Yeni gün iskemlesi

Abone Ol


Galiba suç sende değildi, ben seni hatırlamak için türlü bahaneler sunuyordum kendime. Sana uzun uzadıya bakmamama rağmen gözlerini ekmeğim, suyum bilip, bakışlarındaki anlamı vakur bir besteye benzetmemden anlamış olmalısın aslında. Seni unutamıyordum; çünkü seni neden sevdiğimi de açıklayamamıştım henüz. Okulda bir hocam bana “Neden çözemediğin soruları geçip çözebileceklerine göz atmıyorsun?” diye sorduğunda da cevap verememiştim. Hâlâ aklımdadır o soru ve belki de okul hayatımdan bana kalan tek ele gelir bir hatıradır bu. Seni de sana olan sevgimi de çözemediğimdendir bu bekleyişim. Ha bu demek değildir ki çözmek için bir fikrim de yok, var tabi.

Bazen dumanı üstünde bir çay ve ince kıyılmış domateslerimi alıp pencere kenarındaki masama oturur başlarım beni çözüme götürecek fikirler üretmeye. Her seferinde ilk önce adını sorarım sana sonra da ilk defa bu kadar mükemmel bir isim duymuş gibi şaşıp kalırım söylerken adını. Sırf bu başlangıcı yapabilmek için karşımdaki bir bacağı tekleyen iskemleyi atmaya kıyamadım. Seninle, sen varmışçasına sohbet ederken yarını son günü bilip, aceleyle o anını değerlendirmeye çalışan bir adamın sancısını değil de en sevdiği türküyü ses tellerinde titreten birinin huzuru ve sükûnetini çok derinden hissederim. Yani seni son kez yaşadığımı düşünmek yerine ezelden ebediyetime çizilmiş bir kader çizgim olarak oturturum seni iskemleye. O yüzden de aceleyle atmam adımlarımı, adeta her sokağını ezberlediğim bir şehrin içinde dolaşırım gözlerim kapalı.

Senli düşüncelerime, penceremin açıldığı sıcak bir mahalle tadında olan manzaram eşlik eder. Bazen o manzaradaki küçük bir yaprak olursun toprağa hasret bir ağacın dalında, bazen de göç etmeyi unutmuş bir kuşun kanadında gelirsin bana. İnan ki hakkım var seni sevmeye; çünkü bana acı veren her şeyi dişlerinin arasında ezerken gördüm seni. Ağzın kana bulanmıştı ve sen yine de tükürmemekte inat ediyordun. O günden sonra kan denince aklıma hep sevgi geldi, bağlılık, vefa, aşk geldi ama ölüm hiç gelmedi. Keşke aklıma gelemediği gibi sana da gelmeseydi. Yıktın, kılıçtan geçirdin insanlara olan güvensizliğimi. Birden girdin hayatıma memleketimin beşinci mevsimi gibi. Senden öncesi ve sen diye ikiye ayrıldı hayatım. Senden öncesi şekersiz çay, güneşsiz sabah işte, hayatımın sen dönemi Osmanlı’nın zirvesinden birkaç adım daha öte, senden sonrası dönemi hakkında hiç konuşamam; çünkü görmedim öyle bir hal. Ha görmüş olsam da bu acıyı dillendirmek yerine dilsiz olmayı yeğlerdim inan. Aslında böyle beylik laf etmelere hiç gerek yok. O dönemi görmeyeceğime inancım sonsuz; çünkü seninle olan dönemimde gömdüm kendimi verimsiz, çorak topraklara. Kimse fark etmedi orda kıvrılıp yattığımı ben bile daha geçen gün masaya ikinci tabağı koyduğumda fark ettim hala iki kişilik yaşadığımı.

Küçükken de böyleydim aslında. En sevdiğim yemek buğday çorbasıydı ve annem ne zaman o çorbayı yapsa sofrada ondan başka bir şeye dokunmazdım. Tabak tabak yerdim ama bitmesinden de korkardım. Görünen o ki hayatım tekerrürden ibaret olmaya başlamış. Demek ki ömrümü yarılamışım. Diğer yarısında da ilk yarıdaki yaşadıklarımı hayatıma uyarlamaya başlamışım. Bu demektir ki bir yarı sonra masanın sen olmayan iskemlesi de boşalacak, geleceğim senin yanına. Bak yine konu konuyu açtı bir gün daha geçti. Seninle başlayan sabahın gecesine son kez sana bakıp kapatıyorum gözlerimi. Uyumak değil amacım sadece yeni güne başlamak için standardı yerine getirmek. Her gece aynı uyku saati, her sabah aynı çayın demi, aynı masa, aynı iskemle ve aynı al yanaklı pencere manzarası… masamdaki domates dilimleri bile senin dilimleyişine benzetmişler kendilerini. Sahi sormayı unuttum “senin adın neydi?”