ŞİFA NİYETİNE MÜSLÜMANLARIN TALAN ETTİĞİ MUMYA
"Selçuklu Beyi Melik Gazi, 1134 yılında hayatını kaybediyor ve sağlığında yaptırdığı türbeye mumyalanarak koyuluyor...
Ayva yaprağına doktordan daha çok inananlar bir dedikodu üzerine harekete geçiyorlar: ‘Mumyadan alınan parça; yemeklere, içeceklere katılırsa cinsel gücü artırıyor!..’
Kısır kadınların ve erkeklerin çocuk sahibi olmasını sağlıyormuş!..
Melik Gazi'nin 1935 yılında önce bir kolu, sol kolu koparıla koparıla zaman içinde yok oluyor…
Dişlerini bile söküp deri ve kemiklerinden küçük parçalar alıyorlar. Mumya her gün eriyor…
Bitmiyor, Melik Gazi'nin ölümü sonrasında çektikleri… Sen koskoca Selçuklu Beyi ol, dişlerini, kolunu yesinler… 1978 yılında, Melik Gazi ve üç Selçuklu yöneticisinin mumyalarının bir bölümü, dileklerini aktarmak üzere mumla türbeye giren kişiler yüzünden yanıyor. Yanan kısma hoyratça su dökülünce Melik Gazi ve Selçuklu yöneticileri biraz daha azalıyor yattıkları yerde… Yetmiyor, mumya koktu diyerek havalandırmaya, güneşte kurutmaya çıkarıyorlar. Koskoca Melik Gazi'ye yeni yıkanmış halı muamelesi yapılıyor anlayacağınız.
1996 yılında, ‘İslamiyet'te mumya olmaz, bu ne böyle?’ tepkileri sonrasında mumyaları toprağa gömüyorlar... İslamiyet'te mumya yok ama, mumyadan deri, kemik, diş koparıp çorbaya, musakkaya, çaya karıştırıp cinsel güç aramak var mı?!..
‘Kayseri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’, mumyaları topraktan çıkarma kararı alıyor. Mumyalardan geriye ne kaldıysa kurtarılıyor…”1
ALEVİLERİMİZ DE BÖYLE ÖYKÜLERE İNANIYORLAR
(Dört büyük meleğin kasaplıktaki ustalığı)
“Öndeki boşluğa sıka ayaklı, yer sofrası kondu. Küçük çay bardakları dizildi. Üç dört kova su geldi postun önüne… İki küçük şişe rakı açıldı, birer tatlı kaşığı ölçüsünde bardaklara döküldü. Öbür şişe, iki koca suya boca edildi. Dede bir dua okudu. Ne duyuldu, ne işitildi.
‘Hu bacılar hu!’ dendiğinde eğildi topluluk, önce mürşid, rehber, pir, boz bulanık suya dönüşen rakıları diktiler. Engür-dolu dedikleri ona dokuzu su olan rakı. Sonra ön halkayla birlik, eşinden başka bir erkeğin arkasında oturan kadınlar içtiler. (…) Arkasından lokmalar indi terekten. Dilim dilim bölündü. Tek tek herkese dağıldı. Sonra karakazanlar indirildi ocağın bir köşesine. Kocaman kepçelerle çanaklara döküldü. Pirler, rehberler, mürşidler, sazcı-sözcü-gözcü, ön halka, kadınlar yemeye başladılar. Tike etleri kaplara konarak arkalara taşındı.
‘Öndekiler yiyor, arkadakiler?’ dedim
‘Eğer bu etten bir tek kişi bile yemezse hak cemi bok cemine döner, insan Ali divanı yerine, Muaviye-Yezit divanına gider’
Böyle bana dedi yanımdaki ya, gene de arkadakilerin çok az yediğini biliyorum…
Bunu sezinlettim İbrahim Erdoğan’a:
‘Bir lokma ile bin lokma arasında ne var? Peygamber tek üzümden engür şarabı yapıp kırka bölmüştür. Bizim yolumuzun aslı, nefsin öldürülmesidir. Ölecek nefs bir lokmayla, ölmeyecek nefs bin lokmayla ölmez…’ dedi.
İbrahim Erdoğan da dede imiş. Yolu yordamı çok iyi biliyor gibi… Bana bu yeme içme sırasında oldukça güzel şeyler anlattı.
‘Oğul insan da hamdır. Bir yavru dağda ormanda büyüse ne olur? Tanrı ona bilim mi verir? Kul arasında, mürşid arkasında yetişirse olgunlaşır, kâmil olur… Bizim tarikatta dört okul vardır:
İlkokul şeriat
Melik Gazi'nin 1935 yılında önce bir kolu, sol kolu koparıla koparıla zaman içinde yok oluyor…
Dişlerini bile söküp deri ve kemiklerinden küçük parçalar alıyorlar. Mumya her gün eriyor…
Bitmiyor, Melik Gazi'nin ölümü sonrasında çektikleri… Sen koskoca Selçuklu Beyi ol, dişlerini, kolunu yesinler… 1978 yılında, Melik Gazi ve üç Selçuklu yöneticisinin mumyalarının bir bölümü, dileklerini aktarmak üzere mumla türbeye giren kişiler yüzünden yanıyor. Yanan kısma hoyratça su dökülünce Melik Gazi ve Selçuklu yöneticileri biraz daha azalıyor yattıkları yerde… Yetmiyor, mumya koktu diyerek havalandırmaya, güneşte kurutmaya çıkarıyorlar. Koskoca Melik Gazi'ye yeni yıkanmış halı muamelesi yapılıyor anlayacağınız.
1996 yılında, ‘İslamiyet'te mumya olmaz, bu ne böyle?’ tepkileri sonrasında mumyaları toprağa gömüyorlar... İslamiyet'te mumya yok ama, mumyadan deri, kemik, diş koparıp çorbaya, musakkaya, çaya karıştırıp cinsel güç aramak var mı?!..
‘Kayseri Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’, mumyaları topraktan çıkarma kararı alıyor. Mumyalardan geriye ne kaldıysa kurtarılıyor…”1
ALEVİLERİMİZ DE BÖYLE ÖYKÜLERE İNANIYORLAR
(Dört büyük meleğin kasaplıktaki ustalığı)
“Öndeki boşluğa sıka ayaklı, yer sofrası kondu. Küçük çay bardakları dizildi. Üç dört kova su geldi postun önüne… İki küçük şişe rakı açıldı, birer tatlı kaşığı ölçüsünde bardaklara döküldü. Öbür şişe, iki koca suya boca edildi. Dede bir dua okudu. Ne duyuldu, ne işitildi.
‘Hu bacılar hu!’ dendiğinde eğildi topluluk, önce mürşid, rehber, pir, boz bulanık suya dönüşen rakıları diktiler. Engür-dolu dedikleri ona dokuzu su olan rakı. Sonra ön halkayla birlik, eşinden başka bir erkeğin arkasında oturan kadınlar içtiler. (…) Arkasından lokmalar indi terekten. Dilim dilim bölündü. Tek tek herkese dağıldı. Sonra karakazanlar indirildi ocağın bir köşesine. Kocaman kepçelerle çanaklara döküldü. Pirler, rehberler, mürşidler, sazcı-sözcü-gözcü, ön halka, kadınlar yemeye başladılar. Tike etleri kaplara konarak arkalara taşındı.
‘Öndekiler yiyor, arkadakiler?’ dedim
‘Eğer bu etten bir tek kişi bile yemezse hak cemi bok cemine döner, insan Ali divanı yerine, Muaviye-Yezit divanına gider’
Böyle bana dedi yanımdaki ya, gene de arkadakilerin çok az yediğini biliyorum…
Bunu sezinlettim İbrahim Erdoğan’a:
‘Bir lokma ile bin lokma arasında ne var? Peygamber tek üzümden engür şarabı yapıp kırka bölmüştür. Bizim yolumuzun aslı, nefsin öldürülmesidir. Ölecek nefs bir lokmayla, ölmeyecek nefs bin lokmayla ölmez…’ dedi.
İbrahim Erdoğan da dede imiş. Yolu yordamı çok iyi biliyor gibi… Bana bu yeme içme sırasında oldukça güzel şeyler anlattı.
‘Oğul insan da hamdır. Bir yavru dağda ormanda büyüse ne olur? Tanrı ona bilim mi verir? Kul arasında, mürşid arkasında yetişirse olgunlaşır, kâmil olur… Bizim tarikatta dört okul vardır:
İlkokul şeriat
Ortaokul tarikat
Lise marifet
Üniversite hakikattır.
Sözü dört kapıdan açtık. Bizim Siphorlu Âşık Ahmet vardır. Erzurum’un bir semtinde ramazanda hep açık olan bir kahve bunu ister, götürür. Siphor Alevi. Bizim Âşık Ahmet de deyişler duvazlar okuyor. Oruç tutanlar anlıyorlar ki bu Alevi…Orda bir imam, buna bir soru soruyor:
‘İsmail peygambere inen kurbanı kim getirdi, kim kesti, kim yüzdü, postun ayaklarına ne yazıldı, kim pişirdi, kim lokma etti?’
Eğer bu soruları gelecek ramazanda bilerek gelmezsen sana artık yasak buralar diyor.
Âşık Ahmet geldi çıktı. Bana sordu. Dedim ki git Sarıkamış Müftüsüne sor. Gidip sormuş, müftü kızmış:
‘Ha böyle poklu şeyleru pen bilmem’ demiş.
Âşığı, Ahunda yolladım. Ahund azdan-az bir şeyler gevelemiş. Sonra bana geldi. Birbir bilirim bunları. Rahmetli babam iyi bilirdi, ağır, bilgili bir dedeydi. Derdi ki:
‘İsmail’e gelen kurbanı Cebrail getirip Halil İbrahim’e teslim etti. Halil İbrahim, Azrail’e verdi, Azrail kesti, yüzdü, Cebrail’e teslim etti. Cebrail’e nida geldi; ya Cebrail ağzını mürekkep et, parmağını kalem kıl. Koçun dersinin sağ geri ayak postuna yaz: lailaheillallah aliyül veliyullah. Sol ön ayak postuna yaz: lailaheillallah aliyül veliyullah mürşidi kamilullah. Sol geri ayak postuna yaz: lailaheillallah muhammedün resulullah. Sağ ayak postuna yaz: lailaheillallah fatimetüzzehra Hasan ül Hulki Rıza Hüseyni Kerbela. Cebrail bunları yazdı, cendeği Mikail’e teslim etti. Mikail ayıkladı, içini temizledi, dal-bud etti, İsrafil’e verdi. İsrafil pişirdi, lokma etti.
Sözü dört kapıdan açtık. Bizim Siphorlu Âşık Ahmet vardır. Erzurum’un bir semtinde ramazanda hep açık olan bir kahve bunu ister, götürür. Siphor Alevi. Bizim Âşık Ahmet de deyişler duvazlar okuyor. Oruç tutanlar anlıyorlar ki bu Alevi…Orda bir imam, buna bir soru soruyor:
‘İsmail peygambere inen kurbanı kim getirdi, kim kesti, kim yüzdü, postun ayaklarına ne yazıldı, kim pişirdi, kim lokma etti?’
Eğer bu soruları gelecek ramazanda bilerek gelmezsen sana artık yasak buralar diyor.
Âşık Ahmet geldi çıktı. Bana sordu. Dedim ki git Sarıkamış Müftüsüne sor. Gidip sormuş, müftü kızmış:
‘Ha böyle poklu şeyleru pen bilmem’ demiş.
Âşığı, Ahunda yolladım. Ahund azdan-az bir şeyler gevelemiş. Sonra bana geldi. Birbir bilirim bunları. Rahmetli babam iyi bilirdi, ağır, bilgili bir dedeydi. Derdi ki:
‘İsmail’e gelen kurbanı Cebrail getirip Halil İbrahim’e teslim etti. Halil İbrahim, Azrail’e verdi, Azrail kesti, yüzdü, Cebrail’e teslim etti. Cebrail’e nida geldi; ya Cebrail ağzını mürekkep et, parmağını kalem kıl. Koçun dersinin sağ geri ayak postuna yaz: lailaheillallah aliyül veliyullah. Sol ön ayak postuna yaz: lailaheillallah aliyül veliyullah mürşidi kamilullah. Sol geri ayak postuna yaz: lailaheillallah muhammedün resulullah. Sağ ayak postuna yaz: lailaheillallah fatimetüzzehra Hasan ül Hulki Rıza Hüseyni Kerbela. Cebrail bunları yazdı, cendeği Mikail’e teslim etti. Mikail ayıkladı, içini temizledi, dal-bud etti, İsrafil’e verdi. İsrafil pişirdi, lokma etti.
Böylece kurban dört kapıdan geçti.
Şeriat kapısı: Azrail kurbanı kesti.
Şeriat kapısı: Azrail kurbanı kesti.
Tarikat kapısı: Cebrail aldı, yüzdü, çizdi, yazdı (deri yüzümü kişinin benlikten hayvanlıktan arınması).
Marifet kapısı: Mikail aldı, içini temizledi (insanın iç ruhsal temizliğini içeriyor bu da).
Hakikat Kapısı: İsrafil aldı, pişirdi yenecek duruma getirdi.”2
"Ne kurbanmış ama öyle değil mi? Dört büyük melek kasaplık etmişler. Alevimiz, Sünnimiz bu öyküye inanıyor ya, Alevi işte böyle abartıyor, olmayan öyküler uydurup anlamlar, simgeler yüklüyor."
1) Zeki Kayahan Coşkun. "Biz Niye Böyleyiz.! ? " Not Defterimden… (Facebook sayfasından)
2) Ümit Kaftancıoğlu-Hakullah
1) Zeki Kayahan Coşkun. "Biz Niye Böyleyiz.! ? " Not Defterimden… (Facebook sayfasından)
2) Ümit Kaftancıoğlu-Hakullah