Yusuf Yüzlüler
Hiç kuşkusuz tarihi süreç içerisinde bugüne kadar muhabbet selinin üzerine sindiği tek nesil Yusuf yüzlülerdir. İşte bu yüzden Yusuf yüzlü olmak kendini Mevlâ'ya adayıp vuslata ermenin adı olarak adından söz ettirmiştir. Öyle ki; Yusuf Yüzlüler İ’lây-ı Kelimetullah davasına gönül vermenin iştiyakıyla demir parmaklı penceresinden seyre daldıklarında alaca karanlığa aldırış etmeksizin pembe şafakların doğacağı ümidiyle içten içe Yusuf’ça ışık saçmışlarda.
Belli ki; yufka yüreklilerle dikenli yollar aşılmaz, ancak Yusuf yüzlü olunca aşılabilir. Yusuf yüzlü olmak için de Medrese-i Yusufiye’den geçmek gerekir. Nitekim Yusufiyeler Hakk’tan ve hakikatten kök salan metin kalelerdir. İyi ki de bu kaleler var, Yusufiye burçlarında dalgalanan tuğlar ebediyeti müjdelerde. Sadece dış burçlar mı, elbette ki bunun yanı sıra iç âlemimize yerleştirilen marifet ve hakikat tuğları da öyledir. Derken bu muştu tuğlar sayesinde zulmet nura dönüştüğü gibi masum gönüllerin yanık sesleri dinerde.
Belli ki Tuğlar var oldukça Yusuf yüzlüler demir parmaklık arkasında Yusuf misali ''Yüceltip tuğları Fisebilillah, değiştir çağları Fisebilillah" çağrısıyla gök kubbede bıraktığı o hoş seda hiç sönmeyecek. Anlaşılan gök kubbede yankı bulan bu çağrı sıradan bir çağrı değil, yiğitçe bir çağrıdır. Malum, bu çağrıya her türlü cefayı göğüsleyip ölümü kar beyaz bilen Yusuf yüzlüler uyar ancak. Diğerleri çağrıya uymaz, yürek ister. Zaten icabet etse de yufka yüreklilerle yollar aşılmaz ki. Yufka yürekliler çağrıya uymaya dursun çağın çilesi Yusuf Yüzlülerin omzuna çoktan binmiş bile. Onlar çağın çilesinde hor görülseler de davalarına sadıktırlar, asla ulvi davalarından vazgeçmezler. Nasıl vazgeçilir ki, ferman böyle yazılmış. Zira bu fermanda “Güneşi bir elime, ayı diğer elime koysanız bu davadan dönmem” diyen baş tacı peygamber buyruğu var.
Yusuf yüzlülük bir bambaşka yüz, bir bambaşka ay simasıdır. Onlar için ay ışığı yüzler dersek yeridir. Sadece ay ışığı yüz mü, bundan çok daha mühimi İ’layı kelimetullah davasının kutlu kervanı olmalarıdır. Öyle kutlu bir kervan ki, Yusufiye yolunda kan aksa da acı hissedilmez. Bir Yusuf Yüzlü insan düşünün ki Rıza-i Bari için kendini Resûlullah’ın (s.a.v.) yoluna adamış, böyle bir insanı ateşe atsalar ne olur ki. Bakın İbrahim’i ateşe attılar da ne oldu ki, sonunda ateş gül bahçesine dönüştü ya. Yeter ki özünde aşk mayası taşı, bak o zaman ateş seni yakar mı? Nitekim Yücelerden emir alan ateş, İbrahim’e serin olur da.
O halde aşk deyip geçmemek gerekir. Zaten nasıl es geçilebilir ki, Mecnun, ‘Leyla, Leyla’ diye çöllere düşüp, sonunda kendini Mevla’da bulmadı mı? Hakeza dağlar Ferhat’ın o müthiş aşkı karşısında dayanamayıp yol vermedi mi?
Peki ya Aslı ve Kerem! Malum onlarda ecele şerbet dediler. Demek ki ecele şerbet diyecek bir yürek sonunda vuslata erebiliyormuş. Hakeza bu noktada Mevlana’ca, Ferhat’ça ve Kerem’ce hislerle hareket eden sevda yüklü Yusuf yüzlü alperenler de ecele şerbet diyenlerden. Dolayısıyla onlara selam olsun demekten başka bir çift söz bulamıyoruz. İşte dil bu kadar tutuk, onları anlatmaya güç yetmez de. Nasıl güç yetsin ki, akıl bile aşkın gözyaşı karşısında firar edip karaya vurmuş durumda. Belli ki ortada bizi aşan sırlar var. En iyisi mi bu sırra vakıf olmak için Yusifiye kapısına varmak gerek. Zaten Medrese-i Yusufiyeler Mevlana’ca ‘Ne olursan ol yine gel’ çağrısıyla her gelene kucak açmışlarda. Nitekim Yunusça vardan öte, yoktan öte özümlemiş duygularla bu dergâha gelen her kim olursa olsun himmet-i ulanın feyzi bereketiyle geri çevrilmezde.
Meğer ülkeleri fetheden kılıç değilmiş, fetheden sevgi ve aşkmış. Madem Allah kendi yolunda mücâhede edenlerden çok razı, o halde ‘Yaradılanı sev Yaradandan ötürü’ şiarınca bu yola baş koymalı da. Kin ve nefret tohumu serpilmiş yollarda kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Yusufiye yolu varken çıkmaz sokaklarda kaybolmakta nedir. İşte bu noktada Yusufiyeler kayba uğramışlara derman olmak için vardır. Hatta mazlumların feryadını dindirmek için vardır. Derken bu güzel duygular eşliğinde kendini hizmete adayan Yusuf Yüzlüler 'Halka hizmet Hakka hizmet' düsturunda kendini bulur da. İşte Mevlâ’ya aşkla bağlanmak böyle bir şeydir.
Yusuf yüzlülük, kendi ten kafesimizde cananı arayıp İ'lây-ı Kelimetullah aşkıyla yanmaktır. Şayet Yusuf yüzlü olma diye bir muradımız varsa, tez elden Yusufiye soluğunu soluklamak gerek, kendi öz cevherimizi keşfetmek için buna mecburuz da. Bakın, o ay doğdu Yusuf yüzlüler bizim için yedi kat göklerde dolaşırken sabahın seher vaktine doğru ışıl ışıl parlayan yıldızlar eşliğinde indiklerinde başucumuzda “Yırt yakanı, eyle figan'' dercesine gaflet uykusundan uyanmamız için habire çırpınıp duruyorlar da. İşte söz konusu vefaysa, ahde vefa budur zaten.
Ne var ki bu günlerde o ahde vefadan eser kalmadı diyebiliriz. Bu ülke artık o ülke değil, leş kargalarının üşüştüğü zindan ülkedir. Geçmişte hiç olmazsa doğru yanlış, eksik fazla bir kutsi davamız vardı, icabında bir başkasıyla hem hal olup derdine derman olmak vardı, yetmedi bir dava uğruna gözünü kırpmadan can vermek vardı. Peki ya şimdi! Maalesef şimdilerde ideal insanı aptal yerine koyuyorlar, davada neymiş deyip gülüp geçiyorlar. Varsın gülüp geçsinler, biz yine de kınayanın kınamasına bakmaksızın, alay edenin alay edişine aldırmaksızın yolumuzu yol bilmeye bakalım o bize yeter artar da.
Düşünün ki koyun bile seher vakti yatmazken, diriliş nesli nasıl uyusun ki. Elbette ki seherde ötüşen bülbül kuşlarının o cıvıl cıvıl sesleriyle yeniden uyanmak gerek. Zira ecdadımız erken yatıp erken kalktığı içindir; tarih boyunca medeniyetten medeniyete koşmuşlar. Yetmedi ikindi ve yatsı vakti hep birlikte halka olmuşlar. Derken her halkada pervane olup Allah’a (c.c.) abd (kul) olmanın idrakiyle gece ve gündüz hep diri kalmışlar da. Sadece hayatlarında zikir mi var, elbette ki bunun yanı sıra fikirde var. Hani Dervişin fikri neyse zikri de odur derler ya, aynen onun gibi ‘Doldur sofi çay doldur, Allah dede çay doldur’ aşkıyla çayını yudumladıklarında dillerinden dökülen o tatlı sohbetleri var ya bir ömre bedel dersek yeridir. Onlar sohbette yok oldukça gönüller mest olmuşta. İşte geçmişimiz bu, geleceğimiz ise soru işareti.
Peki, bu soru işareti kalkar mı? Sorma gitsin, şuan tam içler acısı bir halimiz var. Hayret mi hayret, bu hale nasıl düştük doğrusu şaşmamak elde değil. Yine de her ne sebep olursa olsun Yusuf’un düştüğü kuyu gölgesinde titreyip aslımıza dönmek gerek. Kendi düştüğümüz kuyudan çıktığımızda da dirilişe geçip çağları aşmak gerekir. Malum, dirilişe geçmenin birinci adımı Yusuf’un izini iz sürmektir. Öyle bir iz sürmeli ki ilk adımda Allah (c.c) yolunda saf saf dizilip gönül sarayına dalındığında Yusuf’un aşkını yazmak gerek. Zaten o aşkı yazdıktan sonra biliniz ki ikinci adımda Yusuf yüzlü olmak vardır. Madem Yusuf’un aşkı böyle bir şey, o halde “Uyan artık ey kalbim!” demek için yarını beklemek niye? Gün bugündür, ertelemeye gelmez. Zaten ertelemeyle nereye varılır ki. Nefse itaat edeli epey zaman geçti, şayet bunca zamandır nefse itaat yetti gayri diyorsak Yusuf yüzlü "Ferhat" olmalı, "Mecnun" olmalı, Yunus misali ötelere yol alıp nefsin köleliğine son vermeli. Yaratılış gayesi gereği, bir garip kuş misali Hakka vasıl olmalı. Sanma ki bize verilen bu can, bu bedende ilelebet. Ömür dediğin ne ki, iki kapılı bir handır, birinden girilip diğerinden çıkılan bir lahza andır. Hatta ömür için göz açıp kapamak diyenler var. O halde Allah’tan mahrum yaşamak niye? Cennette cemalinden ayrı kalmamak varken bu dünyada boş bir hayat yaşamak niye? Bakın bülbül bir kuş olduğu halde gül hayranı. Madem öyle Allah ve Resulü’nün yolunda bülbül misali niye sevda çırağı yakmayalım ki. Hem madem bülbül gül uğruna kanat çırpıp ötüyor, pekâlâ ''Allah'' için niye zikre dalmayalım ki. Tâ ki ömürde bir kez olsun candan Allah deyip bu kutlu yürüyüşte bir damla olana dek Allah zikrinde sebat etmek gerek.
Gel kardeşim, sende gel! Sen de bu yola koyul ki; bir olalım, iri olalım, diri olalım. Ki; bize bizden gayrı dost yok. Ülkümüz; Mevlana’ca hamdım, piştim ve yanmaktır. Yunus’ça coşkun sular da çağlamaktır. Bundan öte Yusuf’ça Lafza-i Celal zikrini candan anıp gönül sarayına dalmaktır. Bu yolda korkuya asla yer yoktur. Bu meydan âlâ meydandır. Burada açılan bir gül kolay kolay solmaz da.
Yusuf yüzlülerin yoluna dâhil ol ki; aşk nedir, sevgi nedir bilesin. Fena halden bekaya ilerle ki; Yusufiye meclisinde necat bulasın. Yüzünü kıbleye dön ki, sevenlerin tutku bakışlarında mest olasın. Zaten Yusuf yüzlüler her gelene kucak açıp kardeşçe bağrına basar da. Yusuf yüzlüleri sevmeyenler varsın sevmesin. Onlar da bir gün gelir gerçeği anlar elbet. Varsın Yusuf yüzlülerle alay etsinler, önemli olan yolumuzu yol bilip zerre miskal bu yüce davadan taviz vermemektir. Şair bakın meramımızı nasıl dile getiriyor; “Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz, sen kıvrıl ben gideyim, son peygamber kılavuz. Yol onun, varlık onun gerisi hep angarya.” Bilmem bu mısralara daha ne eklenebilir ki. İlave etmek haddimize mi, biz ancak muradımızı dile getiririz. Yeter ki niyet halis olsun, Allah (c.c) akıbeti hayır kılar elbet. Yusufiye yolunda garip bir kuş olunsa da Yusuf yüzlüleri salan ilahi bir gücün varlığına inancımız tam. Zaten “Bu din garip geldi garip gidecek” buyruğu bu gerçek için vardır. O halde yüzüstü süründürseler de Allah garipleri sever müjdesi tek tesellimiz olsun. Yusuf yüzlü gariplerin öyle bakışları var ki, adeta insanı kendinden alıp ötelere kanatlandırır. Hakeza öyle sohbetleri var ki, duygu yüklü olup Allah’ı ve öteleri hatırlatır hep. Sohbetleri dinleyeni içten içe kuşatır da. Yusufiyeler dostluk nedir bilmeyenlerin dost olmayı öğrendiği, oku emrinden bihaber olanları okumaya teşvik edildiği Medrese-i Yusufiyedir. Derken böyle bir iklimde sevgi her dilde, her kalpte açılan kitap olur da. Dahası Yusufiyeler Yesevi feyzinin aktığı pınar çeşmesi olarak mana kazanırda. Nasıl mana kazanmasın ki, Yusufiyeler şahadete susamış gönüllerin kurban olduğu hakikat şulesidir.
Ey kardeş! Bu Yusufiye makama sen de gel. Gel ki dilden beladan defolasın. Yusuf’iye’ye gelmekte tereddüt eyleme ki; ruhun gıda bula. Yusuf yüzlülerle tanış ol ki; muradına erip ziyaretin mübarek ola.
Ey kardeş! Medrese-i Yusufiye Yusuf Yüzlüsü olmak nedir derseniz dilin döndüğü kadar ancak şöyle deriz:
Medrese-i Yusufiyeler Peygamber, Sahabe, Evliya sohbetleriyle şenlenen ocaklardır. Ey kardeş! Bu iklime dal ki; derdine derman, yarana merhem bulasın. Bak bir zaman Selçuklu kiliminde kartal kanattın. Yetmedi Söğüt’te küçük bir aşiretken ansızın doğup ulu çınara dönüşen Osmanlı oldun. Madem öyle, Selçuklu kiliminden ve söğüt mayasından ilham al ki; yeniden Nizam-ı âleme kanatlanabilesin. Osman Gazi ve Şeyh Edebali'nin elinde yoğrulan mayayı idrak etki Yusuf yüzlü ruhla yeniden üç kıtada cihangir olabilesin.
Ey kardeş! Sakın ola ki tereddüt edip bu yoldan bir milim sapma.
Sakın ola ki; bu kutlu yolda eline zincir vursalar da "Allah” demekten geri kalma.
Sakın ola ki; ciğerini lime lime etseler de Hamza yüreklilikten kopma.
Sakın ola ki; seni yaban içine sürseler de, zindan evine atsalar da, Yusuf yüzlü olmaktan vazgeçme.
Sakın ola ki Yusuf’undan uzak Kenan illerinde Yusuf’un kanlı gömleğinde o kokuyu alan Yakub’u unutma ki her nefes alışta o kukuyu hissettiğinde Yusuf’un düştüğü o kuyuyu hatırlayasın.
Sakın ola ki kuyu deyip geçme, şunu iyi bil ki, her düşülen kuyu içinde Yusuf yüzlü alperenlerin varlığı anbe an hissedilir de. Nasıl hissedilmesin ki; bu ulvi davada ikilik yok birlik var, bundan öte felah ve dirlik vardır. Her türlü nimet, tevhit sancağının ruhunda gizli de. İşte Yusuf yüzlüler er meydanında Tevhid sancağının altında sırra kadem basmadan Allah'a arzulanan dilde açan çiçek olmuşlar da.
Yusuf yüzlüler aşka düşen pervanedir. Gâh seller gibi çağlayan, gâh gözyaşı döken çağın selini arkasında sürükleyen alnı açık nur yüzlerdir. Onları seyre dalarken yollarına kurban olası geliyor. Hele bir rengârenk bahçelerinin önlerinden geçmeye dur, hayran kalmamak ne mümkün. İşte Yusuf Yüzlüler insanı hayretler içerisinde bırakan bu gül bahçelerinin bahçıvanları olmuşlar da. Zira bu bahçelerde Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin, Mevlâna’nın, Yunus’un, Hacı Bayram-ı Veli’nin, İmam-ı Rabbani’nin, İmam-ı Gazali’nin diktiği güller var. Gel de güllerine mest olma, gel de misk-i amber kokusuna mest olma, elde mi? Yusuf yüzlülerin her biri ukba’da, yine her biri bir başka sevda yurdunda. İşte bu yüzden Yusuf yüzlüler "Neyleyim dünyayı bana seni gerek seni'' diyecek yüreğe sahip olmuşlar da. Hatta onlar yüreklerinde taşıdıkları sarsılmaz iman ve zindelikleriyle Kuran’ın hadimleri olmayı çoktan hak ettiler bile. Yetmedi cümle âlemi şahit tutarak; ‘Rehber Kur’an, Hedef İlay’ı kelimetullah için Nizam-ı âlem’ olup uğruna can vermişler de.
Yusuf yüzlülük Hakk'ı batıldan ayırmanın yoludur. Bu yol, Hak’tan gayrı dünyaya meydan okuyup ‘Bana Seni Gerek Seni’ sırrına ermektir. İyi hoş ta, ötelere uzanan bu yola yürek mi dayanır. Elbette ki dayanmaz, ama bir nebze olsun o sırra vakıf olsak fena mı? Amma velâkin bu sırra ulaşmak için de gayret gerek. O halde bu dünyadan göç etmeden bir kez olsun aşk şerbetinden içsek ne olur ki? Yetmedi kalbi sıdk ile can kurban Yusufiye yoluna koyulsak ne olur ki? Aşkta pervane olmak varken çıkmaz yollara girip boşa zaman kaybetmeye değer mi? Bakın, ol Gülşen de aşk bile Can-ı canan bir yola girip seyir halinde. Madem aşkın kendisi bu yolda, o halde Yusufiye heyecanını aşkın gözyaşında arasak kim ne kaybeder ki? Kaybetmekte ne söz, bu yolda bol kazanç ve bereketlenmek vardır. Yeter ki, Yusufiye aşkını kendi öz cevherinde ara, bak o zaman kalpteki yâr ahrete koyulur da. O halde daha ne duruyoruz, gelin hep birlikte gün ışığı çekildiğinde ruhumuzla baş başa kaldığımızda o engin hayalimizle izbe iz derin bir âleme doğru bir ufuk turuna çıksak fena mı olur? Gelin ufuk turunda seyre dalalım ki; nihayet bir sonbahar mevsimi geceden gördüğümüz bir düş mü yoksa hayal mi düşünmeksizin Sıddık-ı Ekber misali delilsiz bu yola teslim olabilelim. O dediyse doğrudur diyen bir Ebubekir lisanıyla bu yola delilsiz bağlı kalalım ki, Adı güzel kendi güzel Muhammed ervahı yanı başımızdan hiç ayrılmasın. İşte yanı başımızda ki o sevgi seli engin ufuklardan çarpan gönülle Salâvat-ı Şerifeler eşliğinde bizi selamlar da.
Ebubekir Sıddık (r.anh.)'ın "O ne derse doğru söyler, o dediyse doğrudur" sözleri öteden beri hep ruhumuzda yankılanan bir teslimiyet meşalesidir. İyi ki Sıddık-ı Ekber’in dilinden teslimiyeti öğrenmişiz. Zaten ihlâs ve teslimiyetsiz ne Tevhid, ne de sıddıkiyet idrak edilir. O halde Yar aşkına ölsek ne olur ki?
Bakın, Züleyha'nın Mısır’ına ilk merhamet ve sevgiyi aşılayan Yusuf’un (a.s.) aşkıdır. Yusuf’u zindana attılar da ne oldu ki, sonunda Züleyha'nın o egemen Mısır duygusu İlahi aşka yenik düştü ya. Madem sevgi bu kadar çok mühim, kurda kuşa yem olmadan Yusuf yüzlü olmaktan başka ne çare olabilir ki.
Nasıl olsa dünya vazifesi gereği dönüyor, biz ise bir ömürlük dünya malı için dönüyoruz. Ama boşa dönüştür bu, dünya malından kim ne buldu ki bizde bulalım. Dünya malı dünyada kalmak için, insan ise göç etmek için vardır. O halde Allah'a kul olmamak niye?
Gelin hasret çağrısında Allah diyelim ki, Yusufiye kervanına dâhil olabilelim. Yusuf’un yaşadığı sevda bereketini yüreğimizde hissedelim ki; Yusuf yüzlü olabilelim.
Velhasıl; Yusuf yüzlülük Nemrut’un yaktığı ateş içinde İbrahim-i Gül olup Rabbim Allah diyebilmektir.
Vesselam.