Şuh bir Ankara sabahı. şuh ve kaprisli bir hava Ankara'da.
Saman Pazarı'nda eskilerden kalma bir kıraathanede çayımı içtikten sonra daldım ulusun köhne sokaklarına. Yıkılmamak için direnen evlerle dolu sokaklar.
Pazar istirahati nedeniyle boş, köhne, terk edilmiş sokaklarda; bir kaç kedi çöpleri karıştırırken, duvar kenarında güneşte yatan bir köpek, çatılardan ve ağaçlardan gelen kuşların ötüşmesi...
Eski bakımsız yollar, kırık dökük kaldırımlar...
Ağır aksak yürürken farkında olmadan gelmişim eski Ankara Adliye binasının önüne, hemen karşısında Eyüp Sabri Kolonyaları'nın satıldığı 1923lerden kalma bir yapı. Eyüp Sabri Kolonyalarının ilk satışa sunulduğu mağaza...
Anafartalar Caddesi'nde park halinde bir kaç araç, seyir halinde bir kaç kişi, yol kenarında süpürgesini tamir etmekle meşgül bir temizlik işçisi...
Bende oradaydım!
Şuh bir pazar sabahı.
Eyüp Sabri Kolonyaları'nın satıldığı mağazanın duvarına sırtımı yaslayınca yaktım bir sigara düşündüm geçmişi öylesine. Ankara Adliyesi binasının heybetinde.
'Cumhuriyet Dönemi'nin mimari özelliklerini taşıyan yapı 1925'lerde tohumları filizlenmeye başlayan Cumhuriyet Türkiyesi'nin yakın tarihine tanıklık etmiş bu görkemli yapı; İtalyan mimar Mangeri'nin çizimleri, Türk ustaların emekleriyle yapılmıştır. Kültür bakanlığına 1996 yılında devredilen yapı günümüzde halen Kültür Bakanlığı'na bağlı "Telif Hakları ve Ankara İl Müdürlüğü'' olarak kullanılmaktadır. Yapının tarihini kısaca hatırladıktan sonra 3 mayısta seneyi devriyesi kutlanmaya hazırlanılan ''Türkçülük Bayramı''nın temellerinin bu binada atıldığı gelmişti hatırıma.
Tütün sarma sigaramı yakıp gözlerimi kapattıktan sonra döndüm 3 Mayıs 1944 Ankarası'na...
Sahi neler olmuştu Ankara'da, DTCF'den Ulus'a uzanan binlerce üniversite talebesinin nümayiş yapmasına sebep neydi? Adliye binası önünde ki kalabalık neyi bekliyordu heyecanla? İçeride yargılananlar kimlerdi?
Tahayyülü kabil bir manzara.
Kalabalık arasında saçlarını sağ alın tarafı açık sol kaşının üzerine gelecek şekilde taranmış, açık mavi ütülü takım elbisesi altında cilalı kunduralarıyla ve vakur adımlarıyla yürüye Nihal Atsız Bey.
Bir döneme damgasını vurmuş, nesl-i ati destanlar yazmış edebiyatçı, tarihçi ve ideoloğ Hüseyin Nihal Atsız Bey.
Atsız Bey, tezahurat ve milli marşlar arasında giriyor adliyeden içeri.
Kalabalıkta gözüme ilişen bir tanıdık sima daha.
Kalın çerçeveli gözlükleri, hafif sola olmakla birlikte arkaya taralı saçları, siyah ütülü takım elbisesi altındaki cilalı kunduralarıyla. Sabahattin Ali Bey. Çehresindeki ürkeklik, şaşkınlık gözlerine yansımış.
Aynı üniversiteden mezun, bir müddet aynı yurt odasını paylaşmış ve üniversite yıllarındaki "2 yıl" dostluklarıyla bilinen bu iki zat-ı muhteremin adliye koridorlarına getirilme sebebi neydi?
2. Cihan Harbi nihayetlenmiş dünya siyaset-i umumiyesinde yeni dengeler kurulmuş dönemin siyasileride Türkiye için faydalı olacaklarına inandıkları politikaları uygulamaya başlamışlardı.
Milli Eğitim Bakanlığı kadrolarında ki konuşlanmış kominist öğretmenlerin, akademisyenlerin nesilleri. Subayların ordu mensupları. Öğrencilerin öğrencileri milli benlik, ahlak ve faziletten uzaklaştığını gerekçe göstererek yazmış oldukları ve çıkarmış oldukları gazete dergilerde ki itala-i kelamlarla başlamıştır. Milliyetçi öğretmenler, akademisyenler, subaylar ve öğrencilerle devlet kadrolarında ki kominist öğretmen, akademisyen, subay ve öğrenciler arasında ki husumet bir müddet sonra adliye koridorlarında son bulacaktır. Son gibi görünsede başlangıçın kaçınılmazdı. Ayrım yapmaksızın bir çoğu görevlerinden alınmış, derdest edilmişlerdi. Bu bizim fikri alanda "Cumhuriyet Tarihi'nde" kırılma noktamızdır.
Kim haklı? Herkes. Kim haksız? Herkes.
Tarihimizde yaşanmışlıkları haklı haksız diye ayırmaktan ziyade tabulardan sıyrılarak anlamayı denesek kendi yorumumuzu katmadan, yargı makamından uzak sadece edebiyat ortak paydasında buluşarak!
Bu insanları anlamaya N.Atsız Bey'in "Ruh Adam" , S.Ali Bey'in "Kürk Mantolu Madonna" romanlarını okuyarak başlayabiliriz. Okumak ve üzerine düşünerek. Okumak daha büyük bir anlam kazanacaktır. Satırlar arasından kulağımıza fısıldadıklarını hissettikçe kah tebessüm, kah sulu gözlerle devam edecek sayfalarda gezintimiz. Yargı değil anlama sanatı...
Hülasa içerideki dava nihayetlendi. Nihal Atsız Bey coşkulu kalabalığın teveccüh ve sevgi gösterileri arasında ayrıldı adliyeden. Kalabalığın dağıtılması için Sebahattin Ali Bey'i biraz misafir ettiler adliyede. Kalabalığın dağılmasından sonra Sebahattin Ali Bey adliyeden bir kaç dostu, talebesiyle ayrıldı. Kalabalığın dağılmasıyla Anafartalar Caddesi normal hayat-ı umumiyesine kavuştu...
Gözlerimi açtığımda sigaram bitmiş, cadde kalabalıklaşmıştı. Gelip geçenler anlamsız gözlerle burada ne yaptığımı anlamlandırmaya çalışıyorlardı. Bir sigara daha yaktım. Ağır aksak Anafartalar Caddesi'nden ayrılan köhne bir sokağa daldım.
Unutulmuş sokaklar...
40'larla birlikte taş mimari yerini beton arme yapılara bırakmıştı. Önünde durduğum 40'lardan kalma beton arme bina üzerinde ki demir levha üzerine itinayla yazılmış günümüze numune-i timsal olarak gelmiş bir tabela. Mütehassıs doktor ***** ******* Altında bir numara alan kodsuz.
Durup düşündüm orada kaç hasta derman aramak için gelmişti bu kapıya? Belki de çoğu şu an toprağın altında. Bu yapı önünde dikilişim buruk bir tebessüm doluşturdu yanaklarıma. Usta bir şairden bir kaç mısra:
Gün uzun,
Gece uzun,
Hayat kısa.
Beynimde bir soru işareti getirmişti hatırıma bu tabela.
Sahi 1945'te ne olmuştu Ankara'da?
Mutehassıs Doktor Neşat Naci Arzan muayene hanesinde neden kurşunlanarak öldürülmüştü?
40'lar ince hesaplaşmaların mübareze sahası...
Şehirlerin de insanlar gibi kalbi vardır. Kalp ritmine kulak verip kalbimizi açarsak şehirlerin, yaşadığımız şehrin bize anlatacak çok yaşanmışlığı var!