Gün olmuyor ki insanoğlu sabahın ilk ışıklarında uyandığında tüm dünya dengelerini altüst edecek olaylarla karşılaşmasın. Belli ki üst akıl boş durmuyor, nerde ne var ne yok dünyayı habire kendi çıkarları doğrultusunda kontrol etmek için varlar. Sadece kontrol etmekle kalsalar belki bu kadar dert edinmeyiz. Kontrol etmenin ötesinde İngiliz-Amerikan entrikasının devam ediyor olması, bir ara komşu Yunanistan’ın, Ermenistan’ın sergilediği oyunbozanlık ve Acem hilebazlığı, dünden bugüne hiç boş durmayan CIA ve MOSSAD düzenbazlığıyla İslâm âlemi vurulmaya çalışılmıştır hep. Kim bilir sırada daha ne kontrol mekanizmaları devreye girecek. Tüm bu kontrol mekanizması denemelerden sonra geldiğimiz noktada sanki bir mahşerin arifesindeyiz, baksanıza tüm karanlık aktörler tarihten bugüne her türden senaryolarla hayatımızı karartmaktan hiç geri durmuyorlar. Madem hayat karartıcı senaryoların sonu gelmiyor, o halde bilcümle şer odakların İslâm dünyası üzerinde uyguladıkları tüm planları boşa çıkartacak ve tüm heveslerini kursaklarında bırakacak stratejiler geliştirmek gerekir. Çünkü şimdiye kadar oynanan şeytani planlar irdelediğimizde tüm mazlum milletlerin içini kanatan manzaraların varlığı söz konusudur.
Bakın, Wichita Eyalet Üniversitesi’nde siyaset bölümü profesörü James McKinney Oklahoma City’deki bomba hadisesi vuku bulduğunda ne diyor; “Bombalama hadisesini sabah duyduğumda odamda genç bir Filistinli öğrenci bulunmaktaydı. Şöyle içimden geçirdim: Burada bu olayla hiç bir şekilde ilgisi olmayan biri oturuyor, ama onun hayatı büyük ihtimalle bundan sonra değişecektir.” Evet, bu yerinde bir tespittir. Tespiti manidar, çünkü aynı zamanda kendisi terörizm konusunda uzman bir bilim adamıdır. Zikrettiği ifadelerden anlaşılan o ki, aynı odada bulunduğu Filistinlinin ruh halini sanki kendi vicdan aynasında görerek dile getirmiş durumda. Hiç kuşkusuz aynada gördüğü bu acı dram sadece bir kişiyle sınırlı tutulamaz, dünyanın hemen her yerinde Müslümanların iç dünyasını yansıtan aynadır.
Evet, aynalar asla yalan söylemez. Vicdan aynasına bakıldığında hemen her vukubulan hadisenin faturası Müslümanlara biçildiğini görmek mümkün. Zaten Bediüzzaman Said Nursi yıllar öncesinden 'mazlumların zalim, zalimlerin mazlum' addedildiği bu aynayı gördüğü içindir “Zalimler için yaşasın cehennem” demekten kendini alamamıştır. Kaldı ki; Bediüzzaman'ın kendisi de sıkı takip altına alınmış bir din mazlumudur. Zaten dünyanın neresinde mazlumların umut sesi olacak her kim varsa zinde güçler ve maşalar hemen tehdit kapsamında değerlendirilip takibe alınması kaçınılmazdır. Bu nedenle din mazlumlarını itibarsızlaştırmak adına her türlü provokatif hadise çıkarmak en bildikleri iştir.
Tarihler 19 Nisan 1995’i gösterdiğinde Oklahoma City’de patlama gerçekleşmiş ve ABD’nin 1920 yılından bu yana karşılaştığı en kanlı saldırı olarak kayıtlara geçer. Malum bu olayda kullanılan altı yüz kilo ağırlığında ki bombayla Oklahoma hükümet binasını hedef alındığında aralarında 3–4 yaşlarındaki çocuklarında bulunduğu katliamın sorumluluğunu alelacele Müslümanlar üzerine yıkma çabasına girerler. Tabii bu tip hedef şaşırtıcı stratejik hamlelere yabancı değiliz, çünkü aynı manipülasyonu 1993’te meydana gelen Dünya Ticaret Merkezi olayında da görmüştük. O yıllarda daha olay vuku bulur bulmaz iç ve dış basın koro halde 'İslâm Fundamentalizmi' yaftasıyla manüpüle edip adeta dört koldan Müslüman avına seferber olmuşlardı. Zaten objektif haber yapsalar şaşardık, dedik ya hedef şaşırtıcı manevra yapmak onların en bildikleri iştir. Eeeh adamlar ne yapsınlar, Sovyet Rusyada komünizmin çökmesiyle birlikte kendilerini boşlukta buldular, bir şekilde kendilerinin oyalanacakları bir oyuncağa ihtiyaç duymuş olsalar gerek bu ihtiyacı giderecek oyuncak olarak İslâm’ı hedef tahtasına oturturlar. Ama hesap edemedikleri bir şey vardı ki; İslam beşeri bir sistem değil, vahiydir. Dolayısıyla vahiyle oyun oynanmaya gelmez, çünkü dinin sahibi Allah, koruyacak olan da O’dur. Üstelik bu hususta Allah’ın vaadi var; Nur’umu tamamlayağım diye. Kaldı ki değil bir Oklahoma bombası, bin Oklahoma bomba türü bubi tuzaklar kursalar da Allah’ın nurunu hiç bir zinde güç söndürmeye güç yetiremez, bu böyle biline.
Evet, Oklahoma City’deki bomba hadisesi patlak verir vermez bu kanlı olay daha enine boyuna araştırılmadan hemen alelacele vurun kahpeye dercesine Müslümanları potansiyel suçlu gösterme yoluna gidilmiştir. Yani daha ilk baştan İslâm’ı karalama provası kendini ele vermiştir. Öyle ki bu hedef saptırıcı suçlamalara muhatap kılınan Filistin halkı liderlerinden Said Ebu Musameh “İslâmi hareket olarak bu tür eylemleri asla kabul etmiyoruz. İslâmi hareketin sınırları ancak Filistin içinde İsrail işgal güçlerine karşıdır” deme ihtiyacı duymuştur. Yetmedi, net tavrını şöyle ortaya koyarr: “Şu iyi bilinsin ki, ne Amerikan halkıyla, ne de dünyadaki diğer insanlarla bizim aramızda düşmanlık yoktur.” İşte Gazze’de yaptığı bu açıklamayla bombalama hadisesinin Hamas ve İslâmi cihadla yakından uzaktan alakası olmadığını beyan etmiştir.
Hiç kuşkusuz cadı avı kovalamasında Hamas yalnız değildir, buna ‘Nation Of İslâm’da dâhil edilir. Her nekadar Amerikan medyası ‘Nation Of İslâm’ mensuplarını doğrudan suçlamasa da “İslâmi Fundamentalist” yaftasıyla hedef gösterilir. Böylece Amerika’da yaşayan Müslümanlar bu olayın yansıtılış şekline içten içe öfke duyacaklardır. Nasıl öfke duymasınlar ki, bu tür yaftalamalar çoğaldıkça Amerikalı gazeteci Suzanne Stelly en nihayet ağzından baklayı çıkarıp; Olay, ya İran, ya da Chikago merkezli Amerikan grup ‘Nation Of İslâm’ tarafından gerçekleştirildi bir üslupla “Nation Of İslâm” mensuplarını hedef gösterir. Ki, hedef gösterdiği “Nation Of İslâm” mensupları sıradan bir teşkilat üyeleri değildir, Çünkü bu teşkilatın temellerini Elijah Muhammed attıktan sonra Malcolm X'in şahsında bütünleşen bir hareket olarak adından söz ettirmiştir.
Malum, Malcolm X denince; hayatının ilk dönemlerinde yaralama, uyuşturucu her ne suç unsuru ararsan var diyebileceğimiz bir adam, sonrasında ise kendini hakikat yoluna adamış bir lider olarak akla gelir. Öyle ki karıştığı bir suçtan dolayı düştüğü hapishanede 'Nation Of İslâm' teşkilatı üyeleriyle yolu çakıştığında hayata bakış açısı değişecektir. Artık bu noktadan sonra mapushane onun için bir Yusufiye medresesidir. Derken on yıllık bir Yusufiye çilesini tamamlayıp dışarı çıktığında Elijah Muhammed’den sonra bu hareketin bayrağını Malcolm X üstlenecektir. İyi ki de üstlenmiş, onun kitleler üzerinde çok büyük tesir eden o müthiş ateşli konuşmaları bu harekâtın en dikkat çeken gözde lideri olmaya ve onun liderliğinde ki 'Nation Of İslâm' aksiyoner bir hareket olarak damgasın vurmaya yetecektir. Ama ne var ki her sivil toplum teşkilatında olduğu gibi bu harekâtında içerisinde görüş ayrılıkları nüksettiğinde yol ayrımına girilecektir. Tabii burada bizim açımızdan yol ayrımından ziyade bu yol ayrımından doğan her iki ekolünde ehlisünnet çizgisini benimsemiş olması ve hiçbir terör eylemlerine bulaşmış olmaması çok önem arz etmektedir, diğer hususlar sadece teferruattan ibarettir. Sonuçta Malcolm X'in şahadetiyle birlikte bu harekât Elijah Muhammed’in oğlu Warith Dean Muhammed üstlenecektir. O’da tıpkı Malcolm X’in yolunu yol bilip bir konferansta üstlendiği harekâtın misyonunu şöyle dile getirir: “Kesinlikle terörist hiç bir faaliyete katılmayacağız, biz ehlisünnetiz. Günümüzde asl olan insanların imanının kurtulmasına vesile olmaktır. Önemli olan, gençlerin ve çocukların iyi bir dini eğitime ve modern ilme sahip olmalarıdır.” İşte bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere Müslümanların geleceği radikalizmde değil, ilim ve tefekkürde olduğu net bir şekilde görülebiliyor. Her ne kadar karanlık zinde güçler bu gerçeği görmezden gelip İslam’ı şiddetle özdeş göstermeye çalışsalar da bize düşen hiçbir kınayanın kınamasına aldırmaksızın sosyal, siyasi ve ekonomik tüm alanlarda kendi gücümüzden söz ettirmek olmalıdır. Bu yüzden kendini mücahid sanan tipler ve gözü dönmüş bir avuç çapulcu örgütlerin saçtığı ne korku salan sloganları, ne de çığırtkan naraları bizi bağlar. Aklı başında her müslüman şunu çok iyi bilir ki; İslam’ın kitlelerce kabulü kin, intikam, şiddet ve öfkeyle tesis edilemez, gönüller ancak aşkla, sevgiyle fethedilebilir. Hem terörden kim ne fayda bulmuş ki, İslam dünyası da bulsun.
Evet, cihad ve terör asla bir araya gelemeyecek iki zıt kavramlar olduğu apaçık ortada. Hal böyle iken bilhassa batı medyası Oklahoma bomba olayının kritiğini yaptıklarında meseleye ön yargıyla yaklaştıkları, art niyetle ele aldıkları gözden kaçmaz. Tabii ki aralarında vicdanının sesine kulak verip sağduyuyla yaklaşım sergileyenlerde çıkar. Nitekim James McKenney ve Dennis Kubby vicdanın sesine kulak veren aydınlardan. Ve New Yorklu avukat Dennis Kubby vicdanının sesine kulak verip; “Ortadoğu terörist örgütleri spekülasyonunu duyduğumda şaşırmadım. Benim de siyah saçım ve sakalım var. Ancak ben bir Yahudi’yim” demekten kendini alamaz da. Böylece Kubbey, kamuoyuna yansıtılan 'siyah saç', 'sakal' yaftalamasının arka planında yatan ard niyeti sezip olayın faturasını Müslümanlara yamama aceleciliğinin varlığına dikkat çeker. Tabii bu vesileyle bizde ülkemizde ara ara şahit olduğumuz pek çok olaylardan, mesela Uğur Mumcu cinayetinin Türk medyasında tıpkı Oklahoma bomba hadisesinde yansıtılış biçimine benzer tabloyu hatırlamış olduk. Keza Muammer Aksoy, Bahriye Üçok cinayetleri de öyledir. Her neyse adına ister Oklahoma bombası, ister Karanfil sokak bombası densin farketmez, sonuçta servis edilen her tür prova Müslümanların başına patlayabiliyor. Eeeh adamlar ne yapsınlar, ufuksuzluğa alışmışlar, bilgi dağarcıklarında insanlığa sunacak birşeyleri olmayınca bu tip peşin fatura biçmelerden geçimlerini temin etmek zorundalar. Zaten onlara da o yakışır, çünkü cibilliyetleri buna çok elverişli ve müsait. Onlar oldubitti kandan beslenmeye alışmış güruhturlar, isteselerde bu illetten kurtulamazlar. Baksanıza Uğur Mumcu cinayetinin akabinde tirajı en fazla artan gazete Cumhuriyet Gazetesi olmuştur. Tirajı artsın elbet, bundan gocunmayız, ama bu nasıl tiraj artışıysa Ceyhan Mumcu ve eşi Güldal Mumcu’nun kamuoyuna cinayetin arkasındaki derin güçlerin varlığına dikkat çeken açıklamaları gazetenin sütunlarında yer almaz. Yine bu nasıl gazetecilikse kendi yazarını katledenlerin açığa çıkmasından tir tir titreyip okuyucusunu aydınlatmaz. Oysa gerçek gazetecilikte bir olay vuku bulduğunda önce o olayın en ince detayına kadar inip sonrasında sütununa taşımak vardır. İcabında bu da yetmez olayların arka planında yatan uluslararası güç bağlantılarını da ortaya çıkaracak haberlere imza atmakta vardır. Şayet ne şiş yansın ne kebap yansın denecekse bu kafayla asla kamuoyu aydınlatılamaz. Yok, eğer zinde güçlerin işine yarayacak yalan dolan haber yaparak piyonluk rütbeleri bir üst payeye yükseleceğini sanıyorlarsa, bu boşa avuntudur, ölene dek mankurt payede mahkûm kalacakları muhakkak.
Onlar mankurt payede ömür tükete dursunlar bu arada mazlum ülkelerin halklarının da uyanık olmak mecburiyeti vardır. Hele bunca yaşanmışlıklardan sonra asla gaflet, delalet ve uykuya dalma lüksümüz olamaz. Çünkü gaflet uykusuna dalmış ülkeleri ekonomik, sosyal, kültürel vs. yönden avlayıp sarsmak çok daha kolay olabiliyor. Kaldı ki bir değil, iki değil birdizi bombalar patlatılarak çoluk çocuk, yaşlı genç demeden canlar kıyılıp oluk oluk kanlar akıtıldığını görüpte halen uyanık olamama hali denen akıl tutulması yaşıyorsak vay halimize. Dolayısıyla tüm mazlum ülke halklarının her halükarda uyanık olması şarttır. Unutmayalım ki “Su uyur düşman uyumaz” atasözü aynı zamanda tüm mazlum milletleri kapsayan bir öğüttür. Uyanık olduğumuz da tüm şer odaklarının planları altüst olacağı muhakkak. Bakın, her on yılda bir darbeye maruz kalmamız uykuya dalmışlığın bir göstergesi. Neyse ki Türk Milleti olarak tarihler 15 Temmuz 2016 gecesini gösterdiğinde bu kez ezber bozan bir uyanışla FETÖ (Fetullahçı Terör Örgütü- Paralel İhanet Çetesi) darbe girişimini akamete uğratıp tüm derin güçlerin tüm planlarının bozabilmişiz. Anlaşılan o ki; bir ülke uyanıksa ne ala, uyanık değilse vay haline, milli uyanıştan mahrum kalındığı sürece nice ocakların söndürüleceği, nice şehirlerin bombardımana tabi tutulup nice canların kıyılacağı kaçınılmaz.
Peki, iyi hoşta gafletten nasıl kurtulmak nasıl olacak? Hiç kuşkusuz etrafımızda olan biteni derinlemesine kritik edebilecek bilgi düzeyine erişmek ve öğrenmekle elbet. Mesela bir insan en basitinden 3N1K kuralı bilgisinden yoksunsa Oklahoma City’deki bomba olayı ile alakalı kara propagandalara kanması ve gaflet uykusundan ayılamaması gayet tabidir. Her kim olursa olsun haberleşme bilgisinin en temel kuralı 3N1K bilinciyle hareket etmeli ki gaflet uykusundan uyanabilsin. Çünkü “Niçin, Nasıl, Nerede, Ne zaman, Kim” sorularıyla birçok sis perdeleri ortadan kalkabiliyor. Hadi diyelim vatandaş bilmeyebilir, peki ya şu kendini entel olarak lanse edipte haberciliğin besmelesi sayılan 3N1K kuralını çiğneyip kendi düşünce dünyasına göre haber yapan ve yorumda bulunanlara ne demeli. Bakınız Hazhir Teimourian, Oklahoma bombası patlak verdiğinde ne diyor; “Oklahoma’da meydana gelen hadisenin tamamen İslâmi fundamentalistler tarafından gerçekleştirdiğine inanıyorum. Sadece Amerika’nın değil, Batı Avrupa devletlerinin de bu ve benzeri İslâmi terörist faaliyetlere karşı önlem almamız gerekiyor.” İşte görüyorsunuz 3N1K kuralı hak getire, güya kendisi uzmanmış, tamamen kafasında İslâm düşmanlığı üzerine kurguladığı dogma yorumlamayla kendince algı operasyonu yapmakta. Ama neye yarar ki, onun uzmanlığı sadece kendi kin ve nefretini ortaya dökmeye yarar. Hiç kuşkusuz Hazhir Teimourian ve Suzanne Steely gibi uzmanlar zekâ özürlü değiller, ancak zekâları İslam düşmanlığı üzere efsunlandığında zıvanadan çıkabiliyorlar. Hani zırva tevil götürmez derler ya, aynen öyle de akıl firar ettiğinde karaya oturabiliyor. Zaten bir insan aklını karaya oturttuğunda olayların daha arka planında yatan sebep netice ilişkisine bakmaksızın ya zekâsını yanılmaz addettiği kahramanlaştırdığı bir Mesih’e, ya bir lidere kiralayabiliyor. Oysa Mesih sandığı insan CIA'nın, Vatikan'ın ve derin güçlerin piyonudur. Neticede her bir senaryo oyununda İslam'a balta vurmak güdülse de güneş balçıkla sıvanamaz gerçeğini değiştiremeyecektir.
Peki ya şu kendi içimizde besleyip büyüttüğümüz yerli işbirlikçi sözde aydınlara ne demeli. Hiç kuşkusuz onlar için fitne mümessili hain kalemşorlar demek uygun düşer. Nitekim bu tanımlamaya uygun aklını Pensilvanya’ya kiralamış Emre Uslu, Ekrem Dumanlı gibi kalemşorlar bunun en çarpıcı misalini temsil eder. Kınlarında durmayıp şu cennet vatanımızda fitne çıkardılar da ne oldu, sonuçta soluğu yurtdışında aldılar ya, işte bu kaçış hain damgası yeterli sebep teşkil etmeye yetmiştir. Nasıl yeterli gerekçe teşkil etmesin ki, Müberra Dinimiz; ‘Fitne katilden beter’ olduğunu ferman buyurmakta. Dinimiz ferman buyurur da şehit kanlarıyla sulanmış bu toprakların gerçek vatan evlatları, aklını Pensilvanya’ya kiralamış kalemşorların asker kılığına girmiş militanların, bilgi teknolojilere hâkim kaset şantajcıların, telekomünikasyon fişleyicilerin, sınav sorularını araklayıp devletin tüm kılcal damarlarına sızanların ektikleri fitne tohumlarına nereye kadar tahammül gösterebilirdi ki. Zaten tahammül sınırları zorlanıp aşıldığında 15 Temmuz gecesinde darbe girişiminde bulunan hainlere ihanetin bedelini tankları altına yatarak, Ömer Halisdemir’in şehit olma pahasına milletin şahsında kendine emir veren asker kılığına girmiş Tuğgeneral Semih Terzi’yi alnından vurarak fitneyi bertaraf etmesini bilmiştir. Besbelli ki fitne fücur hainler, Horasan erenlerin, Mevlana'nın, Yunus’un bu topraklarda mayaladığı birlik ruhu ve bu ruhtan beslenen insanların ansızın karşılarına çıkacaklarını hesap edememişler. Zaten o birlik tutkusu, o ruh var oldukça ayrlıkçı fitne odaklarının bu topraklarda uzun süre tutunmaları çok zordur.
Evet, onlar fitne çıkarmak için var, bizde diriliş ruhu için varız. Bakın, fitne öyle bir bulaşıcı illet bir hastalıktır ki, bir bakıyorsun Uğur Mumcu hadisesinin sıcaklığı soğumadan bir ikinci fitne Jak Kamhi olayı vuku bulabiliyor. Yetmedi bu fitneyi alevlendirme maksadıyla Arap harfleri yazılı lav silahları ve bu role uygun sakallı bir kaç kişinin ekranlara taşındığı gözlerden kaçmaz da. Meğer dert dava Uğur Mumcu, Jak Kamhi filan değilmiş amaç halkı galeyana getirip ülkeyi laik-anti laik ekseninde kutuplaştıracak fitne çıkarmakmış. Yani cibilliyetlerinin gereği kendilerine yakışanı yapmaktalar. Madem öyle bize düşen her türlü fitne hareketleri karşısında soğukkanlılığımızı yitirmeksizin iç ve dış zinde dinamiklerin oyununu bozmak olmalıdır. Dolayısıyla Oklahoma bombası bizim için bir hayal kırıklığı yaratan bir olay sayılmaz, bizim açımızdan asıl hayal kırıklığına yol açan hadise bu memlekette kırkı yıldır bizden görünüp de bizi bizim tankımızla, bizi bizim F-16'larla, bizi bizim silahlarla, bizi bizim füzelerle arkadan haince vurmaya kalkışmalarıdır. Meğer FETÖ darbe girişimiyle anladık ki, bize bizden başka gayri dost yoktur. Bu yüzden darbe girişimi sonrası NATO, AB, ABD, ne şu ne bu hiçbirinin yanımızda yer almamasına şaşırmadık. Allaha şükür biz öyle değiliz, Amerika’da, İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da herhangi bir terör hadisesi yaşandığında şiddetle kınamayı ihmal etmeyiz. Dedik ya herkes kendine yakışır tavrı gösteriyor, onlar kendine demokratlar, biz ise hiçbir insanın, hiçbir ülkenin diline, ırkına, dinine bakmaksızın yanında yer alırız da. Maalesef derin güçler bırakın kınamayı bir olay patladığında hemen sırra kadem basarlar. Onlar sırra kadem basa dursunlar tekrar Okahoma konusuna döndüğümüzde şu gerçeklerle karşılaşırız:
Malumunuz Oklahoma City, dört yüz bin nüfuslu yoğunlukta bir yerleşim merkezi, aynı zamanda Amerikan tarihinde bu denli görülmemiş bir şekilde şiddetli patlamaya maruz kalan bir şehir. Bilhassa zenci ve diğer ırkların az olduğu, anarşizmin pek kol gezmediği kendi halinde bir mekân. İşte etnik ayrılığın yok denecek derecede bu şehirde 600 kiloluk bombanın patlaması neyin nesiydi acaba? Neden bu olayın faturası Müslümanlara biçilmek istenir ki? Peki ya şu İngiliz paralarıyla beslenen kalemşorların “Şüpheliler artık Ortadoğu kökenli siyah saçlı ve sakallı idi” manşetlerini sütunlarına taşımalarına ne demeli? Tabii bu tür sorular onların canını sıkan sorular, olsun çokta önemi yok, sonuçta zinde güçleri rahatsız ediyor ya, bu yetmez mi?
Dedik ya her olayın ardından tüm dünya Müslümanlarını zan atında bırakacak hamlelerde bulunmak onların huyudur. Onlar bizi tınmasalar da en azından bir takım aklı kurcalayacak sorularla pekâlâ rahatsızlık verebiliriz. Bıkmadan usanmadan soru bombardımana tutalım ki olur ya her sualden rahatsızlık duydukça utanıp belki Müslümanları karalamaktan vaz geçerler. İşte Maho El-Genaldi bu karalamalar karşısında San Francisco İslâmic Networks Grubu koordinatörü olarak şöyle der; “Basın, kendilerinin Müslüman olduğunu iddia eden terörist ve aşırı gruplara alelacele İslâm sıfatı ekliyorlar. Oysa dinimiz masum insanların öldürülmesine karşıdır. Ama aynı basın geçen yıl 29 Filistinliyi camide öldüren Baruch Goldstein adlı Yahudi’yi 'Yahudi terörist' veya David Koresh’i 'Hıristiyan Radikal' olarak anmak istemez..” Evet, bu müthiş kıyastan da anlaşılan o ki, Müslümanlara karşı uygulanan çifte standart uygulamalar karşısında sesimizi yükseltip “Ey zinde güçler! Şiddet hareketlerinin arkasında Yahudi parmağı çıktığında hemen sırra kadem basarken, daha kimin yaptığı belli olmayan faili meçhul olaylarda hemen müslüman avcılığına çıkmanız nedendir” diye sorgulamak gerekir. Sorgulayalım ki boncuk boncuk ter döksünler. Bizim hal ve ahvalimizi ancak bizden olan anlar. Nitekim Virginia Üniversitesi din profesörü Abdülaziz Sachedina olay vuku bulduğunda duygularımıza şöyle tercüman olur; “Pek çok masum insan, asla düşünmedikleri bir şey için suçlanacak, Kuzey Amerika’daki genel eğilim, tanıma zahmetine katlanmadığımız Müslümanların Amerikan toplumuyla bağdaşma yollarını bulacağına inanıyorum. Müslümanlar Amerika’yı kendi evleri gibi görüyor. Diğerleri gibi Müslümanlarda Oklahoma benzeri hadiseleri duyduğunda şok oluyorlar. Ne olursa olsun, burası bizim evimiz. Biz de diğerleri gibi üzüntü içerisindeyiz.” Tabii bu veciz sözler bize bir başka duygu tercümanımız Bediüzzaman Said Nursi’nin “Avrupa Osmanlı’ya gebe, Osmanlı Avrupa’ya gebe” ifadelerini hatırlatır.
Kaldı ki Oklahoma’da patlayan bomba çok övündükleri Amerikan Yurttaşlık Bildirisine de gölge düşürür. Yurttaşlık Bildirisi hak getire, dünyada tam mükemmel bir demokrasinin uygulandığı bir ülke yok zaten, olsa da kendilerine var, kendi dışındakiler için canı cehenneme demokrasi söz konusudur. Neyse ki demokrat kılıfı giydirilmiş vahşi kapitalizm pek çok ülkede can çekişiyor. Hani komünizm çökmez deniliyordu, ancak 70 yıl dayanabildi, hiç kuşkusuz kominizmin başına gelen vahşi kapitalizmin başına da gelecektir, bu kaçınılmaz. Bakın, İbn-i Haldun’un asırlar öncesinde bir gerçeği şöyle dile getirmiştir; “Yükselişinin doruk noktasına gelmiş olan medeniyetler aynı zamanda çöküşlerinin de başındadır.” Evet, bu müthiş tespitte anlaşılan o ki; tüm medeniyetlerin bir yükselişi varsa zevali de var demektir. Nasıl mı? İşte Roma imparatorluğundan sonra dünyanın en uzun ömürlü Osmanlı bile kendini ‘Devlet-i Ebed-Müddet’ ülküsüne adadığı halde bu alın yazısından sıyrılamamıştır. Şimdi aynı alın yazısı vahşi kapitalizm içinde geçerli, hiç bu işin kaçışı yok, boşuna yırtınmasınlar. Şunu iyi bilsinler ki her yükselişin tavan yaptığı nokta aynı zamanda düşüş noktasıdır. Ve düşüş noktasından sonra çöküş zuhur eder ki bir başka medeniyet doğa gelir. Dileriz ki yerine gelecek olan insanlığa ruh katacak merhamet iklimi emdirecek bir medeniyet gelsin. Zaten Bosna, Çeçenistan, Irak, Suriye ve Filistin’de yaşanan acı trajediler sanki yeniden bir doğum muştusu gibi. Her ne kadar bu doğum muştusunda kan gözyaşı gibi manzaralar eksik olmasa da, bu acı tablo bir anlamda vahşi kapitalizmin sonunun geldiğinin işaret taşlarıdır. Bakın, Alexis de Tocqueville; “Rejimler güçlü oldukları zaman değil, bilakis kendisini zayıf hissettikleri zaman daha çok baskı yapar” demekle bir gerçeğe parmak basmış oldu. Dikkat edin vahşi kapitalizm iflasın eşiğine geldikçe neredeyse dünyanın dört bucağında kitlesel eylem ve baskıların artış kaydettiği gözden kaçmaz. Artık vahşi kapitalizm son kozlarını oynuyor diyebiliriz.
Bakmayın siz öyle kapitalistlerin demokrat görünmelerine, kazın ayağı hiçte öyle değil, dedik ya demokrasi sadece kendileri için vardır, kendi dışındakiler için canı cehenneme düzen layık görülür hep. İşte bu yüzdendir ki kapitalizm ile demokrasi asla birbirine özleştirilemez. Çünkü vahşi kapitalizm, demokrasinin içini linç edip tüm dünyada kan kusmakta. Asıl demokratik zihniyet bizim ruh iklimimizde mevcut. Nasıl mı? İşte UNESCO’nun; “çok sesli tek bir dünya” ilkesini asırlar öncesinde gerçekleştiren Osmanlı bunun bariz delili. İşte görüyorsunuz Osmanlı gitti Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar kan revan içinde, her taraf perişan halde. Gelinen noktada, şefkat ve merhameti arar olduk.
Velhasıl; Kurtuluş vahşette değil, Îlây-ı Kelîmetullah için Nizam-ı âlem ülküsünde gizli.
Bakın, Wichita Eyalet Üniversitesi’nde siyaset bölümü profesörü James McKinney Oklahoma City’deki bomba hadisesi vuku bulduğunda ne diyor; “Bombalama hadisesini sabah duyduğumda odamda genç bir Filistinli öğrenci bulunmaktaydı. Şöyle içimden geçirdim: Burada bu olayla hiç bir şekilde ilgisi olmayan biri oturuyor, ama onun hayatı büyük ihtimalle bundan sonra değişecektir.” Evet, bu yerinde bir tespittir. Tespiti manidar, çünkü aynı zamanda kendisi terörizm konusunda uzman bir bilim adamıdır. Zikrettiği ifadelerden anlaşılan o ki, aynı odada bulunduğu Filistinlinin ruh halini sanki kendi vicdan aynasında görerek dile getirmiş durumda. Hiç kuşkusuz aynada gördüğü bu acı dram sadece bir kişiyle sınırlı tutulamaz, dünyanın hemen her yerinde Müslümanların iç dünyasını yansıtan aynadır.
Evet, aynalar asla yalan söylemez. Vicdan aynasına bakıldığında hemen her vukubulan hadisenin faturası Müslümanlara biçildiğini görmek mümkün. Zaten Bediüzzaman Said Nursi yıllar öncesinden 'mazlumların zalim, zalimlerin mazlum' addedildiği bu aynayı gördüğü içindir “Zalimler için yaşasın cehennem” demekten kendini alamamıştır. Kaldı ki; Bediüzzaman'ın kendisi de sıkı takip altına alınmış bir din mazlumudur. Zaten dünyanın neresinde mazlumların umut sesi olacak her kim varsa zinde güçler ve maşalar hemen tehdit kapsamında değerlendirilip takibe alınması kaçınılmazdır. Bu nedenle din mazlumlarını itibarsızlaştırmak adına her türlü provokatif hadise çıkarmak en bildikleri iştir.
Tarihler 19 Nisan 1995’i gösterdiğinde Oklahoma City’de patlama gerçekleşmiş ve ABD’nin 1920 yılından bu yana karşılaştığı en kanlı saldırı olarak kayıtlara geçer. Malum bu olayda kullanılan altı yüz kilo ağırlığında ki bombayla Oklahoma hükümet binasını hedef alındığında aralarında 3–4 yaşlarındaki çocuklarında bulunduğu katliamın sorumluluğunu alelacele Müslümanlar üzerine yıkma çabasına girerler. Tabii bu tip hedef şaşırtıcı stratejik hamlelere yabancı değiliz, çünkü aynı manipülasyonu 1993’te meydana gelen Dünya Ticaret Merkezi olayında da görmüştük. O yıllarda daha olay vuku bulur bulmaz iç ve dış basın koro halde 'İslâm Fundamentalizmi' yaftasıyla manüpüle edip adeta dört koldan Müslüman avına seferber olmuşlardı. Zaten objektif haber yapsalar şaşardık, dedik ya hedef şaşırtıcı manevra yapmak onların en bildikleri iştir. Eeeh adamlar ne yapsınlar, Sovyet Rusyada komünizmin çökmesiyle birlikte kendilerini boşlukta buldular, bir şekilde kendilerinin oyalanacakları bir oyuncağa ihtiyaç duymuş olsalar gerek bu ihtiyacı giderecek oyuncak olarak İslâm’ı hedef tahtasına oturturlar. Ama hesap edemedikleri bir şey vardı ki; İslam beşeri bir sistem değil, vahiydir. Dolayısıyla vahiyle oyun oynanmaya gelmez, çünkü dinin sahibi Allah, koruyacak olan da O’dur. Üstelik bu hususta Allah’ın vaadi var; Nur’umu tamamlayağım diye. Kaldı ki değil bir Oklahoma bombası, bin Oklahoma bomba türü bubi tuzaklar kursalar da Allah’ın nurunu hiç bir zinde güç söndürmeye güç yetiremez, bu böyle biline.
Evet, Oklahoma City’deki bomba hadisesi patlak verir vermez bu kanlı olay daha enine boyuna araştırılmadan hemen alelacele vurun kahpeye dercesine Müslümanları potansiyel suçlu gösterme yoluna gidilmiştir. Yani daha ilk baştan İslâm’ı karalama provası kendini ele vermiştir. Öyle ki bu hedef saptırıcı suçlamalara muhatap kılınan Filistin halkı liderlerinden Said Ebu Musameh “İslâmi hareket olarak bu tür eylemleri asla kabul etmiyoruz. İslâmi hareketin sınırları ancak Filistin içinde İsrail işgal güçlerine karşıdır” deme ihtiyacı duymuştur. Yetmedi, net tavrını şöyle ortaya koyarr: “Şu iyi bilinsin ki, ne Amerikan halkıyla, ne de dünyadaki diğer insanlarla bizim aramızda düşmanlık yoktur.” İşte Gazze’de yaptığı bu açıklamayla bombalama hadisesinin Hamas ve İslâmi cihadla yakından uzaktan alakası olmadığını beyan etmiştir.
Hiç kuşkusuz cadı avı kovalamasında Hamas yalnız değildir, buna ‘Nation Of İslâm’da dâhil edilir. Her nekadar Amerikan medyası ‘Nation Of İslâm’ mensuplarını doğrudan suçlamasa da “İslâmi Fundamentalist” yaftasıyla hedef gösterilir. Böylece Amerika’da yaşayan Müslümanlar bu olayın yansıtılış şekline içten içe öfke duyacaklardır. Nasıl öfke duymasınlar ki, bu tür yaftalamalar çoğaldıkça Amerikalı gazeteci Suzanne Stelly en nihayet ağzından baklayı çıkarıp; Olay, ya İran, ya da Chikago merkezli Amerikan grup ‘Nation Of İslâm’ tarafından gerçekleştirildi bir üslupla “Nation Of İslâm” mensuplarını hedef gösterir. Ki, hedef gösterdiği “Nation Of İslâm” mensupları sıradan bir teşkilat üyeleri değildir, Çünkü bu teşkilatın temellerini Elijah Muhammed attıktan sonra Malcolm X'in şahsında bütünleşen bir hareket olarak adından söz ettirmiştir.
Malum, Malcolm X denince; hayatının ilk dönemlerinde yaralama, uyuşturucu her ne suç unsuru ararsan var diyebileceğimiz bir adam, sonrasında ise kendini hakikat yoluna adamış bir lider olarak akla gelir. Öyle ki karıştığı bir suçtan dolayı düştüğü hapishanede 'Nation Of İslâm' teşkilatı üyeleriyle yolu çakıştığında hayata bakış açısı değişecektir. Artık bu noktadan sonra mapushane onun için bir Yusufiye medresesidir. Derken on yıllık bir Yusufiye çilesini tamamlayıp dışarı çıktığında Elijah Muhammed’den sonra bu hareketin bayrağını Malcolm X üstlenecektir. İyi ki de üstlenmiş, onun kitleler üzerinde çok büyük tesir eden o müthiş ateşli konuşmaları bu harekâtın en dikkat çeken gözde lideri olmaya ve onun liderliğinde ki 'Nation Of İslâm' aksiyoner bir hareket olarak damgasın vurmaya yetecektir. Ama ne var ki her sivil toplum teşkilatında olduğu gibi bu harekâtında içerisinde görüş ayrılıkları nüksettiğinde yol ayrımına girilecektir. Tabii burada bizim açımızdan yol ayrımından ziyade bu yol ayrımından doğan her iki ekolünde ehlisünnet çizgisini benimsemiş olması ve hiçbir terör eylemlerine bulaşmış olmaması çok önem arz etmektedir, diğer hususlar sadece teferruattan ibarettir. Sonuçta Malcolm X'in şahadetiyle birlikte bu harekât Elijah Muhammed’in oğlu Warith Dean Muhammed üstlenecektir. O’da tıpkı Malcolm X’in yolunu yol bilip bir konferansta üstlendiği harekâtın misyonunu şöyle dile getirir: “Kesinlikle terörist hiç bir faaliyete katılmayacağız, biz ehlisünnetiz. Günümüzde asl olan insanların imanının kurtulmasına vesile olmaktır. Önemli olan, gençlerin ve çocukların iyi bir dini eğitime ve modern ilme sahip olmalarıdır.” İşte bu ifadelerden de anlaşıldığı üzere Müslümanların geleceği radikalizmde değil, ilim ve tefekkürde olduğu net bir şekilde görülebiliyor. Her ne kadar karanlık zinde güçler bu gerçeği görmezden gelip İslam’ı şiddetle özdeş göstermeye çalışsalar da bize düşen hiçbir kınayanın kınamasına aldırmaksızın sosyal, siyasi ve ekonomik tüm alanlarda kendi gücümüzden söz ettirmek olmalıdır. Bu yüzden kendini mücahid sanan tipler ve gözü dönmüş bir avuç çapulcu örgütlerin saçtığı ne korku salan sloganları, ne de çığırtkan naraları bizi bağlar. Aklı başında her müslüman şunu çok iyi bilir ki; İslam’ın kitlelerce kabulü kin, intikam, şiddet ve öfkeyle tesis edilemez, gönüller ancak aşkla, sevgiyle fethedilebilir. Hem terörden kim ne fayda bulmuş ki, İslam dünyası da bulsun.
Evet, cihad ve terör asla bir araya gelemeyecek iki zıt kavramlar olduğu apaçık ortada. Hal böyle iken bilhassa batı medyası Oklahoma bomba olayının kritiğini yaptıklarında meseleye ön yargıyla yaklaştıkları, art niyetle ele aldıkları gözden kaçmaz. Tabii ki aralarında vicdanının sesine kulak verip sağduyuyla yaklaşım sergileyenlerde çıkar. Nitekim James McKenney ve Dennis Kubby vicdanın sesine kulak veren aydınlardan. Ve New Yorklu avukat Dennis Kubby vicdanının sesine kulak verip; “Ortadoğu terörist örgütleri spekülasyonunu duyduğumda şaşırmadım. Benim de siyah saçım ve sakalım var. Ancak ben bir Yahudi’yim” demekten kendini alamaz da. Böylece Kubbey, kamuoyuna yansıtılan 'siyah saç', 'sakal' yaftalamasının arka planında yatan ard niyeti sezip olayın faturasını Müslümanlara yamama aceleciliğinin varlığına dikkat çeker. Tabii bu vesileyle bizde ülkemizde ara ara şahit olduğumuz pek çok olaylardan, mesela Uğur Mumcu cinayetinin Türk medyasında tıpkı Oklahoma bomba hadisesinde yansıtılış biçimine benzer tabloyu hatırlamış olduk. Keza Muammer Aksoy, Bahriye Üçok cinayetleri de öyledir. Her neyse adına ister Oklahoma bombası, ister Karanfil sokak bombası densin farketmez, sonuçta servis edilen her tür prova Müslümanların başına patlayabiliyor. Eeeh adamlar ne yapsınlar, ufuksuzluğa alışmışlar, bilgi dağarcıklarında insanlığa sunacak birşeyleri olmayınca bu tip peşin fatura biçmelerden geçimlerini temin etmek zorundalar. Zaten onlara da o yakışır, çünkü cibilliyetleri buna çok elverişli ve müsait. Onlar oldubitti kandan beslenmeye alışmış güruhturlar, isteselerde bu illetten kurtulamazlar. Baksanıza Uğur Mumcu cinayetinin akabinde tirajı en fazla artan gazete Cumhuriyet Gazetesi olmuştur. Tirajı artsın elbet, bundan gocunmayız, ama bu nasıl tiraj artışıysa Ceyhan Mumcu ve eşi Güldal Mumcu’nun kamuoyuna cinayetin arkasındaki derin güçlerin varlığına dikkat çeken açıklamaları gazetenin sütunlarında yer almaz. Yine bu nasıl gazetecilikse kendi yazarını katledenlerin açığa çıkmasından tir tir titreyip okuyucusunu aydınlatmaz. Oysa gerçek gazetecilikte bir olay vuku bulduğunda önce o olayın en ince detayına kadar inip sonrasında sütununa taşımak vardır. İcabında bu da yetmez olayların arka planında yatan uluslararası güç bağlantılarını da ortaya çıkaracak haberlere imza atmakta vardır. Şayet ne şiş yansın ne kebap yansın denecekse bu kafayla asla kamuoyu aydınlatılamaz. Yok, eğer zinde güçlerin işine yarayacak yalan dolan haber yaparak piyonluk rütbeleri bir üst payeye yükseleceğini sanıyorlarsa, bu boşa avuntudur, ölene dek mankurt payede mahkûm kalacakları muhakkak.
Onlar mankurt payede ömür tükete dursunlar bu arada mazlum ülkelerin halklarının da uyanık olmak mecburiyeti vardır. Hele bunca yaşanmışlıklardan sonra asla gaflet, delalet ve uykuya dalma lüksümüz olamaz. Çünkü gaflet uykusuna dalmış ülkeleri ekonomik, sosyal, kültürel vs. yönden avlayıp sarsmak çok daha kolay olabiliyor. Kaldı ki bir değil, iki değil birdizi bombalar patlatılarak çoluk çocuk, yaşlı genç demeden canlar kıyılıp oluk oluk kanlar akıtıldığını görüpte halen uyanık olamama hali denen akıl tutulması yaşıyorsak vay halimize. Dolayısıyla tüm mazlum ülke halklarının her halükarda uyanık olması şarttır. Unutmayalım ki “Su uyur düşman uyumaz” atasözü aynı zamanda tüm mazlum milletleri kapsayan bir öğüttür. Uyanık olduğumuz da tüm şer odaklarının planları altüst olacağı muhakkak. Bakın, her on yılda bir darbeye maruz kalmamız uykuya dalmışlığın bir göstergesi. Neyse ki Türk Milleti olarak tarihler 15 Temmuz 2016 gecesini gösterdiğinde bu kez ezber bozan bir uyanışla FETÖ (Fetullahçı Terör Örgütü- Paralel İhanet Çetesi) darbe girişimini akamete uğratıp tüm derin güçlerin tüm planlarının bozabilmişiz. Anlaşılan o ki; bir ülke uyanıksa ne ala, uyanık değilse vay haline, milli uyanıştan mahrum kalındığı sürece nice ocakların söndürüleceği, nice şehirlerin bombardımana tabi tutulup nice canların kıyılacağı kaçınılmaz.
Peki, iyi hoşta gafletten nasıl kurtulmak nasıl olacak? Hiç kuşkusuz etrafımızda olan biteni derinlemesine kritik edebilecek bilgi düzeyine erişmek ve öğrenmekle elbet. Mesela bir insan en basitinden 3N1K kuralı bilgisinden yoksunsa Oklahoma City’deki bomba olayı ile alakalı kara propagandalara kanması ve gaflet uykusundan ayılamaması gayet tabidir. Her kim olursa olsun haberleşme bilgisinin en temel kuralı 3N1K bilinciyle hareket etmeli ki gaflet uykusundan uyanabilsin. Çünkü “Niçin, Nasıl, Nerede, Ne zaman, Kim” sorularıyla birçok sis perdeleri ortadan kalkabiliyor. Hadi diyelim vatandaş bilmeyebilir, peki ya şu kendini entel olarak lanse edipte haberciliğin besmelesi sayılan 3N1K kuralını çiğneyip kendi düşünce dünyasına göre haber yapan ve yorumda bulunanlara ne demeli. Bakınız Hazhir Teimourian, Oklahoma bombası patlak verdiğinde ne diyor; “Oklahoma’da meydana gelen hadisenin tamamen İslâmi fundamentalistler tarafından gerçekleştirdiğine inanıyorum. Sadece Amerika’nın değil, Batı Avrupa devletlerinin de bu ve benzeri İslâmi terörist faaliyetlere karşı önlem almamız gerekiyor.” İşte görüyorsunuz 3N1K kuralı hak getire, güya kendisi uzmanmış, tamamen kafasında İslâm düşmanlığı üzerine kurguladığı dogma yorumlamayla kendince algı operasyonu yapmakta. Ama neye yarar ki, onun uzmanlığı sadece kendi kin ve nefretini ortaya dökmeye yarar. Hiç kuşkusuz Hazhir Teimourian ve Suzanne Steely gibi uzmanlar zekâ özürlü değiller, ancak zekâları İslam düşmanlığı üzere efsunlandığında zıvanadan çıkabiliyorlar. Hani zırva tevil götürmez derler ya, aynen öyle de akıl firar ettiğinde karaya oturabiliyor. Zaten bir insan aklını karaya oturttuğunda olayların daha arka planında yatan sebep netice ilişkisine bakmaksızın ya zekâsını yanılmaz addettiği kahramanlaştırdığı bir Mesih’e, ya bir lidere kiralayabiliyor. Oysa Mesih sandığı insan CIA'nın, Vatikan'ın ve derin güçlerin piyonudur. Neticede her bir senaryo oyununda İslam'a balta vurmak güdülse de güneş balçıkla sıvanamaz gerçeğini değiştiremeyecektir.
Peki ya şu kendi içimizde besleyip büyüttüğümüz yerli işbirlikçi sözde aydınlara ne demeli. Hiç kuşkusuz onlar için fitne mümessili hain kalemşorlar demek uygun düşer. Nitekim bu tanımlamaya uygun aklını Pensilvanya’ya kiralamış Emre Uslu, Ekrem Dumanlı gibi kalemşorlar bunun en çarpıcı misalini temsil eder. Kınlarında durmayıp şu cennet vatanımızda fitne çıkardılar da ne oldu, sonuçta soluğu yurtdışında aldılar ya, işte bu kaçış hain damgası yeterli sebep teşkil etmeye yetmiştir. Nasıl yeterli gerekçe teşkil etmesin ki, Müberra Dinimiz; ‘Fitne katilden beter’ olduğunu ferman buyurmakta. Dinimiz ferman buyurur da şehit kanlarıyla sulanmış bu toprakların gerçek vatan evlatları, aklını Pensilvanya’ya kiralamış kalemşorların asker kılığına girmiş militanların, bilgi teknolojilere hâkim kaset şantajcıların, telekomünikasyon fişleyicilerin, sınav sorularını araklayıp devletin tüm kılcal damarlarına sızanların ektikleri fitne tohumlarına nereye kadar tahammül gösterebilirdi ki. Zaten tahammül sınırları zorlanıp aşıldığında 15 Temmuz gecesinde darbe girişiminde bulunan hainlere ihanetin bedelini tankları altına yatarak, Ömer Halisdemir’in şehit olma pahasına milletin şahsında kendine emir veren asker kılığına girmiş Tuğgeneral Semih Terzi’yi alnından vurarak fitneyi bertaraf etmesini bilmiştir. Besbelli ki fitne fücur hainler, Horasan erenlerin, Mevlana'nın, Yunus’un bu topraklarda mayaladığı birlik ruhu ve bu ruhtan beslenen insanların ansızın karşılarına çıkacaklarını hesap edememişler. Zaten o birlik tutkusu, o ruh var oldukça ayrlıkçı fitne odaklarının bu topraklarda uzun süre tutunmaları çok zordur.
Evet, onlar fitne çıkarmak için var, bizde diriliş ruhu için varız. Bakın, fitne öyle bir bulaşıcı illet bir hastalıktır ki, bir bakıyorsun Uğur Mumcu hadisesinin sıcaklığı soğumadan bir ikinci fitne Jak Kamhi olayı vuku bulabiliyor. Yetmedi bu fitneyi alevlendirme maksadıyla Arap harfleri yazılı lav silahları ve bu role uygun sakallı bir kaç kişinin ekranlara taşındığı gözlerden kaçmaz da. Meğer dert dava Uğur Mumcu, Jak Kamhi filan değilmiş amaç halkı galeyana getirip ülkeyi laik-anti laik ekseninde kutuplaştıracak fitne çıkarmakmış. Yani cibilliyetlerinin gereği kendilerine yakışanı yapmaktalar. Madem öyle bize düşen her türlü fitne hareketleri karşısında soğukkanlılığımızı yitirmeksizin iç ve dış zinde dinamiklerin oyununu bozmak olmalıdır. Dolayısıyla Oklahoma bombası bizim için bir hayal kırıklığı yaratan bir olay sayılmaz, bizim açımızdan asıl hayal kırıklığına yol açan hadise bu memlekette kırkı yıldır bizden görünüp de bizi bizim tankımızla, bizi bizim F-16'larla, bizi bizim silahlarla, bizi bizim füzelerle arkadan haince vurmaya kalkışmalarıdır. Meğer FETÖ darbe girişimiyle anladık ki, bize bizden başka gayri dost yoktur. Bu yüzden darbe girişimi sonrası NATO, AB, ABD, ne şu ne bu hiçbirinin yanımızda yer almamasına şaşırmadık. Allaha şükür biz öyle değiliz, Amerika’da, İngiltere’de, Almanya’da, Fransa’da herhangi bir terör hadisesi yaşandığında şiddetle kınamayı ihmal etmeyiz. Dedik ya herkes kendine yakışır tavrı gösteriyor, onlar kendine demokratlar, biz ise hiçbir insanın, hiçbir ülkenin diline, ırkına, dinine bakmaksızın yanında yer alırız da. Maalesef derin güçler bırakın kınamayı bir olay patladığında hemen sırra kadem basarlar. Onlar sırra kadem basa dursunlar tekrar Okahoma konusuna döndüğümüzde şu gerçeklerle karşılaşırız:
Malumunuz Oklahoma City, dört yüz bin nüfuslu yoğunlukta bir yerleşim merkezi, aynı zamanda Amerikan tarihinde bu denli görülmemiş bir şekilde şiddetli patlamaya maruz kalan bir şehir. Bilhassa zenci ve diğer ırkların az olduğu, anarşizmin pek kol gezmediği kendi halinde bir mekân. İşte etnik ayrılığın yok denecek derecede bu şehirde 600 kiloluk bombanın patlaması neyin nesiydi acaba? Neden bu olayın faturası Müslümanlara biçilmek istenir ki? Peki ya şu İngiliz paralarıyla beslenen kalemşorların “Şüpheliler artık Ortadoğu kökenli siyah saçlı ve sakallı idi” manşetlerini sütunlarına taşımalarına ne demeli? Tabii bu tür sorular onların canını sıkan sorular, olsun çokta önemi yok, sonuçta zinde güçleri rahatsız ediyor ya, bu yetmez mi?
Dedik ya her olayın ardından tüm dünya Müslümanlarını zan atında bırakacak hamlelerde bulunmak onların huyudur. Onlar bizi tınmasalar da en azından bir takım aklı kurcalayacak sorularla pekâlâ rahatsızlık verebiliriz. Bıkmadan usanmadan soru bombardımana tutalım ki olur ya her sualden rahatsızlık duydukça utanıp belki Müslümanları karalamaktan vaz geçerler. İşte Maho El-Genaldi bu karalamalar karşısında San Francisco İslâmic Networks Grubu koordinatörü olarak şöyle der; “Basın, kendilerinin Müslüman olduğunu iddia eden terörist ve aşırı gruplara alelacele İslâm sıfatı ekliyorlar. Oysa dinimiz masum insanların öldürülmesine karşıdır. Ama aynı basın geçen yıl 29 Filistinliyi camide öldüren Baruch Goldstein adlı Yahudi’yi 'Yahudi terörist' veya David Koresh’i 'Hıristiyan Radikal' olarak anmak istemez..” Evet, bu müthiş kıyastan da anlaşılan o ki, Müslümanlara karşı uygulanan çifte standart uygulamalar karşısında sesimizi yükseltip “Ey zinde güçler! Şiddet hareketlerinin arkasında Yahudi parmağı çıktığında hemen sırra kadem basarken, daha kimin yaptığı belli olmayan faili meçhul olaylarda hemen müslüman avcılığına çıkmanız nedendir” diye sorgulamak gerekir. Sorgulayalım ki boncuk boncuk ter döksünler. Bizim hal ve ahvalimizi ancak bizden olan anlar. Nitekim Virginia Üniversitesi din profesörü Abdülaziz Sachedina olay vuku bulduğunda duygularımıza şöyle tercüman olur; “Pek çok masum insan, asla düşünmedikleri bir şey için suçlanacak, Kuzey Amerika’daki genel eğilim, tanıma zahmetine katlanmadığımız Müslümanların Amerikan toplumuyla bağdaşma yollarını bulacağına inanıyorum. Müslümanlar Amerika’yı kendi evleri gibi görüyor. Diğerleri gibi Müslümanlarda Oklahoma benzeri hadiseleri duyduğunda şok oluyorlar. Ne olursa olsun, burası bizim evimiz. Biz de diğerleri gibi üzüntü içerisindeyiz.” Tabii bu veciz sözler bize bir başka duygu tercümanımız Bediüzzaman Said Nursi’nin “Avrupa Osmanlı’ya gebe, Osmanlı Avrupa’ya gebe” ifadelerini hatırlatır.
Kaldı ki Oklahoma’da patlayan bomba çok övündükleri Amerikan Yurttaşlık Bildirisine de gölge düşürür. Yurttaşlık Bildirisi hak getire, dünyada tam mükemmel bir demokrasinin uygulandığı bir ülke yok zaten, olsa da kendilerine var, kendi dışındakiler için canı cehenneme demokrasi söz konusudur. Neyse ki demokrat kılıfı giydirilmiş vahşi kapitalizm pek çok ülkede can çekişiyor. Hani komünizm çökmez deniliyordu, ancak 70 yıl dayanabildi, hiç kuşkusuz kominizmin başına gelen vahşi kapitalizmin başına da gelecektir, bu kaçınılmaz. Bakın, İbn-i Haldun’un asırlar öncesinde bir gerçeği şöyle dile getirmiştir; “Yükselişinin doruk noktasına gelmiş olan medeniyetler aynı zamanda çöküşlerinin de başındadır.” Evet, bu müthiş tespitte anlaşılan o ki; tüm medeniyetlerin bir yükselişi varsa zevali de var demektir. Nasıl mı? İşte Roma imparatorluğundan sonra dünyanın en uzun ömürlü Osmanlı bile kendini ‘Devlet-i Ebed-Müddet’ ülküsüne adadığı halde bu alın yazısından sıyrılamamıştır. Şimdi aynı alın yazısı vahşi kapitalizm içinde geçerli, hiç bu işin kaçışı yok, boşuna yırtınmasınlar. Şunu iyi bilsinler ki her yükselişin tavan yaptığı nokta aynı zamanda düşüş noktasıdır. Ve düşüş noktasından sonra çöküş zuhur eder ki bir başka medeniyet doğa gelir. Dileriz ki yerine gelecek olan insanlığa ruh katacak merhamet iklimi emdirecek bir medeniyet gelsin. Zaten Bosna, Çeçenistan, Irak, Suriye ve Filistin’de yaşanan acı trajediler sanki yeniden bir doğum muştusu gibi. Her ne kadar bu doğum muştusunda kan gözyaşı gibi manzaralar eksik olmasa da, bu acı tablo bir anlamda vahşi kapitalizmin sonunun geldiğinin işaret taşlarıdır. Bakın, Alexis de Tocqueville; “Rejimler güçlü oldukları zaman değil, bilakis kendisini zayıf hissettikleri zaman daha çok baskı yapar” demekle bir gerçeğe parmak basmış oldu. Dikkat edin vahşi kapitalizm iflasın eşiğine geldikçe neredeyse dünyanın dört bucağında kitlesel eylem ve baskıların artış kaydettiği gözden kaçmaz. Artık vahşi kapitalizm son kozlarını oynuyor diyebiliriz.
Bakmayın siz öyle kapitalistlerin demokrat görünmelerine, kazın ayağı hiçte öyle değil, dedik ya demokrasi sadece kendileri için vardır, kendi dışındakiler için canı cehenneme düzen layık görülür hep. İşte bu yüzdendir ki kapitalizm ile demokrasi asla birbirine özleştirilemez. Çünkü vahşi kapitalizm, demokrasinin içini linç edip tüm dünyada kan kusmakta. Asıl demokratik zihniyet bizim ruh iklimimizde mevcut. Nasıl mı? İşte UNESCO’nun; “çok sesli tek bir dünya” ilkesini asırlar öncesinde gerçekleştiren Osmanlı bunun bariz delili. İşte görüyorsunuz Osmanlı gitti Ortadoğu, Kafkaslar, Balkanlar kan revan içinde, her taraf perişan halde. Gelinen noktada, şefkat ve merhameti arar olduk.
Velhasıl; Kurtuluş vahşette değil, Îlây-ı Kelîmetullah için Nizam-ı âlem ülküsünde gizli.