Vatandaşın demokrasinin erdemlerini düşünecek hali yoktu. Tıpkı Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun dolaylarında gezerken tarlasında çiftini süren yaşlı adam gibiydi, Türkiye’nin genel görünümü.
Ne demişti çiftini süren yaşlı adam? “Bir oğlumu Sarıkamış’ta, bir oğlumu Yemen’de, bir diğerini Çanakkale’de şehit verdim. Şimdi vatan benim için şu tarladan ibarettir…”
Milli Mücadelede vatanı yeniden keşfetmek gibi, demokrasiyi de şimdi yeniden keşfetmek gerekecekti.
Fakat hangi demokrasiyi? “Kahrolsun Türkiye” sloganı da bir demokratik hak olarak algılanabiliyordu ve bunları yaşamıştık…
Bayburt’taki sıla ziyaretinde haberleri kaçırmıyordum. Bazı siyasiler serbest bırakılmıştı. Bu iyiye işaret sayılabilirdi.
Sonra, duygu ve düşünce köklerimin topraklarında dere, dağ bayır yürüyüşleri yapmaya başlamıştım.
Ağaçlardan dökülen gazellerin üstünde yürüyorum. Çıkardıkları hışırtılar bir müzik ezgisi gibi alıp götürüyordu beni… Yaz aylarında buralarda dolaşırken kurduğum hayallerin çoğu şiir ve edebiyat üzerineydi. Hatta bir gece dudaklarımdan şu mısraların dökülmekte olduğunu duyarak uyanmıştım.
Seni gönlüm kadar boş,
Bomboş buldum ey gece,
Koynunda görmüş güzelliklerin özlemiyle,
Ağlamışsın ince ince
O zamanlar gazetelerde roman tefrikaları olurdu. Düzenli gazete mümkün değildi. Ama aralıklı olarak köye getirtebildiğim gazetelerdeki tefrikaları okur, aradaki sayılarda kaçırmış olduğum kısımları hayal gücümle yerine koymaya çalışırdım. Bir tefrikanın bir bölümünde oldukça canlı bir yağmur sahnesi vardı. Öylesine etkilenmiştim ki köyümüze düşen sonbahardaki yağmurlar artık bende hikâyeler olarak birikmeye başlıyordu.
Özellikle sonbahar yağmurları… Tabiatın ölmemek için çırpınışları gibiydi. Ardından gelen güneşlerde sarı çiçeklerin parıltısı yayılırdı. Aslında o çiçekler ölüydü. Ama renklerini koruyarak, kurumuş halleriyle bayırlarda yıldızlar gibi göz alıcıydılar.
Doğup büyüdüğüm evin damı artık çökmüş, taş duvarlar arasındaki arsada bitkiler boy vermiş, onlar da şimdi solmuşlardı. İnceden bir güz yeli, dokunaklı türküler söylüyordu.
O yıllarda, ertesi gün yola çıkacağım bir akşam vakti, şuradaki tandır başında otururken annem yine dalgın, gaz lambasının ışığında yüzüme bakarken, “Kaşlarının arası açık olanlar gurbetçi olurmuş, seninkiler de açık demişti.” Bütün bu duygu yoğunluklarını edebiyat akımları penceresinden bir yerlere yerleştirmeye çalışıyordum.
Evet edebiyat akımlarını yeterince izlemiştim. Klasizm, Dadaizm… Bu akımlarla ilgi bilgiler ve örnekler, bir çeşit kafa karışıklığına da yol açmıyor değildi.
Ama hepsinden bir takım izler ve izlenimler de kalıyordu. Zamanla bir sonuca varmıştım ve şöyle düşünmüştüm kendi kendime: İlle de bir akımın bağlısı, izleyicisi olmak şart değildi. Bir şair ve yazar bunların hepsinden de etkiler taşıyan eserler verebilirdim. Böyle bir yaklaşım, kafa karışıklığını bir senteze dönüştürebiliyordu. Mesela Mehmet Rauf ‘un “Eylül” romanı bizde psikolojik romanın ilk örneği olarak bilinirdi. Ama ben o eserde romantizmi de yakalıyordum. Hatta realizm de vardı aynı eserde. Çünkü insanın ruh âleminde cereyan eden gelgitler de gerçeğin ta kendisiydi.
Hatta “Varoluşculuk” akımın temsilcilerinden Albert Camu’nun “Yabancı”sından bile romantik esintiler alabiliyordum.
Bu defa askeri darbenin Başkentine yeni bir şiirle dönüyordum.
Sarı çiçek, sabır çiçeği
Dağlarda güz, kilimlerde ayrılık
Ne güldüğün, ne solduğun belli
Bir gurbet bayırında baş başa kaldık
Aldan ayrılalı, mordan ayrılalı
Sarı çiçek, cemresiz yaylaların güznü.
Saldın içime dağ-benizlerin türküsünü
Vazgeçtim aldan, gücendim yeşilden
Şimdi kalbim bir sarı sevdalı
Ezgiler tutturdum bir acı dilden
Editör: Yahya Akengin'in kırk yıllık hatıralarını içeren yazı dizisi devam edecek...