönden sosyal cinnet olarak da tanımlayabiliriz.
Her ne kadar Karl Marks terörü devrimin önünde engel bir olgu olarak görse de, her ne kadar Lenin ve Che Guevara ise terörün polisiye kuvvetleri tahrik ettiği noktasında hem fikir olsa da, aslında kazın ayağı hiçte öyle değil elbet. Bu tür cin fikirlerin altında yatan asıl gerçek işin ucu kendilerine dokunduğunda tam tersi bir tavır takınıp kendi dışındakilere terörü müstahak görmeleridir. Kaldı ki koministler terör konusunda samimi değillerdir, şayet samimi olsalardı 'devrim kanla yazılır' sloganına sarılmazlardı. Peki ya Trostky? Malum o da terörün devrim için vazgeçilmez bir unsur olarak değerlendirir. Carlos Marighella’de Leon Trotsky’e (Troçki’ye) eşlik edip terörün devrimin gerçekleşmesine yönelik bir vasıta olarak telakki eder, ama yine de bir şerh düşmeyi ihmal etmez, terörün şehir gerilla savaşıyla eş tutulmaması gerektiğini vurgular. Bu arada Regis Debray ise diğerlerinden farklı bir bakış ortaya koyup terörü bir tür savaş şeklinde tanımlar.
Evet, kim ne şekilde tanım yaparsa yapsın, terör eylemlerin arak planında insanlıktan nasibini almamış devrimci teorisyenlerin mankurtlaşmaya aday gençler üzerinde etki yaptığı gerçeğini değiştiremeyecektir.
Terör hareketleri iktidarları ve hükümetleri tek başına devirici güç olmaya yetmese de sarsacağı besbelli. Gerektiğinde şiddet hareketleri ülkeden ülkeye biçim değiştirebiliyor, bir bakıyorsun Latin Amerika'da başka, İrlanda'da (IRA) başka, Türkiye’de bir başka yüzle karşımıza çıkabiliyor. Türkiye şartlarında düşündüğümüzde ise PKK’nın giriştiği eylemlerde ilk önceleri baskın tarzında yaptığı eylemler, akabinde gerilla savaşı tarzına dönüştüğü daha sonrasında ise büyük şehirlere kadar uzanıp canlı bomba tarzında eylemler gerçekleştirdiklerine şahit olmaktayız. Anlaşılan PKK sadece Güneydoğuda nizami ordu ve polisiye kuvvetler karşısında gerilla mücadelesi vermekle yetinmiyor metropol şehirlere dalmış durumdalar da. İster adına gayrinizamî dağ gerilla mücadelesi eylem densin, ister canlı bomba eylem densin sonuçta tek değişen şey metot farklılığıdır, değişmeyense uluslararası istihbarat ağlarının taşeronluğuna soyunaraktan terör odaklarının her devirde varlığını sürdürüyor olmasıdır. Nitekim sosyal politik alt tabanın kaygan zeminde seyretmesi bu tür odaklara cesaret verip hem gerilla türü terörist olmayı, hem de rahatlıkla canlı kalkan türü olacak bir yapılanmayı beraberinde getirebiliyor.
12 Eylül öncesi komünist fraksiyonlar o günkü Türkiye şartlarında devrim yapmaya müsait bir atmosferin var olduğunu düşünmüş olsalar gerek ki, o şartlarda silahlı mücadele için omuz omuza beraber olmuşlardır. Derken bu düşünceler eşliğinde 'devrim kanla yazılır' histerisiyle Türkiye’yi kana bulamışlardır. Hatta o yıllar için gerilla savaş taktiklerinin illegal boyutta icra edildiği devirler dersek yeridir. Nitekim o yıllarda solcu gençler Marks, Lenin, Mao, Che Guevara’nın kitaplarını okuyaraktan silahlı devrim stratejisi belirliyorlardı. Nasıl strateji belirlemesinler ki, o yıllarda Marksist öğretiler solcu gençliğin adeta vazgeçilmez amentüsüydü. Derken bu amentü uğruna gençler bir dolduruşla Sovyet Rusya’nın beşinci kol faaliyetlerinin köleleri oluyorlardı. Beyinleri yıkanmış bu tip gençlerden başka bir şey beklenemezdi zaten. Aslında bu durum sosyalizmi bilmeden sosyalizme moda varı kapılmanın bir sonucudur. Dahası moda sosyalizm solcu gençlik üzerinde kendi kendini avutmaya yönelik oyuncaktı. Ancak ne var ki bu oyunda hep piyon olarak rol aldılar.
Şu bir gerçek, Türkiye’de vuku bulan şiddet hareketlerine sadece solcu-sağcı, Türk-Kürt ekseninden baktığımızda sağlıklı sonuca varamayız. Zira bu suni ikilemlerin arkasında sosyo-psikolojik kültürel kaynaklı yozlaşma ve sosyal değişim süreçle ilişkili ayırımlar yatmaktadır. Asıl dikkatimizi yoğunlaştırmamız gereken husus ülkemizin tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi toplumuna geçişte yaşanılan sancı meseledir. İşte en can alıcı geçiş sancısı noktaya odaklanmamız gerekirken, maalesef dikkatlerimizi sağ-sol ikilemi gibi suni ayrımlarla oyalanarak asıl meseleyi gözden kaçırmış oluyoruz. Bugün olmuş halen geleneksel yapı ile modernleşme yapı arasında geçiş sancısı yaşadığımızı bir türlü fark edemedik. Zaten fark edebilseydik yaşanan bunca sancıların arka planında tarımdan sanayileşmeye, sanayiden bilgi toplumuna geçişteki kaygan zemin üzerinde patanaj yapmaktan kaynaklı bir şiddet sarmalıyla karşı karşıya kaldığımızı görmüş olacaktık. Düşünsenize gençler geleneksel toplum yapı içerisinde modernleşmeye geçişte daha doğru dürüst kendilerine kimlik edinemeden savruk bireyler halde sersem hayatı yaşamaktalar. Nasıl sersemce telef olmasınlar ki, her geçiş evresinde köklerinden kopmuş halde yol alınırsa olacağı buydu, gençlerden başka daha ne bekleyebilirdik ki. İşte görüyorsunuz değerlerin alt üst olmasıyla birlikte kimlik krizinin doğurduğu bir takım sancılar terör odaklarının işine yarayıp tabanlarını güçlendirebiliyorlar. Anlaşılan ideolojiler önce zihinleri esir alıyor, sonrada ideolojiyle efsunlanan dimağlar kendini intihar timi fedaisi görüp etrafa korku salmaktalar. Kelimenin tam anlamıyla beyinleri yıkanıp efsunlanmış her bir genç Hasan Sabbah’ı fedailerini aratmayacak eylem manyağı hale gelip Türkiye’nin geleceğini karartıp gölge düşürme peşinde enerjisini harcamaktalar.
Unutmamak gerekir ki toplumun her geçiş sürecinde geçirdiği bir takım kırılmalar kültür ve sosyal değişimin bir sonucu olarak ortaya çıkmakta. Üstelik her yaşanan sosyal değişim ve hareketlilik terörizmin değirmenine sutaşıma diyebileceğimiz propaganda malzemesi olabiliyor da. İşte bu nedenle her geçiş dönemini az zayiatla sancısız geçirmeye mecburuz. Hiç kuşkusuz bunun içinde ilk evvela sosyo-ekonomik tedbirlere ağırlık vermek gerekir. Aksi takdirde terör belası yakamızdan düşmeyip ortalığı kan gölüne çevirmeye devam edilecektir. Hele sosyal yapıda yaşanan bir takım arazlar kuşaklar arası uçuruma yol açtığında karşımıza kayıp nesil olarak çıkmakta. Her ne kadar kayıp nesil ya da kayıp kuşak kök itibariyle bu necip milletin evlatları olsada ruhen mankurtlaşmış kayıp nesildirler. Evet, köklerden bihaber neslin geleceğide olmaz, bırakın geleceği şuan ki sosyal hayatı zehir zemberek hale getirmekte pekte mahirler. İşte bu noktada ne yapabiliriz sorusu gündeme gelir ki, yapılacak şey belli, bir kere her şeyden önce işe kültürel politikalara ağırlık vermekle yola koyulup kültürel zenginliklerimizi ve kültürel kimlikleri birbirinin karşıtı olarak değil birbirini zenginleştirecek çimento hale getirmek gerekir. İkinci adım olarakta şiddete karşı şiddetle değil, ekonomik kültürel ve sosyal politikaları hayata geçirmek gerekir. Zaten şer odakları yıkmak için varlar, bizler ise imar etmek için varız. Madem tarihten bu güne herşey zıddı ile kaim olmuş, o halde herkes vazifesi gereği ne ise onu yapması gayet tabiidir. Bize düşen vazife 'su uyur düşman uyumaz' misali iri olmak, diri olmak, bir olmak için var olmaktır. Yeter ki derin uykuya dalmış olmayalım, Allah korusun gaflet uykusuna dalarsak meydanı boş bulan haramiler şu güzelim cennet vatanımızı harabeye çevirmeleri an meselesi diyebiliriz. İşte bu yüzden şer odaklarının boşluk anımızı kollamalarına fırsat vermeden terör hususunda toplumu bilinçlendirip iri ve diri olmamız lazım gelir. Bu da yetmez terörün hedefi nedir, metodu nedir, stratejisi nedir enine boyuna hakkında etraflıca malumat edinmemiz şart. İcabında bu da yetmez sosyo-ekonomik dokumuzu iyi analiz edip, toplumun kültürel zenginliğini ortaya çıkaracak ve yaşatacak politikalar üretmek gerekir. İşte bu gerçeklerden hareketle terörün üstesinden gelmek adına bilge şahsiyetlere çok iş düşmektedir. Onların bir araya gelip sebep-netice çerçevesinde ortaya koyacakları çözüm paketleriyle meseleye neşter vurmak çok daha kolay olacaktır. Tabii sadece proje üretmekle de iş bitmez, bilge şahsiyetlerin halkın içerisine girip hem hal olmalı da. Hemhal olmalı ki halk-aydın ikiliği, devlet-toplum ikiliği ortadan kalkmış olsun. Kardeşlik projelerini hayata geçirmek için buna mecburuz da. Nitekim bilge kadroları Türkiye sathına konuşlandırmakla teröristlerin köşe başlarını tutmalarına imkân verilmemiş olur. Teröre karşı verilecek mücadelede sadece güvenlik birimlerinden beklemekte doğru olmaz, uzun vadede terörle mücadelede sonuç alınacak asıl iş sosyologlara, psikologlara, öğretmenlere, imamlara, âlimlere düşmekte. Madem öyle her bir sosyal rehber uzmanı hem madden, hem manen donanımlı kılıp sosyolojik değişimlere hazırlıklı olacak şekilde yetiştirmek en elzem iş olmalı.
Teröristler meydanı boş bulup doldurmalarına fırsat vermeksizin yalnızlaşmalarını sağlamalı ki, demoralize olsunlar. Malum, cumhuriyet, demokrasi gibi kavramlar sivil güçlerin ve sivil anlayışın yaşandığı ortamlarda ancak yeşerebiliyor. O halde gün birlik olmak günüdür, gün kardeş olmak günüdür, asla birbirimizin kuyusunu kazmak günü değildir, aksi takdirde terörizmin ekmeğine yağ sürüp hendek kazmalarına fırsat vermiş oluruz. Evet, sivil çözüm ve sivil reçeteler kardeş olmak için vardır, tartışmak için değil teröre hendek kazdırmamak için vardır.
Gün, bu topraklarda her bir ferdin bir arada yaşamaları için müşterek noktalarda birleştirecek unsurlara işlerlik kazandırmak günüdür. Gün devlet millet dayanışmasıyla etnik kimlik ayrımı yapmadan ortak çimentomuz İslamiyet dairesinde kardeşçe yaşama projelerini hayata geçirme günüdür. Madem Müberra dinimiz tüm müminleri kardeş olmaya çağırıyor, o halde bu çağrıya uyup bir binanın tuğlaları gibi kenetlenek düşer bize. Zaten Güneydoğu insanıyla batı insanını kaynaştıracak iksir İslam’ın kardeşlik mesajında ve ruhunda gizli. Allah’a şükürler olsun ki, ne Arab’ın Acem’e, ne de Acem’in Arab’a üstün olmadığı, üstünlüğün ancak ve ancak takvada olduğunu ilan eden bir dinimiz var. Bu yüzden Müberra dinimizi sadece batıl inançları değil aynı zamanda toplum yapılarını da değiştiren tek ilham kaynağı biliriz.
Terör belasına karşı İslam'ın kardeşlik çimentosunun yanı sıra sosyal, ekonomik ve kültürel tedbirlerde çok önem arz eder. Terörizmin sosyal dokuyu tahrip ettiği bir vaka. Teröristin değişime ayak uyduramayaraktan direnip bir husumet duygusuyla etrafa korku salmasıyla birlikte sosyal yapıda önemli ölçüde derin yaralar açmakta. Nasıl ki, dünyanın birçok ülkesinde yaşanan sosyal değişmeye paralel kimlik krizi ve militan akımlar nüksetmişse, aynen ülkemizde de tarımdan sanayileşme sürecine, sanayiden bilgi toplumuna geçiş süreci noktasında PKK’nın ortaya koyduğu direnişi söz konusudur. İşte görüyorsunuz biryandan hendek kazma, bir yandan tesis yıkma, bir yandan da can almakla kendini ele vermektedir. Hele şehirleşme ve 2023 Yeni Türkiye hedeflerine yönelik kalkınma hamleleri arttıkça da bütün bu hamlelerin terör örgütlerinde karşılığı şiddetle sabote etme şeklinde yansımaktadır. İşte bu durumda yapılması gereken bir yandan terörle mücadelede kararlılığımızı sürdürürken diğer yandan da demokratik ve sivil projeleri hayata geçirmeyi ihmal etmemiz en akılcı yol olacaktır.
Bakın, otuz yılı aşkındır PKK ile mücadele veriyoruz. Geldiğimiz noktada otuz beş bin üzerinde aşkın insanın katledilmesi hiçte hoş bir durum değildir. Unutmamak gerekir ki terörle mücadelede polisiye ve askeri tedbirler bakımdan başarı oranı ancak %30’u bulurken, ekonomik, sosyal, kültürel ve sivil tedbirler bakımdan başarı oranı %70 olmaktadır. O halde biz ikinci başarı oranına daha çok ağırlık vermek gerekir. Çünkü polisiye tedbirler ancak kısa vadede işe yaramakta, ama ekonomik, sosyal ve kültürel tedbirler öyle değil, tam aksine uzun vadede en etken kalıcı çözüm olmaktadır. Terör belasına karşı hamasi nutuk ve duygu seliyle hareket etmekle asla bir arpa boyu yol kat edemeyiz, dedik ya illa ki ekonomik, sosyal demokratik ve sivil çözümlerle geleceğimizi sağlama almak şart. Zaten zamanında uzun vadede işe yarayacak çözümlere ağırlık verseydik bugün ne Abdullah Öcalan’dan, ne de Güneydoğu meselesinden söz edecektik. Kaldı ki tarihten bugüne teröre karşı sırf polisiye kuvvetlerle kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Çözümün adresi belli, ekonomik, sosyal ve kültürel uygulamalardır.
Türkiye’de terörün ilk kıvılcım alması önce masum öğrenci istekleriyle başlamış, daha sonrasında ideolojik kangrene dönüşüp diğer sosyal kesimleri de içine alan kapan olmuştur. Hele ki Türkiyede şehirleşmenin ivme kazanmasıyla birlikte anti-şehir tutumlar gün yüzüne çıktığı gibi bilhassa GAP projesinin bölgeye katacağı kazanımları da göz önüne aldığımızda şimdi neden hendek kazdıklarını, neden kamu binalarını ateşe verdiklerini, neden birçok imar faaliyetlerini sabote ettiklerini, neden Hakkâri Yüksekova’da hava alanının açılmasına direndiklerini şimdi daha iyi anlıyoruz. Aslında bu tür direnmeler bedeviliğin hadariliğe karşı koyuşun çağımızda bir başka değişik versiyonundan başkası değildir. Evet, bir yerde şehirleşme kalkınma hamlesi varsa, biliniz ki çağımızın bedevileri ister istemez harekete geçecektir, bu kaçınılmazdır. İşte böyle bir ortamda PKK şer örgütü kök salmaya başlar da.
Türkiye’nin Edirne'den Kars'a yaptığı yollarla, barajlarla, hidroelektrik santralleriyle, eğitimle başlattığı tüm maddi ve manevi kalkınma hamleleri kökü dışarıda bir takım terör odaklarını harekete geçirmeye yetmiştir. Hani her nimetin bir külfeti var denir ya, aynen öyle de bir yerde kalkınma hamlesi başlamışsa bunun karşıtı sabote edici reflekslerin doğması gayet tabiidir. Baksanıza adamlar yakıp yıkmadıkları yer bırakmadıkları gibi birde bunların üstüne binlerce insanın kanın girip ardından gözü yaşlı anaları ağıtlarıyla baş başa bırakmaları da işin en hazin yanıdır.
Terörizm dini eğilimlerden kaynaklanmayıp sosyolojik gruplaşmalardan güç kazanmaktadır. Bu gruplaşmalar meydan vermemek için sanayileşmenin yanı sıra eğitime de hız kazandırmak gerekir ki kabile ve aşiret yapıları kırılabilsin. Sanayi toplumların en belirgin özelliği demokrasidir. Demokratik talepler karşılık buldukça terör odaklarının istismar ettiği alanlar daralıp şiddetin yerini farklı düşünen insanlarla özgürce birarada yaşanılacak alanlar yer alacaktır. Madem öyle, gelin çağımızda, tanış olalım ve işi kolay kılalım ki farklılıklarımızla birlikte bir arada yaşayabilelim.
Hele bir insan kendini terörün pençesine kaptırmaya dursun artık o bataktan çıkmak ne mümkün. İşte o çıkmaz bataklığa düşmemek için tüm zenginlikleri bağrında taşıyan milli kültür politikalarına ağırlık vermek olmazsa olmaz şartımız olmalıdır. Aksi halde zengin kültür kaynaklarımızdan bihaber genç kuşaklar akrebin kıskacında, yani terörizmin kıskıvrak kollarında kendini bulacaktır. Besbelli ki kültürsüzlük beraberinde anti şehir oluşumların türemeseni de yol açıp sonunda varacağı nokta terörizm olmakta. Her türden terör odakları kendi içinde fanatik korkuları, kültürsüzlüğü ve kimlik krizini de bağrında taşımakta, bu yüzden gerektiğinde her biri canlı kalkan olmayı göze alabiliyor da. Madem kültürümüzün temeli İslam'a dayanmakta, o halde bu engin hoşgörü kaynağımızdan çokça beslenmeli, yeni nesillere İslam’ın kardeşlik ruhunu aşılayarak her türlü terörizme geçit vermemek gerekir. Nitekim sevgi iklimi oluşturularak sosyo-ekonomik ve kültürel değişmeleri sağlamak an be an mümkün pekâlâ.
İslam nizamı öngörmüş, başkaldırma fetvalarına izin vermemiş ve 'fitnenin (bugünkü anlamda anarşinin) katilden beter' olduğunu beyan buyurarak insanlığa birlik mesajı sunmuştur.
Resulullah (s.a.v) Müslümanlara zulmeden Kureyş şeflerinin hiçbirini öldürtmeyerek adeta hoşgörü dersi vermiştir. Çünkü terörizm İslam’la bağdaşmaz. Geleceğimiz İslam’ın o engin hoşgörüsünü kavramaktan geçmekte.
Vesselam.
Her ne kadar Karl Marks terörü devrimin önünde engel bir olgu olarak görse de, her ne kadar Lenin ve Che Guevara ise terörün polisiye kuvvetleri tahrik ettiği noktasında hem fikir olsa da, aslında kazın ayağı hiçte öyle değil elbet. Bu tür cin fikirlerin altında yatan asıl gerçek işin ucu kendilerine dokunduğunda tam tersi bir tavır takınıp kendi dışındakilere terörü müstahak görmeleridir. Kaldı ki koministler terör konusunda samimi değillerdir, şayet samimi olsalardı 'devrim kanla yazılır' sloganına sarılmazlardı. Peki ya Trostky? Malum o da terörün devrim için vazgeçilmez bir unsur olarak değerlendirir. Carlos Marighella’de Leon Trotsky’e (Troçki’ye) eşlik edip terörün devrimin gerçekleşmesine yönelik bir vasıta olarak telakki eder, ama yine de bir şerh düşmeyi ihmal etmez, terörün şehir gerilla savaşıyla eş tutulmaması gerektiğini vurgular. Bu arada Regis Debray ise diğerlerinden farklı bir bakış ortaya koyup terörü bir tür savaş şeklinde tanımlar.
Evet, kim ne şekilde tanım yaparsa yapsın, terör eylemlerin arak planında insanlıktan nasibini almamış devrimci teorisyenlerin mankurtlaşmaya aday gençler üzerinde etki yaptığı gerçeğini değiştiremeyecektir.
Terör hareketleri iktidarları ve hükümetleri tek başına devirici güç olmaya yetmese de sarsacağı besbelli. Gerektiğinde şiddet hareketleri ülkeden ülkeye biçim değiştirebiliyor, bir bakıyorsun Latin Amerika'da başka, İrlanda'da (IRA) başka, Türkiye’de bir başka yüzle karşımıza çıkabiliyor. Türkiye şartlarında düşündüğümüzde ise PKK’nın giriştiği eylemlerde ilk önceleri baskın tarzında yaptığı eylemler, akabinde gerilla savaşı tarzına dönüştüğü daha sonrasında ise büyük şehirlere kadar uzanıp canlı bomba tarzında eylemler gerçekleştirdiklerine şahit olmaktayız. Anlaşılan PKK sadece Güneydoğuda nizami ordu ve polisiye kuvvetler karşısında gerilla mücadelesi vermekle yetinmiyor metropol şehirlere dalmış durumdalar da. İster adına gayrinizamî dağ gerilla mücadelesi eylem densin, ister canlı bomba eylem densin sonuçta tek değişen şey metot farklılığıdır, değişmeyense uluslararası istihbarat ağlarının taşeronluğuna soyunaraktan terör odaklarının her devirde varlığını sürdürüyor olmasıdır. Nitekim sosyal politik alt tabanın kaygan zeminde seyretmesi bu tür odaklara cesaret verip hem gerilla türü terörist olmayı, hem de rahatlıkla canlı kalkan türü olacak bir yapılanmayı beraberinde getirebiliyor.
12 Eylül öncesi komünist fraksiyonlar o günkü Türkiye şartlarında devrim yapmaya müsait bir atmosferin var olduğunu düşünmüş olsalar gerek ki, o şartlarda silahlı mücadele için omuz omuza beraber olmuşlardır. Derken bu düşünceler eşliğinde 'devrim kanla yazılır' histerisiyle Türkiye’yi kana bulamışlardır. Hatta o yıllar için gerilla savaş taktiklerinin illegal boyutta icra edildiği devirler dersek yeridir. Nitekim o yıllarda solcu gençler Marks, Lenin, Mao, Che Guevara’nın kitaplarını okuyaraktan silahlı devrim stratejisi belirliyorlardı. Nasıl strateji belirlemesinler ki, o yıllarda Marksist öğretiler solcu gençliğin adeta vazgeçilmez amentüsüydü. Derken bu amentü uğruna gençler bir dolduruşla Sovyet Rusya’nın beşinci kol faaliyetlerinin köleleri oluyorlardı. Beyinleri yıkanmış bu tip gençlerden başka bir şey beklenemezdi zaten. Aslında bu durum sosyalizmi bilmeden sosyalizme moda varı kapılmanın bir sonucudur. Dahası moda sosyalizm solcu gençlik üzerinde kendi kendini avutmaya yönelik oyuncaktı. Ancak ne var ki bu oyunda hep piyon olarak rol aldılar.
Şu bir gerçek, Türkiye’de vuku bulan şiddet hareketlerine sadece solcu-sağcı, Türk-Kürt ekseninden baktığımızda sağlıklı sonuca varamayız. Zira bu suni ikilemlerin arkasında sosyo-psikolojik kültürel kaynaklı yozlaşma ve sosyal değişim süreçle ilişkili ayırımlar yatmaktadır. Asıl dikkatimizi yoğunlaştırmamız gereken husus ülkemizin tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi toplumuna geçişte yaşanılan sancı meseledir. İşte en can alıcı geçiş sancısı noktaya odaklanmamız gerekirken, maalesef dikkatlerimizi sağ-sol ikilemi gibi suni ayrımlarla oyalanarak asıl meseleyi gözden kaçırmış oluyoruz. Bugün olmuş halen geleneksel yapı ile modernleşme yapı arasında geçiş sancısı yaşadığımızı bir türlü fark edemedik. Zaten fark edebilseydik yaşanan bunca sancıların arka planında tarımdan sanayileşmeye, sanayiden bilgi toplumuna geçişteki kaygan zemin üzerinde patanaj yapmaktan kaynaklı bir şiddet sarmalıyla karşı karşıya kaldığımızı görmüş olacaktık. Düşünsenize gençler geleneksel toplum yapı içerisinde modernleşmeye geçişte daha doğru dürüst kendilerine kimlik edinemeden savruk bireyler halde sersem hayatı yaşamaktalar. Nasıl sersemce telef olmasınlar ki, her geçiş evresinde köklerinden kopmuş halde yol alınırsa olacağı buydu, gençlerden başka daha ne bekleyebilirdik ki. İşte görüyorsunuz değerlerin alt üst olmasıyla birlikte kimlik krizinin doğurduğu bir takım sancılar terör odaklarının işine yarayıp tabanlarını güçlendirebiliyorlar. Anlaşılan ideolojiler önce zihinleri esir alıyor, sonrada ideolojiyle efsunlanan dimağlar kendini intihar timi fedaisi görüp etrafa korku salmaktalar. Kelimenin tam anlamıyla beyinleri yıkanıp efsunlanmış her bir genç Hasan Sabbah’ı fedailerini aratmayacak eylem manyağı hale gelip Türkiye’nin geleceğini karartıp gölge düşürme peşinde enerjisini harcamaktalar.
Unutmamak gerekir ki toplumun her geçiş sürecinde geçirdiği bir takım kırılmalar kültür ve sosyal değişimin bir sonucu olarak ortaya çıkmakta. Üstelik her yaşanan sosyal değişim ve hareketlilik terörizmin değirmenine sutaşıma diyebileceğimiz propaganda malzemesi olabiliyor da. İşte bu nedenle her geçiş dönemini az zayiatla sancısız geçirmeye mecburuz. Hiç kuşkusuz bunun içinde ilk evvela sosyo-ekonomik tedbirlere ağırlık vermek gerekir. Aksi takdirde terör belası yakamızdan düşmeyip ortalığı kan gölüne çevirmeye devam edilecektir. Hele sosyal yapıda yaşanan bir takım arazlar kuşaklar arası uçuruma yol açtığında karşımıza kayıp nesil olarak çıkmakta. Her ne kadar kayıp nesil ya da kayıp kuşak kök itibariyle bu necip milletin evlatları olsada ruhen mankurtlaşmış kayıp nesildirler. Evet, köklerden bihaber neslin geleceğide olmaz, bırakın geleceği şuan ki sosyal hayatı zehir zemberek hale getirmekte pekte mahirler. İşte bu noktada ne yapabiliriz sorusu gündeme gelir ki, yapılacak şey belli, bir kere her şeyden önce işe kültürel politikalara ağırlık vermekle yola koyulup kültürel zenginliklerimizi ve kültürel kimlikleri birbirinin karşıtı olarak değil birbirini zenginleştirecek çimento hale getirmek gerekir. İkinci adım olarakta şiddete karşı şiddetle değil, ekonomik kültürel ve sosyal politikaları hayata geçirmek gerekir. Zaten şer odakları yıkmak için varlar, bizler ise imar etmek için varız. Madem tarihten bu güne herşey zıddı ile kaim olmuş, o halde herkes vazifesi gereği ne ise onu yapması gayet tabiidir. Bize düşen vazife 'su uyur düşman uyumaz' misali iri olmak, diri olmak, bir olmak için var olmaktır. Yeter ki derin uykuya dalmış olmayalım, Allah korusun gaflet uykusuna dalarsak meydanı boş bulan haramiler şu güzelim cennet vatanımızı harabeye çevirmeleri an meselesi diyebiliriz. İşte bu yüzden şer odaklarının boşluk anımızı kollamalarına fırsat vermeden terör hususunda toplumu bilinçlendirip iri ve diri olmamız lazım gelir. Bu da yetmez terörün hedefi nedir, metodu nedir, stratejisi nedir enine boyuna hakkında etraflıca malumat edinmemiz şart. İcabında bu da yetmez sosyo-ekonomik dokumuzu iyi analiz edip, toplumun kültürel zenginliğini ortaya çıkaracak ve yaşatacak politikalar üretmek gerekir. İşte bu gerçeklerden hareketle terörün üstesinden gelmek adına bilge şahsiyetlere çok iş düşmektedir. Onların bir araya gelip sebep-netice çerçevesinde ortaya koyacakları çözüm paketleriyle meseleye neşter vurmak çok daha kolay olacaktır. Tabii sadece proje üretmekle de iş bitmez, bilge şahsiyetlerin halkın içerisine girip hem hal olmalı da. Hemhal olmalı ki halk-aydın ikiliği, devlet-toplum ikiliği ortadan kalkmış olsun. Kardeşlik projelerini hayata geçirmek için buna mecburuz da. Nitekim bilge kadroları Türkiye sathına konuşlandırmakla teröristlerin köşe başlarını tutmalarına imkân verilmemiş olur. Teröre karşı verilecek mücadelede sadece güvenlik birimlerinden beklemekte doğru olmaz, uzun vadede terörle mücadelede sonuç alınacak asıl iş sosyologlara, psikologlara, öğretmenlere, imamlara, âlimlere düşmekte. Madem öyle her bir sosyal rehber uzmanı hem madden, hem manen donanımlı kılıp sosyolojik değişimlere hazırlıklı olacak şekilde yetiştirmek en elzem iş olmalı.
Teröristler meydanı boş bulup doldurmalarına fırsat vermeksizin yalnızlaşmalarını sağlamalı ki, demoralize olsunlar. Malum, cumhuriyet, demokrasi gibi kavramlar sivil güçlerin ve sivil anlayışın yaşandığı ortamlarda ancak yeşerebiliyor. O halde gün birlik olmak günüdür, gün kardeş olmak günüdür, asla birbirimizin kuyusunu kazmak günü değildir, aksi takdirde terörizmin ekmeğine yağ sürüp hendek kazmalarına fırsat vermiş oluruz. Evet, sivil çözüm ve sivil reçeteler kardeş olmak için vardır, tartışmak için değil teröre hendek kazdırmamak için vardır.
Gün, bu topraklarda her bir ferdin bir arada yaşamaları için müşterek noktalarda birleştirecek unsurlara işlerlik kazandırmak günüdür. Gün devlet millet dayanışmasıyla etnik kimlik ayrımı yapmadan ortak çimentomuz İslamiyet dairesinde kardeşçe yaşama projelerini hayata geçirme günüdür. Madem Müberra dinimiz tüm müminleri kardeş olmaya çağırıyor, o halde bu çağrıya uyup bir binanın tuğlaları gibi kenetlenek düşer bize. Zaten Güneydoğu insanıyla batı insanını kaynaştıracak iksir İslam’ın kardeşlik mesajında ve ruhunda gizli. Allah’a şükürler olsun ki, ne Arab’ın Acem’e, ne de Acem’in Arab’a üstün olmadığı, üstünlüğün ancak ve ancak takvada olduğunu ilan eden bir dinimiz var. Bu yüzden Müberra dinimizi sadece batıl inançları değil aynı zamanda toplum yapılarını da değiştiren tek ilham kaynağı biliriz.
Terör belasına karşı İslam'ın kardeşlik çimentosunun yanı sıra sosyal, ekonomik ve kültürel tedbirlerde çok önem arz eder. Terörizmin sosyal dokuyu tahrip ettiği bir vaka. Teröristin değişime ayak uyduramayaraktan direnip bir husumet duygusuyla etrafa korku salmasıyla birlikte sosyal yapıda önemli ölçüde derin yaralar açmakta. Nasıl ki, dünyanın birçok ülkesinde yaşanan sosyal değişmeye paralel kimlik krizi ve militan akımlar nüksetmişse, aynen ülkemizde de tarımdan sanayileşme sürecine, sanayiden bilgi toplumuna geçiş süreci noktasında PKK’nın ortaya koyduğu direnişi söz konusudur. İşte görüyorsunuz biryandan hendek kazma, bir yandan tesis yıkma, bir yandan da can almakla kendini ele vermektedir. Hele şehirleşme ve 2023 Yeni Türkiye hedeflerine yönelik kalkınma hamleleri arttıkça da bütün bu hamlelerin terör örgütlerinde karşılığı şiddetle sabote etme şeklinde yansımaktadır. İşte bu durumda yapılması gereken bir yandan terörle mücadelede kararlılığımızı sürdürürken diğer yandan da demokratik ve sivil projeleri hayata geçirmeyi ihmal etmemiz en akılcı yol olacaktır.
Bakın, otuz yılı aşkındır PKK ile mücadele veriyoruz. Geldiğimiz noktada otuz beş bin üzerinde aşkın insanın katledilmesi hiçte hoş bir durum değildir. Unutmamak gerekir ki terörle mücadelede polisiye ve askeri tedbirler bakımdan başarı oranı ancak %30’u bulurken, ekonomik, sosyal, kültürel ve sivil tedbirler bakımdan başarı oranı %70 olmaktadır. O halde biz ikinci başarı oranına daha çok ağırlık vermek gerekir. Çünkü polisiye tedbirler ancak kısa vadede işe yaramakta, ama ekonomik, sosyal ve kültürel tedbirler öyle değil, tam aksine uzun vadede en etken kalıcı çözüm olmaktadır. Terör belasına karşı hamasi nutuk ve duygu seliyle hareket etmekle asla bir arpa boyu yol kat edemeyiz, dedik ya illa ki ekonomik, sosyal demokratik ve sivil çözümlerle geleceğimizi sağlama almak şart. Zaten zamanında uzun vadede işe yarayacak çözümlere ağırlık verseydik bugün ne Abdullah Öcalan’dan, ne de Güneydoğu meselesinden söz edecektik. Kaldı ki tarihten bugüne teröre karşı sırf polisiye kuvvetlerle kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Çözümün adresi belli, ekonomik, sosyal ve kültürel uygulamalardır.
Türkiye’de terörün ilk kıvılcım alması önce masum öğrenci istekleriyle başlamış, daha sonrasında ideolojik kangrene dönüşüp diğer sosyal kesimleri de içine alan kapan olmuştur. Hele ki Türkiyede şehirleşmenin ivme kazanmasıyla birlikte anti-şehir tutumlar gün yüzüne çıktığı gibi bilhassa GAP projesinin bölgeye katacağı kazanımları da göz önüne aldığımızda şimdi neden hendek kazdıklarını, neden kamu binalarını ateşe verdiklerini, neden birçok imar faaliyetlerini sabote ettiklerini, neden Hakkâri Yüksekova’da hava alanının açılmasına direndiklerini şimdi daha iyi anlıyoruz. Aslında bu tür direnmeler bedeviliğin hadariliğe karşı koyuşun çağımızda bir başka değişik versiyonundan başkası değildir. Evet, bir yerde şehirleşme kalkınma hamlesi varsa, biliniz ki çağımızın bedevileri ister istemez harekete geçecektir, bu kaçınılmazdır. İşte böyle bir ortamda PKK şer örgütü kök salmaya başlar da.
Türkiye’nin Edirne'den Kars'a yaptığı yollarla, barajlarla, hidroelektrik santralleriyle, eğitimle başlattığı tüm maddi ve manevi kalkınma hamleleri kökü dışarıda bir takım terör odaklarını harekete geçirmeye yetmiştir. Hani her nimetin bir külfeti var denir ya, aynen öyle de bir yerde kalkınma hamlesi başlamışsa bunun karşıtı sabote edici reflekslerin doğması gayet tabiidir. Baksanıza adamlar yakıp yıkmadıkları yer bırakmadıkları gibi birde bunların üstüne binlerce insanın kanın girip ardından gözü yaşlı anaları ağıtlarıyla baş başa bırakmaları da işin en hazin yanıdır.
Terörizm dini eğilimlerden kaynaklanmayıp sosyolojik gruplaşmalardan güç kazanmaktadır. Bu gruplaşmalar meydan vermemek için sanayileşmenin yanı sıra eğitime de hız kazandırmak gerekir ki kabile ve aşiret yapıları kırılabilsin. Sanayi toplumların en belirgin özelliği demokrasidir. Demokratik talepler karşılık buldukça terör odaklarının istismar ettiği alanlar daralıp şiddetin yerini farklı düşünen insanlarla özgürce birarada yaşanılacak alanlar yer alacaktır. Madem öyle, gelin çağımızda, tanış olalım ve işi kolay kılalım ki farklılıklarımızla birlikte bir arada yaşayabilelim.
Hele bir insan kendini terörün pençesine kaptırmaya dursun artık o bataktan çıkmak ne mümkün. İşte o çıkmaz bataklığa düşmemek için tüm zenginlikleri bağrında taşıyan milli kültür politikalarına ağırlık vermek olmazsa olmaz şartımız olmalıdır. Aksi halde zengin kültür kaynaklarımızdan bihaber genç kuşaklar akrebin kıskacında, yani terörizmin kıskıvrak kollarında kendini bulacaktır. Besbelli ki kültürsüzlük beraberinde anti şehir oluşumların türemeseni de yol açıp sonunda varacağı nokta terörizm olmakta. Her türden terör odakları kendi içinde fanatik korkuları, kültürsüzlüğü ve kimlik krizini de bağrında taşımakta, bu yüzden gerektiğinde her biri canlı kalkan olmayı göze alabiliyor da. Madem kültürümüzün temeli İslam'a dayanmakta, o halde bu engin hoşgörü kaynağımızdan çokça beslenmeli, yeni nesillere İslam’ın kardeşlik ruhunu aşılayarak her türlü terörizme geçit vermemek gerekir. Nitekim sevgi iklimi oluşturularak sosyo-ekonomik ve kültürel değişmeleri sağlamak an be an mümkün pekâlâ.
İslam nizamı öngörmüş, başkaldırma fetvalarına izin vermemiş ve 'fitnenin (bugünkü anlamda anarşinin) katilden beter' olduğunu beyan buyurarak insanlığa birlik mesajı sunmuştur.
Resulullah (s.a.v) Müslümanlara zulmeden Kureyş şeflerinin hiçbirini öldürtmeyerek adeta hoşgörü dersi vermiştir. Çünkü terörizm İslam’la bağdaşmaz. Geleceğimiz İslam’ın o engin hoşgörüsünü kavramaktan geçmekte.
Vesselam.