BAYPROJE’nin ortaya koyduğu ve gençlere yönelik bir çalışmanın son noktasını koyduk. Sizlere BAYPROJE’nin ne olduğunu, neler yapmak istediğini anlatacak değilim. Ancak niçin yaptığını söylemek isterim. Çünkü bunun aynı zamanda bir hatırlatma olacağını ve siz okurlara bir bilinç yükleyerek onların da hayatlarının bundan sonrasında bir zamanda, bir yerde buna benzer bir projenin parçası olma, içinden çıktıkları topraklara hizmet götürme konusunda aktarımda bulunacağına inanıyorum.
Dahası bunun BAYPROJE’nin gönüllülerine karşı bir borç olduğunu düşünüyorum. Zira onlar şimdiye kadar gerçekleştirdikleri, bundan sonra da yürütmeye samimiyetle kararlı oldukları bu hizmetlerde tek ölçü olarak Bayburt’a bağlılıklarını almışlardır. Bence tek başına bu bile anılmaya değer görünmektedir.
BAYPROJE gönüllülerinin düzenledikleri benzer etkinliklerin kaynağında, bağrından çıktıkları topraklara olan bağlılıkları yatmaktadır. Onlarla birlikte olduğum zamanlarda Bayburt’tan, çocukluklarından, oynadıkları sokaklardan, masal dinledikleri evlerden, devam ettikleri okullardan, feyz aldıkları öğretmenlerden söz ederken gözlerine düşen ışıkları gördüm, seslerine düşen sevinci duydum. Şimdi onlar bütün bunları birleştirerek şehirlerini aydınlatan güneşlere dönüştürmek istiyorlar. Bu hayırla anılması gereken yaklaşımlarının Bayburt topraklarında yaşayanlarda ve giderek genişleyen bir halka ile Türkiye’nin dört bir köşesinde hayatını sürdürmekte olan Bayburtlular da içinden çıktıkları topraklara bağlılık duyguları oluşturmasını diliyorum. Bu hakikaten örnek alınması gereken bir davranıştır.
BAYPROJE’nin yaptıklarını gözden geçirdim. Bir kısmına kulak misafiri oldum. İşte “Yaşadığım Bir Gün” adlı eserin de bir parçası oldum. Bunun kendi adıma bir talih olduğu kanaatindeyim. Hayırlı bir işin gerçekleşmesi sırasında öğrendiklerim üzerinden bir katkıda bulunmak güzelliğidir bu. Ben Türk Edebiyatı çalışanıyım. Bir sanatçı olmak anlamında değil ama yazılan sanat eserini değerlendirmek anlamında bir hizmettir bu. Katkım da bu noktada olmuştur. Bu noktadan hareketle BAYPROJE’nin, gençlere yönelik bir etkinlik olarak düzenlediği günlük yazma yarışması ‘Yaşadığım Bir Gün’ü çok anlamlı buldum. Çünkü günlük, bir yazma biçimi olarak neredeyse tamamen hayatımızdan çekilmiştir. Öylesine süratli yaşıyoruz ki bunun içinde geriye dönük olarak sorgulamanın çoktan yitirilmiş bir değer olduğunu sizlerin de hissettiğini düşünüyorum. Oysa bizler yaptığı işlerden sorgulanma anlayışının esas olduğu bir kültürün insanları değil miyiz? Bırakın milletimiz ve inancımız adına yaptıklarımızı sorgulamayı, bunların hesabını vermeyi, kendi adımıza yaşadıklarımızı bile gözden geçirmekten ne kadar uzak düştük?
Günlük tutma yarışmasının en azından bu etkinliğe katılan gençlerde, hayatı ve kendimizi sorgulama ve bilerek yaşama konusunda bir bilinç oluşturması en samimi dileğimdir. Çünkü yaşadıklarını bir günlüğe yazma duygusunun aynı zamanda hayatı bilerek yaşama ve anlamlandırma konusunda yüksek bir duyarlılık oluşturacağına inanıyorum. Gün boyunca yaşadıklarını akşam bir günlüğe nasıl kaydedeceğini düşünmek; günün sonunda gün boyunca neyi, nasıl, niçin yaşadığını gözden geçirmek, bir anlamda kendine hesap vermek değil midir?
Şimdi günlük tutmanın öneminden, bu önemin de daha bilinçli yaşamaya doğru bir yönelişi başlattığından falan söz edecek değilim. Bütün bunlardan ödüllü günlük tutma yarışmasında dereceye girmiş günlüklerin ve tamamıyla bu yarışmaya katılmış bütün öğrencilerin günlüklerinden seçmelerin yer aldığı “Yaşadığım Bir Gün” adlı kitabın girişinde yeterince söz ettiğimi sanıyorum. Bu kitabın sizler tarafından okunacağı hatta benimseneceği inancıyla burada daha başka şeylerden bahsetmek istiyorum. Aslında bunlar yine önüme gelen metinler üzerinde ve tespitlerim doğrultusunda olacaktır. İki önemli konu üzerinde ısrarla durmak isterim. Bunlardan ilki ne yazık ki günlüklerde gözüme çarpan dil, dil hataları ve dil kullanımıdır. Hiç yazım hatası olmayan bir günlüğe rastlamadığımı söylesem acaba şaşırır mısınız? Ben şaşırmadım. Çünkü ben de bir üniversite hocası olarak öğrencilerimin yazdığı yüzlerce sayfa ile karşılaşıyor, bunlarla ilgili çeşitli tedbirler düşünüyor, bunları uygulamaya koyuyor, sonra da başardığımı sanarak avunuyorum. Oysa biliyorum ki dilin kuralları, ilköğretim kademelerinde öğretilmeli ve bir bilinç haline getirilmelidir. Bir dil bilgini diyor ki,”ilkokul sonrasında dil kullanımı ve kurallarının öğretimi konusunda yapılan her şey sıfıra denktir.”
Bu durumda dilin bir şuur olarak aktarım sürecinin ilköğretim yılları içinde tamamlanması gerektiği ortaya çıkıyor. Bunun bir tarafı biz öğretmenlerin duruşuyla ilgili, bir yanı da eğitim sistemimizin çocukları yazma kültüründen uzaklaştırmasıyla ilgilidir. Anlaşılan Türkçe’nin yazımıyla ilgili bilgileri öğretmenlerimizin kararlılıkla vermesi, bu konuya gerçek bir bağlılıkla ve daha fazla sahip çıkması gerekiyor. Eğer ben üniversitede ve Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne gelmiş öğrencilerin, hatta mezun olma noktasına gelmiş olanların bile yazım hatalarını neredeyse inatla sürdürdüklerini söylüyorsam, bu gerçekten üzerinde düşünülmesi gereken bir durumdur. Diğer yandan içinde bulundukları eğitim sisteminin bir neticesi olarak, sadece test çözmeye odaklanmış olan çocuklarımızın yazılı ya da sözlü olarak dil kullanımında ne kadar zayıf kaldıkları da artık açık bir şekilde görülebilir hâldedir.
Evet, dil kullanımı biraz da ihtiyaçlara ilgilidir. Dil hayatı fark etmek ve yeni, renkli, sesli hatta kokulu bir dile ihtiyaç duymakla gelişebilir. Tersinden bakıldığında dilin bu kadar daraltılmasının bir sebebi aslında ona fazla ihtiyaç duyulmamasının bir sonucu olmalıdır. Düşünsenize size sorulan soruların cevaplarının bile seçenekler hâlinde sunulduğu, yani bireyin ne düşünmesi ve ne düşünmemesi gerektiği konusunda doğrudan yönlendirildiği bir anlayışta, dilin bizzat kullanımına ne kadar ihtiyaç duyulur ki. Dolayısıyla düşünmeye, üretmeye, ifade etmeye odaklanmamış sistemin içinde dille ilgili kullanımların ve yazarak ifade etmenin zenginlik ve hatta kusursuzluğundan nasıl söz edebiliriz? Üstelik bir yandan da sürat önemli olduğu için çoğu zaman ipuçlarından gidilen bir okumada, yazılı bir metnin bütününü dikkatle okuma anlayışının bile gereksiz görülmesi bu sorunu daha da büyütmektedir. Bu ister istemez hayatın sınırlı ve açıkçası günlük ihtiyaçların belirlediği bir kelime kadrosuyla sürdürülmesini getiriyor.
Günlük hayatı sürdürdüğünüz sürece bu eksikliğin farkına varmak da pek mümkün değil. Bu eksiklik ancak yazmak istediğinizde kendini belirgin olarak hissettirebilir. Kendinizi anlatmak, duygularınızı hissettiğiniz gibi hissettirmek, gördüklerinizi gördüğünüz gibi gördürmek istediğinizde yeni kelimelere, yeni ifade biçimlerine ihtiyaç duymaya başlayacaksınız. Burada sadece yazılı anlatımdan söz etmiyorum aynı zamanda sözlü anlatımdan da bahsediyorum. Ancak günlük konuşmayla daraltılmış ve artık mesajlaşmalarda kullanılan kısaltılmış bir dilin giderek kendine özgü imkânlarını yitirmesi söz konusudur. Unutulmamalıdır ki dil onu kullananların katkılarıyla genişler, yaşar ve gelişir.
Burada dilin milletin ve insanın varlığı için ne kadar gerekli olduğu konusuna hiç girmek istemiyorum. Bu olsa olsa çok geniş bir konferansın konusu olabilir. Yine de bu bahse eklenecek son cümle yine üzerinde saatlerce konuşulabilecek bir konu olarak ‘okuma kültürü’dür. İnsana dilini ve bu dilin imkânlarını gösteren etkinliklerden biri yazmaksa diğeri o dilin kullanıldığı iyi metinleri okumaktır. Sizden önce yazanları okumak bir bilgi, hayata bakış onu yorumlayış birikimlerini kısacası farkında olma duygusunu aktardığı gibi dilin imkânlarını da öğretir. Ülkemizde okuma kültürü oluşturmak için yapılmakta olan bütün girişimlere, alınmış bütün kararlara rağmen tersine hiçbir mesafenin kaydedilmemiş olması ilgi çekicidir. Yabancı dil öğretiminin anaokullarına kadar indiği bir zamanda ana dilin öğrenilmesi ve kullanılmasında bu kadar duyarsızlık içinde bulunulması ilgi çekici değil midir? Bu konuların üzerinde düşünmeyi de sizlere özellikle de değerli meslektaşlarıma, öğretmen arkadaşlarıma bırakıyorum. El birliği ile dili kullanma üstelik de doğru ve zengin kullanma konusunda bir bilinç oluşturmak zorundayız. Türk ailesinde yerleşik bir okuma kültürünün olmadığı tespitinden de yola çıkarsak bunun bizler tarafından yapılması gereği açıkça ortaya çıkmaktadır.
Günlük metinlerinden yola çıkarak bir tespit olarak size getireceğim diğer konu, bu çocukların hayatlarının darlığıdır. Sadece ders çalışıyor, kursa gidiyor ve test çözüyorlar. Bu durumun dili kullanma, yazma ve kendini anlatmayla ilgili zorlukların ötesinde hayatı yaşama ve onu anlamlandırma konusunda bir takım eksiklikler getireceğini söylemek isterim. Ancak bunun bütün Türkiye’nin çocukları için geçerli olduğu görüşünden yola çıkarak zihnî, hayalî, bedenî arızalara ve daha büyük toplumsal sorunlara zemin hazırlayacağını düşünmekteyim. Bu çocukların hayatlarını renklendirecek değerli bir uğraşıları ne yazık ki yok. İlgi alanlarının içinde sanatın hiçbir boyutu yer almıyor. Sadece cep telefonları var ve bakmadan mesaj yazabilme becerisini gösteriyorlar. Bu insanî hassasiyetleri kısırlaştıran hatta dumura uğratan durumu özellikle idarecilerin dikkatlerine sunmak isterim.
Ve nihayet günlüklerde bu çocukların hayatında hiç güzel bir şeyin olmadığını, çok ama çok sıkıldıklarını fark ettim. Aşk olsun onlara, hayatlarının içinde aşk bile yok. Hâlbuki ben onlara ait satırların arasında gizlenmiş bir çift gözün izini sürmek isterdim. Oysa onlar ‘delikanlı’ denildikleri bir çağda, hayatla ilgili bambaşka beklentilerinin olması gereken bir çağdalar. Şaka bir yana, dili kullanmadaki bu darlığın aslında hayatı yaşamadaki darlıkla paralel olduğu görüşümü bir kez daha yinelemek isterim. BAYPROJE’nin yaptıkları ve yapacakları tam da bu anlamda önemlidir. Çünkü Bayburt’ta bütüncül bir sosyal hareketliliği ortaya koymak anlayışıyla hareket ediyorlar. Günlük tutma yarışmasıyla çok basit bir öğrenci faaliyeti gibi görünmesine rağmen çok köktenci bir işi yapıyorlar.
Salt bir yarışma psikolojisi uyandırmak değildir yaptıkları. Aynı zamanda hayatın, şehrin, ülkenin, değerlerin ve duyguların üzerinde düşünmeyi başlatarak topyekûn bir hareketi oluşturmayı hedefliyorlar. Her yaş katmanının, ‘Yaşadığım Bir Gün’ adlı eserle de Bayburt’un geleceğini oluşturacak gençlerin, şehre ait olma bilincine katılmak istenmesi önemlidir. Bana göre proje umulan sonucu vermiştir, verecektir. Şimdilik bir kıpırdanış olsa da bunun Bayburt’u hareketlendireceği ve şehir tarihinde kalıcı bir iz olacağı kanaatindeyim. Bunun günlük tutma etkinliğinden başlatılmış olmasını çok anlamlı bulduğumu bir kez daha yinelemek istiyorum. Çünkü günlükler bireyin tarihidirler. Bireyin içinde ve dışında yaptığı yolculuğun bilhassa birey tarafından bilinmesinin, hayatı kavrama ve değiştirmedeki derin ve etkili anlamını zihinlerinize düşürmek isterim.
Bu inançla duygularımı aktarırken basit bir parçası olduğum bu oluşumun sahiplerine, emekçilerine, paydaşlarına, düşünürlerine ve düzenleyicilerine teşekkür etmek isterim. Sonra satırların arasında, kelimelerin arkasında varlıklarını hissettiğim müstakbel yazarları tebrik etmek isterim. Bana gülümseyen günlükleriyle bu yarışmaya katılma cesaretini gösterdiler. Ve tabiî onları bu konuda teşvik eden öğretmen arkadaşlarıma da önümüzde Türkçe adına yapılacak daha pek çok işimizin olduğunu hatırlatarak teşekkür etmek isterim. Onlar zaten bu bilince sahipler. Saygılarımla…
Kasım 2012