Yalıtkan, iletken ve üretken kafa; görgüsüz, sevgisiz, imlâsız toplum

Abone Ol

Yalıtkan kafadan başlayalım, Türkiye’de en çok bulunan kafadan. Bu kafaya dogmalar, saplantılar, önyargılar ve kalıpyargılar sokulmuş, sonra da başka hiçbir düşünceye açık olmaması için yalıtılmıştır.

Dinbazdırlar da genellikle, dinsel kavramlarla konuşurlar, kendilerinden bir düşünce, kavram, bir özgünlük asla çıkmaz. Savunularına dayanak olarak hep dini alırlar, kendilerini din’in sahibi sayar ve sanırlar. Tarikat ve cemaatler yalıtkan kafa üretim merkezleri gibidirler ülkemizde.

Okumazlar yalıtkan kafalılar, okusalar da okuduklarını anlamaya, özümsemeye, sorgulamaya asla girişmezler, yine kendi bildiklerini okurlar.

Sloganlara ve fıkralara pek tutkundurlar, onları haykırır onları anlatır, örnek verirler.

Tepkilerini beyinleri ile değil, çoğu zaman cinsel organı ile gösterir bu yalıtkan kafalar.

İletken kafaya gelelim… Yalıtkan kafa, dikta ile yönetilen dışa kapalı bir ülkenin sınırları gibidir. Gelgelelim iletken kafanın sınırları açıktır ardına kadar, açıktır ya, girdiği gibi de çıkar bu kafalara girenler. Gireni herhangi bir işleme tâbi tutmazlar bunlar, gerek duymazlar, başkalarının beyni ile düşünmeyi severler ve onları yineler dururlar. Bundan dolayı da beyinlerinin birçok bölümü devreden çıkmıştır, hatta dumura uğramıştır.

İletken kafa da pek çoktur ülkemizde, en çok da partilerde.

Peki ya üretken kafa? İşte ondan çok azdır bu ülkede ve bu ülke onların azlığının sıkıntısını çekmektedir. Üretken kafa, insan hak ve özgürlüklerinin ve çiğnenmeyen hukuk düzenlerinin olduğu, tabuların ve kutsamaların geçersiz olduğu ülkelerde çıkar ortaya. Bilimsel ve sanatsal özgürlük yoksa bir yerde, düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğü yoksa, orada üretken kafa ya yoktur ya da ezilmektedir, üzülmektedir sürekli.

GÖRGÜSÜZ, SEVGİSİZ VE İMLÂSIZ TOPLUM

Görgüsüz, sevgisiz ve imlâsız toplum...Görgü kurallarımız, eski deyimle "adab-ı muaşeret"imiz vardı bizim; ailede, okulda, derneklerde ve diğer STK'larda öğretilir, üzerine titrenirdi... Anayasadan ve yasalardan daha fazla önemsenirdi.

Şimdilerde unutulur, reddedilir hiçe sayılır oldu bunların çoğu... Köyden gelenler köydeki görgü kurallarıyla şehirde yapamayacaklarını öğrenince önce şaşaladılar, sonra da o kurallara direndiler, çünkü öğretme değil dayatma ve aşağılama vardı...

Ve kuralsız, görgüsüz bir toplum olduk... Erzurum'da "çılgısız, çırpısız" derlerdi, tam da öyle olduk...

"Görgülü kuşlar gördüğün işler, görmemiş kuşlar ne görmüş de ne işler" atasözümüz, o günler için değil, bugünler için söylenmiş olmalı...

Kuralı gidince, görgü de gitti, görgü gidince de "nezaket" ve "zarafet"ten eser kalmadı...

Toplumun bir kesimi yakınıyor elbette bu durumdan, fakat düzeltmek için kılını kıpırdatmıyor, yeni nesli suçluyor, yeni şehirli olmuşları suçluyor, o kadar... Oysa uyarmak, anlatmak, örgütlü, sistemli, bilinçli ve sabırlı olarak mücadele etmek gerek bu konuda... Eskiden televizyonlarda kısa kısa uyarı yayınları yapılırdı, şimdi onlardan eser yok, üstelik bazı diziler görgülerin ve kuralların canına okumakla meşguller...

Sevgisiz de olduk... Bir Kızılderili atasözü "Sevgi ile yaratıcı oluruz. Sevgi ile başkaları için özveride bulunabiliriz" der. Yaratıcılıktan atgözlüklülüğe duçar olmamızda sevgiden uzaklaşmamızın payı vardır elbette, bunu nasıl yadsırız? Özveri eksikliğinde, hatta özverinin enayilik olarak kabulünde de bu sevgi eksikliğinin büyük rolü vardır.

Sevgiyi yargı gibi de algılıyor bugünkü toplumumuz, yargılayıp duruyoruz sevgi adına birbirimizi, Oysa teey asırlar öncesinden bir bilgeye ses kulak verebilsek, hemen reddederiz bu kötü algıyı. Şeyh Bedrettin'dir o ses, bakınız neler diyor: "Sevgi yargı değildir, sevgi heyecandır; sevgi parça değil bütündür." 

Sevgi ve heyecan... Bunları birlikte duysak, bir duysak... Neler olur neler...