Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, Bayburtlu Zihnî hakkında yazdığı bir yapıtında bizim de yüzde yüz katıldığımız şu saptamaları yapar:
“Bayburtlu Zihnî’nin Türk Edebiyatı içinde apayrı bir yeri vardır. Onu pek çoğumuz halk şairi olarak tanımamıza rağmen, o tam mânâsıyla bir divân şairidir. Konyalı Şem’i gibi onun da bir Divanı vardır, ayrıca o, bu divanını saraya da takdim etmiştir.
Hayatını anlattığı Sergüzeştnâme-i Zihnî ise içindeki aruz ve hece vezinleriyle yazılmış şiirleriyle onun ayrı bir cephesini teşkil eder. Buradaki hiciv ve destanları, adeta iki ayrı şairden izler taşır gibidir.
Hikâye-i Garîbe’si ise Türk romancılığının başlangıcı için iyi bir çıkış noktası sayılabilir. Aslında mensur olmasına rağmen yer yer aruz vezniyle söylenmiş şiirlerin görüldüğü eser son derece ilgi çekici bir konuya sahiptir.
Böylesine çok cepheli, halk şairlerinin hemen hiçbirinde görmediğimiz eserlerin sahibi olan Zihnî, maalesef bugüne kadar bir dereceye kadar tanıtılabilmiştir.” (1)
Eveet şimdi biz de Zihnî’nin ayrı bir yönüne sözü getireceğiz ve o izlekten başka yerlere götüreceğiz sizi.
Ünlü şairlerimizden Cemal Süreya, maliyeci idi. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirdikten sonra, Eskişehir'de vergi memuru olarak işe başlamış, daha sonra girdiği sınavı kazanarak Maliye Müfettişi olmuştu. Müfettişlikte kullandığı adı Cemal Seber'dir ve asıl adıdır O’nun. Kimi edebiyat dergileri yanında, Maliye Yazıları adlı dergiyi de bir süre yöneten Süreya, bir şiirinde şöyle der:
"İşgal acılarından mavi bir lirizm çıkaran
Maliyeci şairlerin ilki
Bayburtlu Zihnî"
"İşgal acıları ve mavi lirizm", Zihnî'nin o ünlü koşmasında vardır.
"Vardım ki yurdumdan ayağ göçürmüş
Yavru gitmiş, ıssız kalmış otağı
Camlar şîkest olmuş, meyler dökülmüş
Sâkiler meclisten çekmiş ayağı
Laleyi, sümbülü gülü har almış
Süleyman tahtını sanki mar almış
Zevk ü şevk ehlini ah ü zar almış
Gama tebdil olmuş ülfetin çağı
Hangi dağda görsem ben o merali
Hangi bağda görsem çeşm-i gazali
Avcılardan kaçmış ceylan misali
Göçmüş dağdan dağa yoktur durağı
Zihnî derd elinden her zaman ağlar
Vardım ki bağ ağlar bağıban ağlar
Sümbüller perişan güller kan ağlar
Şeyda bülbül terk edeli bu bağı"
1828 Rus işgali sonrasında memleketi Bayburt’a varır Zihnî, gördükleri onu çok etkiler ve bu koşmayı kaleme alır. Bu koşma, okuyanları da çok etkilemiştir, halk müziği ve sanat müziği formunda üç kez bestelenerek önemli ve özgün bir yere sahip olmuştur.
“Mavi lirizmini” yazdık böylece, “maliyeciliğine” de değinelim Zihnî’nin.
Maliyecidir gerçekten de… Hopa, Vakfıkebir, Of, Sürmene ve Karaağaç'ta Mal Müdürlüğü yapmıştır. Gelgelelim, maliyeci şairlerin ilki değildir. Yani Cemal Süreyya yanılıyor. Maliyeci bir şair-yazar olan Hilmi Yücelen’in bir eşi henüz yazılmayan değerli bir kitabı var, adı: “Türk Mali Tarihi’ne Toplu Bir Bakış ve Maliyeci Şairler Antolojisi”. Bu antolojideki ilk şair, Safî’dir. Doğum tarihi belli değildir, ölüm tarihi 1485’tir. Fatih Sultan Mehmet ve oğlu II. Beyazıt dönemlerinde defterdarlık yapmıştır, asıl adı Cezrî Kasımî’dir.
Süreya’nın dizelerinden şöyle bir anlam da çıkarılabilir, belki Şair, Zihnî’yi, “işgal acılarından mavi lirizm” çıkarma açısından ilk olarak anmaktadır. Eğer böyle ise evet Zihnî o bakımdan ilktir. Cemal Süreya sağ olsaydı sorardık…
Bayburtlu Zihnî’nin maliyeciliği pek olaylı geçmiştir. Çünkü dili ve kalemi hiç durmamıştır.
Bu “durmazlığı” anlatacağız ama onun bir de Nazım Hikmet’in kulağına dek giden bir “gülmezliği” vardır. Onu da araya sokmak gerek.
Nazım Hikmet’in o dizelerini bilirsiniz:
“Topraktan öğrenip
kitapsız bilendir.
Hoca Nasreddin gibi ağlayan
Bayburtlu Zihni gibi gülendir.”
Gerçekten de Zihnî’nin “gülmezliği” Bayburt’ta nam salmıştır, hatta çok nüktedan ya da komik kimseler için “O, Zihni’yi bile güldürür” denmiştir. Nazım Hikmet’in o günün iletişim ve araştırma zorluklarına karşın bu ayrıntıyı yakalayabilmesi ilginç ve önemlidir; Anadolu’ya, Türk kültürüne olan bağlılığını da göstermektedir.
Neden gülmez bir adamdır Bayburtlu Zihnî? Çünkü haksızlığa tahammülü yoktur, sözü cebindedir, dilini tutamaz, yergileri çok serttir. Ve çok çileler çekmiştir bu yüzden. Örnekleyelim bu dediklerimizi: Görev yaptığı yerlerde pek çok üst düzey yetkili ile takışmış, bu yüzden başına çok işler gelmiştir.
Sancak valisi Kör Galip Paşa, Zihni’ye göre “geceleri şeytandan borç alıp, gündüzleri bin türlü fitne çıkaran” biriydi. Galip Paşa’yı bu yergi çileden çıkarır, Zihnî kendini önce İstanbul'da, sonra Kırkağaç'ta bulur. Gelgelelim Zihnî, Kırkağaç'ta da yerecek birilerini bulmakta gecikmez. Kırkağaç kadısını ve kaymakamını dolar diline. Dersini henüz "amme" cüzüne kadar öğrenebilmiş cahil kadı, “elindeki rüşvet kemiği”ni durmadan kemiren biridir. Ve bu kadının “Kapması rüşveti arslan gibidir/Salması, pençeli kaplan gibidir.” Ya kaymakam? Onun da kadıdan pek bir farkı yoktur, ona da saldırır. Kaymakam durur mu, yazar hakkında yazıyı, Zihni bu kez de Of’a sürgün edilir.
Trabzon'un Of İlçesi'nde Mal Müdürlüğü sırasında da dilini tutamaz, yergileri daha da sertleşir. Trabzon defterdarı Tahsin Efendiyi yolsuzlukları sebebiyle yerden yere vurur:
“Bir karış bacağın, bir buçuk endâze boyun
Fitne sandukası, şer mahzeni, şeytan Tahsin”
Tahsin Efendi gider, Çuhadarzade Cazim Efendi gelir ama o da hırsızın tekidir, Zihni 55 beyitlik yergisinde Cazim Efendi'ye de ağır bir dille verip veriştirir:
“İsminde olan harflere âlem bayılır
Dört harf her biri bir hâle delâlet eder
Cimi cambaz, elifi ibne ve za’yı zendost (kadınlara çok düşkün olan (erkek), kadıncıl, zampara.)
Mimi mebunluğa (erkeği para karşılığında baştan çıkaran erkek) geldi işaret Cazim”
Ama en ağır yergiyi “Ünyevî Vâsıf Efendi”ye yazmıştır. Zaten hicviyeleri de 49 beyit olarak bu kişiye yazılanlarla başlar:
“Hilede tilki, hıyanette sıçan, salyada kelp
Düz taban, şom kadem, Hırs-ı Horasani Vâsıf
Sen ah ey gül-i şer koklayanın burnu düşer
Fitne sergerdesi göt başbuğu fettan Vâsıf
…
Beni zemmetmen ne haddin a köpek, sen kimsin
Adama gürz-i hicivim işetir kan, Vâsıf
…
Girdiğin kangı deri boklanmadan çıkmışsın
Bana göster birini fitne-yi ebnan Vâsıf.”
Bu dil uzunluğu, bu yenilmez yutulmaz yergiler sonunda Trabzon Valisi Vâsıf Paşa görevinden alır Zihnî’yi. Yıl 1846'dır. Hâlini arz etmek için düşer İstanbul yollarına. Of'tan azlolunmuştur of çekmektedir. Of redifli bu şiir düşer kalemine, bu Of’un da bir bölümünü alalım buraya:
“Oof, Of'tan azlolup kaldım kuru feryâde of!
On bir aylık gitti mahsûl-i maaşım bade of!
Ben of oldum, of ben ve ben of’la alüfteyim
Âşık olmuştur bana of, ben of’a üftâde of
Of’tan bir oof dahi eyler tevellüd âhlar
Ser çeküp âfâka eyler âlem-i bâlâda of”
(Of Of’tan azlettiler beni, kuru feryada kaldım
On bir aylık emeğim gitti boşa
Ben of oldum of ben ve of’la aşağılandım
Of bana âşık olmuştur, ben of’a tutkun
Of’tan birçok ahlar doğar
Ufuklara yükselir, dünyanın doruklarına çıkar)
İstanbul’a varmıştır umutla… Halini arz edecek, bir “of” deyip açılacak aklı sıra, haklılığı anlaşılacak, Of’a mal müdürü edecekler yeniden onu.
Ancak hiç öyle olmuyor… Kalem efendileri bakarlar sarığına, bakarlar kılığına, “molla” der dururlar alay ve kahkahalarla.
Nereli olduğunu sorar saraya yakın bir ailenin pek şımarık çocuğu. Erzurum’a bağlıdır o zaman Bayburt. “Erzurumluyum” deyince Zihnî, der ki o şımarık:
“Yahu sizin Erzurum’da çok tezek yerlermiş öyle mi?”
Zihnî de ona sorar:
“Sen bunu nereden biliyorsun?”
“Bizim kayınbirader valilik yaptı da iki yıl orada, o anlatırdı.”
Cebinden kâğıt kalem çıkarıp bir şeyler karalar Zihnî. Sırıtarak sorar yine o seçkin şımarık:
“Ne yazıyorsun Molla?”
“Yazı değil, hesap hesap… Sizin kayınbirader iki yıl süresince ne kadar tezek yemiş, onu hesaplıyorum!”
Zihnî’nin sözü cebindeliğine değgin ilginç ve gülünç bir anekdotu daha yazayım, sonra şu “Y.rağım” konusuna geçeceğim.
“Zihnî bir kahvehanede oturmuş nargile içmektedir. Onun şairliği ile dalga geçmek isteyen bir delikanlı masasına yaklaşıp ‘Sen o şiirleri benim g.tüme yaz’ der. Zihni elindeki marpucu gösterip ‘Ben bununla da yazarım’ der.” (2)
VE “AMAN DEDE Y.RAĞIM”
Yukarıda değindik, Zihnî’nin destanları da pek çoktur. Ve o “gülmez” adam, bu destanlarının çoğunda güldürür okurlarını. Bunlardan biri de “Aman Dede Destanı”dır. Şair, Sergüzeştname’sinde, önce bu destanın yazılış öyküsünü anlatır.
Mevlevi Dedesi ile bir İçağası, Selanik’e gitmek üzere yolculuğa çıkarlar. Ağaçlık bir yerde mola verirler. Ağaçların birinde oğul arı görürler. İçağası bu arıyı alıp sermaye yapmak ister, arı kovanına yönelir ve arıların saldırısına uğrar. Bir ara şalvarının yırtığından içeri bir arı girip sokmaya başlar. Ağayı kurtarmaya gelen Dede sorar “Ne oldu nereni soktu arılar?” Yanıt ilginçtir: “Aman dede y.rağım.” Zihnî, içağasının yedi heceli bu feryadını 38 dörtlük olarak “zevk erbabının gülmesi murad olundu” iliştirisiyle destana dönüştürür.
Destan halk diliyle yazılmıştır, olayı güldürüsel ve yer yer müstehcen bir dille öyküler; arada Erzurum, Erzincan gibi illerin şiveleriyle Rumca’yı da başarıyla kullanır Zihni.
Mora burnun dolandı Balı aldık diyelim
Efendi tek sulandı Helva pişir yiyelim
Kız kulesine döndü Bu s.kten el yuyalım
Aman dede y.rağım Aman dede y.rağım
Y.rak değil bir afet Arı başına kondu
Yangın köşkü kıyafet Zoru topuğa indi
Kıyametten alamet Langa hıyara döndü
Aman dede y.rağım Aman dede y.rağım
Kalamira yaniko Karban kızı inç iğav
Kalasmir abaniko İnç kalirin inç iğav
İmane de dimano Miga miga korisav
Aman dede y.rağım Aman dede y.rağım
Dadaş bunu nederih Vala kurban yanmışım
Koyun kelbi ederih Ben bu bala kanmışım
Kurt avına giderih Bu s.kten usanmışım
Aman dede y.rağım Aman dede y.rağım
Selanikte Serezde Zihni ne kaldı şunda
Böyle uygun kereste Bağla gemiyi bunda
Bulunmaz her tereste Konda demiri konda
Aman dede y.rağım Aman dede y.rağım
İLİŞTİRİ: Sergüzeştname-i Zihni’de bulunan bu destan, müstehcenliği nedeniyle eski yazıdan yeni harflerimize çevrilmemiş ve bir yerde yayımlanmamıştı. Yani o yobaz-gerici zihniyet, Zihnî’yi bile sansürlüyordu. Bu görevi ben yapıp destanın en azından bir bölümünü yeni Türk harflerine çevirmek istedim. Gelgelelim, bu yapıttaki eski yazı, benim sökebileceğim bir yazı türü değildi. Bu işi yapmasını, eşimin yeğeni, Kocaeli Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim görevlisi M. Emin Çaycı’dan rica ettim. Severek ve gülerek yerine getirdi bu ricamı. Teşekkür ediyorum, emek ve bilgisini saygıyla alkışlıyorum.
DİVANINDAN BİRKAÇ BEYİT
Zihnî’nin divanındaki şiirleri(3) , dil bağlamında bugünün Türkçesinden oldukça uzaktır doğal olarak. Ancak yer yer bu çerçevenin dışına taşıp bugüne uyan dizeleri de yok değildir. İşte onlardan örnek beyitler:
“Kalemimden cereyan (akış) yok elemimden (gam, tasa) gayri
Elemimden soran yoktur kalemimden gayri.”
“Tazelikte derdirir ağyare devran güllerin
Bizlere bin naz ile köhne baharın çektirir.”
(Yeni açmış güllerini başkasına derdirir, bize gelince bin naz ile eski baharını çektirir)
“Dün sual ettim sabâdan (tan yelinden), zülfün ahvalini (saçlarının durumunu)
Her teli bir şehr-i Mansur (Hallacı Mansur’un idam edildiği, dâra çekildiği şehir Bağdat şehri) içre dâr (dar ağacı, asılma ipi) olmuş gezer.”
ÖLÜM GELEYDİ, GİDEK GÖREK
Zihnî çok sevdiği memleketi Bayburt’u ölmeden bir daha görmek üzere yola düşer. Trabzon-Bayburt arasındaki Maçka’ya bağlı Ulasa köyünde ölür ve oraya gömülür. Kemikleri 1936 yılında Bayburt’a nakledilir ve İmaret Tepedeki işte bu anıt mezara konulur.
Ben de, Bayburtlu Zihnî’nin anıt mezarında Murat Okutmuş’un çektiği bu fotoğrafımı buraya koyayım ve ölümü doğal ve kolay bir olgu olarak gören Zihnî’nin ölüm bağlamında dedikleriyle bitireyim yazımı:
“Cihanda çok yaşadık, bilmedik bu yanda ne var,
Ölüm geleydi gidek, bir görek, o yanda ne var.”
1) Saim Sakaoğlu-Bayburtlu Zihni/Kültür Bakanlığı Yayını 1988
2) Mustafa Okan Baba-Bayburtlu Zihni/Heyemola Yayınları
3) Mehmet Ragıp Karcı-Bayburtlu Zihnî Divanı/Sonçağ Yayınları