Ali Kemal Temuçin'in romanı okuyucu ile buluştu: Ahparig / Kardeş Ali Kemal Temuçin'in romanı okuyucu ile buluştu: Ahparig / Kardeş

Bayburt Postası - Dede Korkut Platformu tarafından Türkiye genelinde düzenlenen öykü yarışmasının 81 il birincisi belli oldu.

Türkiye Geneli Liselerarası ‘Özüm Sözüm Dede Korkut Turan’a Doğru’ yarışmasının Bayburt Birincisi Milli İrade Anadolu Lisesi 11. sınıf öğrencisi Feyzanur Binbir oldu. Bayburt Birincisi Feyzanur Binbir 10 Nisan 2025 günü Haliç Kongre Merkezi’nde 81 ilin birincisinin katılımıyla gerçekleşek olan Türkiye finalinde Bayburt’u temsil edecek. Öte yandan Binbir, ebeveyni ile birlikte 4 günlük İstanbul gezisine katılacak. 

Feyzanur Binbir Bayburt birinciliğine götüren öykü şöyle: 

"Geçmişin Yankısı, Geleceğin Şafağında: Korkut Ata

Bayburt’un hırçın yelleriyle gözlerini araladı. Sakallarından aşama aşama giren rüzgar, boynunu iyice sararak kendisini memleketin serinliğine bastırıyordu. Çarıklarını düzledi, ayaklandı ve eliyle üstünü başını yoklayarak kafasını kaldırdı. Gökyüzü alabildiğine duru güneş ise alabildiğine parlak bir şekilde tam tepesindeydi. Kafasını indirince gölgesini bulamadı; demek ki öğle vaktiydi ve Allah onu çağırıyordu. Talebi kuyu bulmak olan gözlerle etrafı yoklamaya başladı ve aniden önünde şekilli bir demir gördü. Bu öylesine bir demir değildi, bu oydu, kendisiydi bu. İrkildi ve sonrasında yanaştı demire, korktu, elini demirin üstündeki oyuklardan birine yerleştirdi. Hissettiği şeyler onu öylesine esir etmişti ki üzerine bastığı zeminin toprak olmadığı hayretine bile düşme fırsatı olmamıştı. Yürüdü, uzun ve pek ince olmayan yol boyunca yürüdü ve hâlâ o demir parçasının nasıl ayna özelliği gösterdiğini, nasıl onun benzinin şeklini aldığını ve şayet böyle değilse kimin kendisinin taklidini yaptığını düşünüyordu. Bu sırada yanından, içine en az bir tane ademi hapsetmiş tekerlekli demir kütleleri geçiyor ve ademi hapsetmiş demir kütleleri bu kadarıyla da sınırlı kalmayıp el kadar boyutuyla iki nazarı da rehin alırcasına kendine bağlıyordu. Doğrusu bu dikdörtgen kutulardan pek işkillenmişti, Karlukların yeni oyunu olabilir miydi?

Baltasız daldığı düşünce ormanında kaybolmadan bu ıssız yoldan çıkmıştı. Artık tekerlekli demir parçaları her yerdeydi. Hakana bunu bildirecekti elbet ama öncesinde namazını kılmak için abdest almalıydı. Etrafa bir daha baktı ama ne kuyu, ne çadır, ne de Boğaç vardı. Kale duvarlarına benzeyen kocaman duvarları gördü ve onların da üzerlerinde yine dikdörtgen şekiller vardı. Burası neresiydi? Karlukların eline mi düşmüştü? Taştan yapılmış uzun yapılara bakarak şaşkınlıkla yürümeye devam etti ve aniden bir genç ile çarpıştı. Genç ne şalvar giyiniyordu ne kaftan ne de kürk. Üzerindeki gömlek ise yarıya kadar açıktı. Garibandır diye düşündü, içi acıdı ve elini kaftanının içine atarak arandı, zira öncelik Allah rızasıydı ve geçen akşam ateş başında söylediği gibi Allah Allah demeyince işler yürümezdi.

Genç “önüne baksana be adam” diyerek yoluna devam etti. Bu durum şaşkınlık vericiydi, bu üslup, bu konuşma farklı gelmişti. Yok yok, kesin olarak anlamıştı; ya o başka bir devletin sınırındaydı ya da başka bir dönemdeydi. Aksi takdirde hiçbir Türk koskoca Dede Korkut’a böyle çıkışmazdı.

Dede Korkut yürümeye devam etti. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Başka bir çaresi yoktu, doğruyu ancak arayarak bulabilirdi ve şimdi peşinde olduğu şey ibrik ya da kuyu değildi. Artık peşinde olduğu şey gerçeklerdi. Birkaç yüz adım sonra bir kalabalığa denk geldi ve bu kalabalıktaki herkes o gencin giyindiği gibi giyiniyordu. Korkut ata bunun bu çağda bir garibanlık belirtisi değil de bir gelenek olduğunu düşünerek kalabalığın içine karıştı ve gözlerine inanamadı. Bu da neydi böyle, akıl alır iş miydi? Kendisine benzeyen bir ihtiyar elinde kopuzuyla oturuyor, öğütler veriyor, hikâyeler anlatıyordu. Üstelik bunlar onun da zamanında anlattığı hikâyelerdi. Belli ki birileri onu taklit ediyor ve bu halkı kandırmaya çalışıyordu. İyi de bu halk onu nereden tanıyordu ki? Korkut Ata’nın beynindeki zemin havalandı, hava zeminlendi. Bu Oğuzlar için bir tuzak, bir tehlike olabilirdi ve her Türk gibi damarlarındaki kanı dizginlere vurmadan bu oyunu bozmalıydı. Üslubunu bozmayan hızlı adımlarla oyunbaz ihtiyarın yanına gitti. Bu sırada bütün bakışlar ona dönmüştü ama o bu bakışları taşıyabiliyordu. Kaşlarını indirerek:

-Durasın ey ahali kandırılmayasın! Korkut Ata benim. Boğaç’a adını ben verdim. Tepegöz boynunu benim önümde eğdi ey ahali. Mazinin derinliklerinden süzülüp gelen bu nida benim. Hepinizin kulaklarındaki o seda, gözündeki o buğu benim. Hepinizin soyu, sopu, adı benim ey ahali. Turan’ın yolu da benim, yolcusu da benim, yol arkadaşı da benim. Bu bir tuzaktır, kanmayın ey ahali kanmayın. Dedi.  Ahali tepkisizdi fakat Korkut Ata anlamıştı bu tepkisizliğin candan değil de zandan geldiğini. Tam ağzını tekrar açacakken bir genç onu tek hamlesiyle aşağıya aldı. Ve ardından:

-Sen şaşırdın mı ihtiyar? Korkut Ata biz Türkler için ne kadar kıymetli bilmez misin? Dua et seni aşağıya ben aldım, şayet bir başkası olsaydı bu şamatana katlanmazdı, dedi. İşte o an anlayışın şafağı, zihninin en karanlık köşesinde, bir yıldırımın çakması gibi parladı Korkut Ata’nın. Saatlerdir ördüğü sis perdesi, tek bir anın keskin rüzgârıyla dağıldı. Bunlar Türk’tü, burası Türk yurduydu ve görünüşe bakılırsa kendi çağından asırlar sonrasına düşmüştü yolu. Onun hikâyeleri bu Türk yurdunda yeniden anlatıldığı için mi yeniden dirilmişti acaba? Dirilmek doğru bir tabir değildi belki de zira dirilmek için önce ölmek gerekirdi.

Korkut Ata kalabalığın içinden sıyrılıp çıktı ve yine düşünce ormanına daldı. Kendi zamanındaki Dede Korkut kendisiydi. Peki bu çağın Dede Korkut’u kimdi? Bu çağın bütün gençleri kendisine çarpan o genç gibi miydi, yoksa Boğaç, Bamsı, Uruz gibi mi? Bu çağın işleyişinde Korkut Ata’ya gerek var mıydı, yoksa bu çağ Korkut Ata’sını zaten tanıyor muydu? Yapılabilecek tek şey bu uzun kalın yolda yürümekti. Yürüdü, yürüdü, yürüdü. Uzunca bir yol yürüdü Korkut Ata ve bu taş zeminlerin getirdiği zorunluluk da yorulmak olmalıydı. Oturdu, sırtını bir duvara verdi ve kafasını göğe kaldırdı Korkut Ata. Leylekler tepesinde uçuyordu ve güneş biraz daha doğudan uzaklaşmıştı. Tam o sırada yanında bir nefes hissetti ve kafasını eğip baktığında bir gencin yanına oturduğunu fark etti. İşte bu kaçırılmaz bir fırsattı. Çağlar değişse de kendini koruyan hoşgörülü bakışlarla gencin gözlerinin içine baktı. Fakat bir şey vardı bu gençte, sanki bu genç de onun gibi çağlar öncesine aitti. Genç tebessüm etti ve ellerini Korkut Ata’nın ellerine koyarak konuşmaya başladı:

-Senin Korkut Ata olduğunu biliyorum. Güven bana Dedem Korkut, sen ne zaman istersen o zaman obana dönebilirsin.

Korkut Ata büyük bir hayretle gözlerini açtı ve gence baktı. Biliyordu, her şeyin en hayırlısını bildiği gibi bunun da en hayırlısını biliyordu ve bu yüzden sükutu sığınak bilerek dudaklarını uzun bir süre için birleştirdi. Korkut Ata ile genç beraber yürümeye başladılar. İyi ki yol kalın ve uzundu, şayet ince olsaydı birbirlerini bulamayacaklardı.

Genç, Korkut dedesini evine götürecekti ve yürüdüğü yolun sonunda sağ tarafa döndü. Aniden gördüğü annesine:

-Anne, misafirimiz var. Ben sofrayı kurayım, sende onu ağırlayasın. Gencin annesi, sorgusuz sualsiz sevecen gözlerle karşıladı Dede Korkut’u. Bu kadın tam bir Türk kadını, tam bir Türk annesiydi. Damarlarındaki kan ona öylesine devasa bir asalet vermiş, öylesine asıl bir sükunet vermişti ki, bu kadının gözlerinden kopuz tıngırtıları akıyordu. Ki zaten bu gençten de anlaşılıyordu bu ailenin ulvi anlayışı. “Oğul atadan görmeyince sofra çekmez" demişti geçen gün Boğaç ve Bamsı’ya. “İşte bu da bir yansıması” diye geçirdi Korkut Ata.

Sofralar kuruldu, yemekler yendi. Korkut Ata tıpkı kendi döneminde yediği yemeklerden, tıpkı yediği şekilde; tahta kaşıkla yemişti. Ama dürüstlük gereğince hiç bu kadar lezzetli bir aş yememişti. Çünkü bu yemeğe lezzeti veren o ailenin arasındaki sevgi, saygı ve hoşgörüydü. Ancak bu kadar mübarek gelebilirdi bir yemek, ancak bu kadar kalpleri doyurabilirdi. Uzak çağların bu yakın diyarlarında, kanla sulanmış bu Türk diyarlarında ancak bu kadar kolay bulabilirdi kendi çağını. Ataya gelince, bu gencin atası o çok küçükken şehit olmuştu. Yaradan, onu diğer tüm kullarından daha çok sevdiğini bu şekilde belli etmiş ve onu yanına almıştı. Dede Korkut bunları öğrendiği anda yüzünü bir çiçek tarlası sarmış, bu genci göğsüne bastırmıştı. Aradığı şeyi bulmuştu o. Bu çağların yeni bir Dede Korkut’u yoktu, o her çağın Korkut atasıydı. Ona ihtiyacı olan çağ, yaşadığı çağdı. Korkut Ata genci karşısına alıp:

-Ey benim aslan yürekli yavrum, soyumun kutlu nişanesi! Bil ki bu gök kubbe altında, Türk'ün yazgısı daima hareket halinde olmuştur. Bizler, at sırtında doğan, kılıçla büyüyen, bozkırın rüzgârıyla yoğrulan bir milletiz. Türk'ün töresini, atanın öğüdünü, ananın duasını yüreğinde taşı. Yiğitlik, mertlik, doğruluk senin sancağın olsun. Düşene el uzat, mazlumu koru, zalime aman verme. Oğuz'un sinesinden kopan bir parça olarak gittiğin her yere Türk'ün izini bırak. Sözlerini etti. Gencin gözleri boşaldı. En çokta Korkut Ata için bir şey yapmadan Korkut Ata’nın veda konuşması yaptığı kişi olmak ıslatıyordu gönlünün zeminini. Gerçekten, neden Korkut Ata ona böylesine bağlanmıştı? Sırf evine götürdüğü için olamazdı! Ama Korkut Ata cevabı çok iyi biliyordu; bu genç ona Dede Korkut olmuştu.

Genç, Korkut Ata’yı ilk gördüğü ve Korkut Ata’nın da elini kendi heykelinde gezdirdiği o yere geri getirmişti. İkisi de birbirinin yüzüne bakamıyor, en ufak bir kalkışma da yaşlar akıtıyordu. Korkut Ata ilk uyandığı yere gitti, arkasını döndü ve:

-Söylediklerimi unutma, Türk aleminin doğru yolda olması için yeni bir Dede Korkut bulmasına gerek yok. Tüm Dede Korkutlar bizim içimizde Boğaç. Söylediklerimi unutma! 

Boğaç şaşırdı, ismini nerden biliyordu ki?"