Elif hatırlıyordu. Çocukken annesi Betül Hanım ile yine bahçedeydiler. Eliflerin bahçesi, Nurtenlerin bahçesiyle yan yanaydı. Nurten bayıldı. Elif korkmasın diye Betül Hanım elinden tutup çok yaklaştırmadan usul usul yanlarına doğru gittiler. Nurten, fasulye bostanının tumbunda yatıyor, sürekli yutkunuyordu. Annesi, yerde yatan kızına doğru eğilip, dizleri lastikli, uzun paçalı, çiçekli donu görünmesin diye divitin entarisinin etekleriyle bacaklarını örttü. Ellerini yana açıp, dudaklarını kısarak hâl ağladı o gün. Elif’in annesi şaşkınlıkla olup bitenleri izliyor, konuşacak bir şey bulamıyor, sadece Nurten’in annesinin sızlanmalarını dinliyordu. Şen şakrak, bir diyip beş gülen Betül Hanım ne kadar da az konuşmuştu. Akşam karanlığı çökmek üzereydi. Eve gidinceye kadar ne annesi ne de Elif konuştu.
Nurten’in yüzü babasının kopyasıydı; çağıl yeşili gözleri, alınmamış simsiyah, teli kalın kaşları, geniş kavisle yaylanırdı. Burnu topaç, teni lekeliydi. Orta boylu, tombulcaydı, göğüsleri koynuna sığmazdı. Yüzünde belli belirsiz kaybolmayan garip bir tebessüm vardı.
Küsünce, hızlı adımlarla söylene söylene uzaklaşırken, arkasından bağırırlardı: “Ha gasgara ha!”(1) Hah! Hah Ha!
Boğazındaki guatr yumrusu nedeniyle de “hortikli”(2) diye dalga geçerlerdi. Yürüyüşü, konuşması, davranışları ne yapsa kusurdu, her haliyle alay edilirdi.
İki amcasının karısı olacak yengeleri, onların çocukları, hatta kendi kardeşleri de sürekli aşağılardı Nurten’i. Günleri horlanarak, itilip, kakılarak geçerdi. Zor geçen hayatı annesinin ölümünden sonra azaba dönüştü.
Kumar tutkunu büyük oğlanın, dağ köylü karısı, Nurten’in bakımını üstlenmekten bakım maaşı alıyordu.
Dağ köyünden gelen büyük gelin, zavallı kızın bakım parasıyla ucuz cigara tüttürüp, Nurten’i sağa sola işe güce koştururdu. Nurten, ipin arasına üst üste istiflenmiş çalıların şeleğini taşır, orakla ot biçer, bostanlara su verir, fasulye otlarını çubuklardan sıyırır, ağaçlardan dökülen meyveleri toplar, akşama kadar çalışır, yine de yaranamaz, bir bahaneyle zılgıtı yerdi. Bazen evin uzağına doğru gidip, içini çekerek ağlar, ağladıkça da içini çekerdi.
Elif çocuktu. Anımsıyordu. Nurtenlerin evinde, makarnaya, “magaron” derler, ara sıra denk geldiğinde hep magaron yediklerini görürdü.
Düdük makarnasını ilkin onların sofrasında görmüştü. Bir öğlen vakti yemek saatiydi, Elif’i de çağırdılar sofraya. Evde dayanılmaz bir koku vardı. Kokudan yemek yemek ne mümkündü. Salonun köşesinde yerde bir metrekare kadar, betondan yapılmış suluk vardı. Duvardan, ince demir bir boruyla atık su açığa akıyordu. Atık suyun aktığı yerde ve paslı demir borunun deliğinde gri kaygan tabaka oluşmuştu. Bu tabakaya küçük, ince sinekler konup kalkıyordu. Koku oradan geliyordu.
Sulukların kenarlarında bakır kazanlar içerisinde, “sabah suları” dururdu. Bazı evlerde kazanlar yerden onbeş yirmi santimetre yükseltilen tahtalar üzerine konurdu. Suluklarda tabak, çanak yıkanırdı. Suluğun deliğinden gelen kokudan duyduğu rahatsızlığı belli etmemeye çalışarak, makarnadan birkaç kaşık aldı. Lokmalar ağzında büyüdü. Yutmakta güçlük çekti. Belli etmemeye çalışarak, “Ben doydum” diyip sofradan kalktı. Sofra bezinin üzerine alüminyum yuvarlak sini konmuştu. Sofranın ortasına büyük çinko bir tepsi koyup, tenceredeki makarnayı tepsiye döktüler. Üzerine lor peyniri gezdirip, karıştırdıktan sonra çalakaşık makarnaya giriştiler. Sofra bezinin üstünde dilimlenmiş beyaz ekmek de vardı.
Elif eve gelince annesinden düdük makarnası istedi. Betül Hanım, “Düdük makarnası mı?” “Evet Anne.” Evlerinde hazır makarna pek bulunmazdı, yılda bir iki kere çubuk makarnası pişirilirdi. Betül Hanım, hamurunu yumurtayla yoğurduğu kesme makarna, erişte yapardı bol tereyağlı… Ağzı kapaklı bakır; “sirpoç” içinde komşulara da verilirdi.
Nurten’in kız kardeşi Huriye de yetersiz, ona da tevekkeli eneze gibi davranılırdı. Huriye’yi, birkaç çocuklu dul adama verdiler. Ardına önüne bakmadan düğünsüz derneksiz baş göz ettiler kızı. Anası, “Ölürsem gözüm açık gidecek, hiç olmazsa bir sahip tanısın, meydanda kalmasın.” Huriye’nin kendi gibi çelimsiz bir kızı oldu.
Nurten’in engelli maaşı kumar oynayan büyük oğlanın başka şehirdeki ev kirasıyla, dağ köylü karısının cigarasına anca yetiyordu. Büyük gelin cigara tüttürüp, engelli parasından mücürüm kızcağıza kuruş harcamaz, evin işlerini ona yaptırırdı. Ayağında naylon lastik, naylon uzun çorap, üzerine belden büzgülü sentetik eteklik giyinirdi. Yaz sıcağında koltuk altlarının teri sentetik bluza geçer, izi kalır, kuruyunca beyaz dalgalı lekeler bırakır yine de değiştirmezdiler üstünü başını. Günlerce aynı giysilerle şelek taşırdı Nurten.
Nurten’in annesi bir aralık ayının ortalarında kalp krizinden öldü. Madenin dozeri, zemheri ayazında donan toprak yolun karını kürüdü. Elektronik ortamda duyulan sela sesinin ardından namazı kılınıp, toprağa verildi, bu seremoni ile annesinin yeryüzüyle tüm bağı kesildi.
Anasının ölümünden sonra köye gelmediler. Bir ara Nurten’in yataklara düştüğü haberi geldi, o ara köydeki bahçelerini, arazilerini satacakları dillendi. Söylentiler o kadarla da kalmadı. Büyük oğlan ile kardeşi, eski milletvekili ve onun müteahhit kardeşinden borç alıp, ödemeden bir daha borç almışlar, dahası, civar köyün bakkalına 127 bin pangonot veresiye takmışlar. Bahçelere biçilen fiyat ise 80 bin lira imiş.
Nurten’in engelli oluşu, bahçenin satışına engel oluyordu. Mahkeme satışa izin vermiyor, Nurten’e kayyum vermek için gün veriyordu. Mahkemelerin acelesi yoktu. Acelesi olan; rantçı müteahhit ile borca batırılmış kumarcı büyük oğlan bir de civar köyün bakkalına bire beş kat veresiye yazılıp, 127 bin pangonot borçlandırılmış küçük oğlan… Dağ köylü gelinin evinde iki yıla yakın yatalak hasta yatağında Nurten’i o küçük oğlan bezliyormuş.
Dedikodular aldı yürüdü.
- “Her gün dana gerdanı yeseler, bu kadar bakkal borcu olur mu? Üç yıllık bakkal borcuymuş, kim kime üç aydan fazla veresiye verir? Bakkalcının eti ne ki budu da ne olsun? Açlıktan fırıç avlıyor, daha yerin yarısını yeni sattı. Bunlara niye bu kadar veresiye versin? Sahtekâr, dürzü, rafında 127 bin liralık yiyecek var mı ki versin? Şerefsiz!”
Satış dolantılarının ayyuka çıktığı günlerde, Nurten’in öldüğü haberi geldi. Nurten ölür ölmez araziler satıldı.
Dolantılar Elif’in içine kurt düşürdü.
Alışveriş yaptığı bir büfe vardı Elif'in. Aralıklarla ödeme yapıyordu. Büfeci bir gün Elif’e, “Büfeyi taşıdık biliyorsun, defterleri köydeki evin çatısına koyduk, sonra ödersin.” Bu, “sonra ödersin” bir zaman sürdü. Ödeme için gittiğinde büfeci erteliyordu. Büfeci bir gün Elif’e, “Uzun zaman oldu, döviz yükseldi, borcun 7 bin Euro” diyecekti. Elif gülerek, “Şaka yapıyorsunuz herhalde, büfenizi değil, rafındaki ürünü satın aldım.” Bir zaman sonra büfecinin oğlu da yol da iz de yanından yöresinden, yakınından geçmeye başladı. Kısa zaman sonra da en düşük puanı aldığı iş sınavından işe koydular büfecinin embesil oğlunu. Halen üniversitede memur olarak çalışıyordu. Sınavı en yüksek puanla kazananlar işe giremeyip, elendiler. Yüzü sivri, yeşil bozuğu gözleri birbirine yakın büfeci, “Ne dalgası” dedi ciddi ciddi. Ciddileşti. “Sat bahçeyi öde borcunu.” Elif, çatıya konmuş veresiye defteri tuhaflığının bir yere varacağını hissetmişti ama bu kadar ileri gidebileceğini düşünememişti.
Elif, sivri yüzlü büfeciyle konuşmayı kesti. Büfecinin banka hesabına bir miktar para yatırdı.
Her iki durum da ilginç benzerdi.
Günlerdir kafasındaki düşüncelerden kurtulamıyor, içindeki ses onu sürekli rahatsız ediyordu.
Elma ağacının altındaki hamakta tilki uykusu uyurken, doğruldu. Bir telefon etti. Giyindi. Bir saat sonra bir iş yerinin kapı zili çaldı. Kahveler geldi. “Birkaç dakikanızı alacağım” diyerek söze başladı. “Daha dün büfeci çarşının ortasında yine karşıma çıkıp, ‘7 bin Euro borcunu öde’ dedi. Bana bir gün ne yazsa beğenirsiniz? “Sat bahçeyi öde borcunu.” Şimdi aynısını başkalarına yaptıklarını gördüm. Üstelik amaçlarına da ulaştılar. Bu büfeci bir daha yolda izde karşıma çıkıp benden, büfesinden alınan çereze, 7 bin Euro borç çıkarırsa savcıya gideceğim, bu hikâyeyi de o hikâyeyi de anlatacağım.
Arazileri satın alanlar, terör örgütünün finans kaynağı altın madeni şirketinin kasasını tutanlar. Satılan araziler arazilerimizle sınırdır. Borçlandırıp, sıkıştırıp yerlerini ellerinden aldılar… Tutarsız kardeşleri kenara… O kız çocuklarının hakkını nasıl ödeyecekler?”
Elif, Nurten’in öldüğünü öğrenince içine derin bir keder çöktü. Sakat bacağını sürüyerek çalı şeleği taşıyordu. Sırtında iki omzundan geçirilmiş ipten çalı şeleği; gelişigüzel yerleştirilen çalıların ipin arasından peşi sıra sürüklendiği, ayaklarını sürüye sürüye topallayarak eve doğru gidişini unutamıyordu. “En günahsız insandı, geçip gitti, Allah rahmet eylesin.”
Civar köyün bakkalı minibüsçülük yapıyordu. Türlü hinlikle oralardan yer kapmaya çalışıyor, gözü oralarda iktidardaki paragözlerle birbirlerine göz kırpıyorlardı. Eski milletvekili yeniden seçilmek için camiye iki milyon lira bağış yaptı. Yerel gazetelere önce ilan, arkasından bağış pozu verdi. Yine de seçilemedi. Çünkü hakkında türlü yolsuzluk haberleri vardı. Başka bir gazetede de eski vekilin müteahhit kardeşine özel yol, özel elektrik hattı haberi yayımlandı. Bu hat, hülle ile alınan bahçeye çekilmişti. Gelecek seçimlere az zaman vardı, kaybetme riski çok, skandallara yer yoktu. Ailece mimliydiler. Kardeşlerden biri siyasi terör örgütünün finans kaynağının kasası, diğeri idari kurumda ruhsatı dağıtan birimin başıydı. Şimdilerde bakanlıkta görevli… Bu en küçükleri müteahhit, en büyükleri de eski milletvekiliydi. Vekil olamayacağı bildirilip, sınırın diğer tarafında evler inşaatı projesi verdirilip, başlarından def edildi. Vekillik hayali suya düşünce, köylüsünü aday gösterdiler. Onu da kimse istemedi. Ne var ki teşkilatlanmadan sorumlu memur vekilin okul arkadaşı idi. Tüm şikâyet dilekçelerini sümen altı etti. Yeni vekil mazbata alma heyecanı içindeydi.
Aylardan Şubattı. Karlı bir günde müteahhit, resmi kurumun iş makinesiyle, önde köyün muhtarı bahçeye yol vurmak için geldiler. Elif pencerenin önünde çay içiyordu. Bahçelerin aşağılarına doğru yanlarına gitti. Muhtara, “Demek muhtar sizsiniz? Sizi buralarda ilk defa görüyorum, defalarca aradık, telefona dahi bakmadınız, gelmediniz de bir iş makinesinin önü sıra geldiniz.”
Köylüler kıraathanede konuştukça konuştular: “Büyük oğlan, amca oğluyla daha iki gün önce pazarlık ettiydi bahçeyi, akşamdan sabah ne değişti de eski vekilin kardeşine sattı?”, ‘Bahçeyi alan imam hatipten emekli hocaymış müteahhitlik yapıyormuş, köyün azasıyla da inşaat işlerine girişmiş, sonunda mahkemelik olmuşlar. Aza varını yoğunu kaybetti, iflas etti. Çoluğu çocuğu perperişan oldu.’ “Bunlara elini veren kolunu alamıyor. Demelerine bakkalla anlaşmışlar, bakkal da istiyordu bahçeyi. O anayolun üzerinde bir parça yer vardı, tescili de yoktur oranın, karayolları istimlak ettikten sonra yolun kıyısında kaldı. Dere yatağına katıp, el altından bakkala verdirtecekti müteahhit.” ‘Bakkalla, müteahhit, iyi tokatladılar bunları, sıkıştırıp aldılar yerlerini yurtlarını ellerinden. Onlar da iyice azıtmışlardı. Kumar oynuyormuş büyük oğlan, borca batırıp, kıstırdılar köşeye. Üstüne üç kuruş daha verip arazilere kondular, o kesilim bahçeler satılır mıydı?’ “Demelerine, büyük oğlan kafayı çekip çekip, müteahhiti arıyormuş şimdi. Bahçeyi ucuza kapattığını söyleyip sürekli para istiyormuş. Kendi bir yandan oğlu bir yandan arıyormuş, demelerine kumarcının oğlu da siyasete girmiş, her işleri böyleyse, vay geldi milletin başına.” ‘Bunların mücürüm bir kız kardeşleri vardı, o kız çocuğu hiç evlenmedi, altmışbeş yaşlarındadır. Ne onun ne de küçük kızın aklı kendilerini dolandırmaya yetmezdi. İkisi de doğuştan öyleydiler. Bunlar parayı almışlar ama küçük bacılarına para mara vermemişler.’
Huriye’ye para vermediler. Yetersizliği yüzünden okunuyordu, nedense imza için yeterli görülmüştü.
Nurten’in engelli oluşu, satışı engelliyordu. O sırada Nurten öldü. Nurten’in tüm yakın akrabaları dışarıda çoğu da şofördürler. Dünyanın başka yollarına direksiyon sallarken, o başka yönlere giden yollarda aynı anda aynı şeyi düşünüp durdular. Nurten öldü mü, öldürüldü mü?
-Bitti-
Ertesi gün, 7 yıldır, 7 bin Euro borç olduğunu iddia eden sivri surat büfeci yapılan alışveriş borcunun gerçek tutarını Elif’e bildirdi.
Elif, öğretmeniyle kentin eski lokantalarından birinde yemek yiyordu. Öğretmeni kırk dereden kırk su getirip Elif’e dedi ki: “Seni konuştuk yine, bir orduyu kılıçsız teslim alırsın” yüzünde gizlemeye çalıştığı sinsi bir gülüşün ifadesi vardı. Sustu. Bol limonlu çorbasını ağır ağır yudumladı. Gülüşünün izlerini, ağır ağır içtiği çorbanın höpürtüsüne karıştırıp kaybettirdi.
Elif, Huriye ile karşılaştı. Çocuklukları beraber geçmişti. Elif, tebessüm ederek Huriye’ye baktı. “Bahçeden sana düşen yeri beğendin mi?” Huriye, başıyla onayladı. “Huriye bak sana ne diyeceğim? Bu seni ikinci kurtarışım, çok su yutmuştun hatırlıyor musun?” Huriye başıyla onu da onayladı. Unutmamıştı. “Dilerim üçüncüye gerek kalmaz. Nereye gitsem peşimden gelirdin. Gölde yüzüyorduk, daldığım derinliğe dalmaya çalışırken neredeyse boğuluyordun. Gölün çeken yerinden çekip çıkarmıştım seni, ayağımın altından kumlar kaymıştı. Belli etmedim ama ben de çok korkmuştum.” Çocukluğunda birlikte oyun oynadıkları bahçelerde fellik fellik Elif’in peşinden dolanırdı. Elif onu korurdu. O da bunu hisseder, sahip olduğu tek şeyi saf sevgisini esirgemeden gösterirdi. Elif’in hayatı boyunca, bir kız çocuğunu koruyup kollama alıştırmaları belki de o günlere dayanıyor, doğa onu hayata o günlerde hazırlamaya başlıyordu. Huriye hep yaptığı gibi yine elini Elif’in yanağına ürkekçe hafiften değdirip, yanağından küçük bir makas aldı. Elif’in sesi titredi. “Sen ne güzel bir çocuksun Huriye, yıllar geçti bak, sevgin hiç eksilmemiş. Sevgiyle kalışına tekrar rastlamam ne güzel…" (21 Mayıs 2023, İstanbul)
1) Gasgara, yöre ağzıyla lakap, ‘topallayan.’
2) Hortik, yöre ağzıyla lakap, ‘guatr.’
Not: Bu öykü gerçek hayattan esinlenerek kaleme alınmıştır.