'Ya Devlet Başa, Ya Kuzgun Leşe'

Abone Ol
Uzun bir zamandır siyasal hayatımızın üç sacayağını: laiklik, demokrasi ve resmi ideoloji oluşturmaktaydı. Tarif edilmeyen bu üç kavram devleti yönetenlerin baktığı pencerenin bakış açısına göre şekil aldığı içindir toplum vicdanında kabul görmeyip huzurumuzun kaçmasına neden olmakta. Elbette ki mezkûr kavramlar bir oldubittiye getirilip insanımıza dayatılırsa olacağı buydu, zaten zinde güçlerden başka bir şeyde beklenemezdi.

Bir dönem insanımız hâkim devletin dayattığı cari laiklik kavramı anlayışına karşı suspus kalmışsa ancak bir nebze olsun soluk alabiliyordu. Oysa İslam’ı hayat dini kabul eden bir insan için suspus kalmak zuldür, laikliği ancak inanç hürriyetinin teminatı olarak görmek ister hep. Tabii bu anlayışta olanlara resmi ideoloji geçit vermez. Laikliğin batıdaki tanımlamasından uzak anlayışlar hep baş tacı edilir. Hiç kuşkusuz tüm bu yaşanan keşmekeşlere son vermenin yolu, hizmetkâr devlet yapılanmasını gerçekleştirmekten geçmektedir. Nitekim hadim devlet işlerlik kazandıkça mezkûr kavramlar kendiliğinden yerini yumuşaklığa terk edecektir. Doğrusuda budur zaten, sonuçta tarif edilmemiş her kavram ne ayet, ne de hadistir, dolayısıyla bu tip kavramların tartışılmaya açılmasında hiçbir sakınca görülmemesi gerekir. Bilakis tartışılmaya açılmasında yarar vardır, aksi takdirde tarifi yapılmamış her kavramın insanları avlamaya yönelik kuzgun leşe olması kaçınılmazdır.

Bilindiği üzere 19.yüzyıl Türkiye'si modernleşme hareketlerinin gün yüzüne çıktığı dönem olarak adından söz ettirdi. Tabii kültürel anlamda modernleşme bize Fransa’dan ithal edilmiştir. Aslında gerçek anlamda modernleşme Sultan Abdülhamid döneminde gerek askeri,  gerek hukuk, gerek imar, gerekse eğitim alanında yapılan icraatlerde kendini göstermiştir. Maalesef Cumhuriyet dönemine gelindiğinde de modernleşme şekli değişiklik olarak görücüğe çıktı. Derken bu anlayışla birlikte kültürel harcımız pozitivist bir boyut kazanıp bir başka merkeziyetçi anlayışın yer edinmesine yol açtı. Öyle ki bu çarpık anlayış gereği batıdan aktarılan laiklik kavramı laikçilik şeklinde tezahür edip resmi ideolojinin tam merkezine oturdu. Aslında buna hiçte gerek yoktu, Osmanlıda her ne kadar laiklik kavram olarak yoksa da özü vardı. Nitekim Osmanlı kendi bağrında taşıdığı farklı kimlikteki her tür etnik ve mezhebi unsurlara karşı hoşgörü çerçevesinde yaklaşmıştır hep. Hiçbir zaman farklılıklara karşı bir ideoloji veya bir fikir dayatması yapmamıştır. Gel gör ki, Cumhuriyetle birlikte halkla doku uyuşmazlığına giren ‘ulus devlet’ mantığının doğurduğu resmi ideoloji hayata geçtiğinde toplum üzerinde kuşatma alanları oluşturmuştur. Hal vaziyet böyle olunca da toplum kendisine yönelik dikte ettirilmeye çalışılan ortamda kendi fikriyatını izhar edemez duruma düşürülmüştür. Zira ortada birey adına tepeden inmeci düşünce modeli ortaya koyan bir devlet vardı.

Şu bir gerçek; resmi ideolojinin ana ruhunu laiklik oluşturur ama batı standartlarının dışında bir laikliktir bu. Dahası Türkiye’de uygulanan laiklik evrensel standartlarla taban tabana zıt bir seyir takip etmiştir. Kaldı ki, batı tipi laiklikte din sosyal hayattan dışlanmaz, bilakis farklı inançların varlığı özgürleşme olarak algılanır. Fakat bunun istisnai uygulaması Fransa ve Türkiye’de din’in sosyal hayattan kovulması anlamında bir otoriter laiklik yorumu söz konusudur. Dolayısıyla bize ait olmayan kavramlar toplumu kuzgun leşe etmek için işlerlik kazanmakta. Bir başka ifadeyle halkı hiçe sayıp tepeden dayatmayla kabul ettirilmeye çalışılan her ucube kavram kargaşası halkın sırtına balyoz olarak bindirilmiştir. Oysa demokrasi halkla anlam kazanan bir kavramdır. Maalesef halk adına hareket etme yetkisini bir şekilde eline geçirenler demokrasi kavramının içini boşaltıp vesayetçi demokrasi sürecinin sürdürülmesinden yana tavır sürdürmüşlerdir. Besbelli ki, halka tepeden bakanlar milli iradenin tecellisinden ve bu iradenin siyasi alana kayacağı endişesini taşımaktalar. Sadece durum vaziyet bunlarla sınırlı değil elbet, bunun yanı sıra birtakım seçkin güçler tarafından tarifi yapılmayan her kavram toplum üzerinde demoklesin kılıcı olarak kınında beklemekte. Tedavüle sokacağı günü geldiğinde kafalarında oluşturdukları tek tip düşünce modeliyle çoğulculuğun önüne geçmekteler. İşte sonu gelmeyen bu tür sinsi planlar hakiki manada demokrasi tarifi yapmaya engel tezat teşkil etmektedir. Öyle görünüyor ki,  bundan böylede kurulu saltanatlarının başına bir hal gelmesin diye her türlü hile yoluna başvurmayı ihmal etmeyeceklerdir. Dahası bir süre daha toplumun önünde kuzgun leşe görevi yapmaya devam edecekler gibi.
Şayet tek tip dayatmalardan kurtulmak diye bir derdimiz varsa mutlaka bu tür ayak oyunlarından arındırılmış bir demokrasi anlayışı etrafında birleşmemiz gerekir. Bikere devlet olarak bireyin önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmalı ki hadim devlet anlayışı yerleşik kalabilsin.

Öyle ya, madem insanoğlu anne karnından hür olarak dünyaya geliyor, o halde bireysel haklar gerek yerel düzeyde, gerekse evrensel boyutta karşılık bulabilmeli. Böyle bir karşılık ancak farklılıkları narsisizme dönüştürmeksizin alt kimlikleri koruyup kollamakla mümkündür. Esas olan da ‘Hepimiz aynı kilimin desenleriyiz’ ilkesi etrafında bir arada yaşamaktır. Yeter ki, devlet topluma ideoloji dayatmasın, ya da hadim devlet rolü yerine hakim devlet imajı ortaya koymasın, bak o zaman gerçek anlamda demokrasi neymiş o zaman idrakine varmış olacağız. Zira her bir fert kendi iç dünyasında bir takım değer ve inançlarla donatılmış, işte bu fıtri donatılmışlık ister istemez etrafımızda farklı grup ve farklı meşrepte toplulukların doğuşunu da beraberinde getirmektedir,  bu gayet tabii bir durumdur. Derken farklı insan topluluklarının varlığı bizi bir arada nasıl yaşanabilir formülüne itmektedir. Şayet birbirimizi dışlamıyor, ya da birbirimize tahakküm kurmuyorsak demokratik platformda özgürce bir arada bulunabiliriz pekâlâ. Bakın farklı kimliklere sahip toplulukların bile kendi arasında alt kimlikleri söz konusu, bu yüzden gerçek demokrasiyi hayata geçirmeye mecburuz. Belli ki her bir kimlik saf halde ilelebet daim kalamıyor, sürekli değişkenlik göstermekte. Yani zaman içerisinde heterojen yapıya bürünebiliyor. O halde salt homojen grup veya salt homojen kimlikten söz edemeyiz. Mesela İslami kimliğimiz tek tip İslami gruba mensub olmak demek değildir. Cümle âlem bilir ki, İslam’a gönül vermiş Müslümanların her biri kendi meşrebine uygun alanda cemaatleştiği gibi, gerektiğinde kendi çapında ferdileşebiliyor da. Madem farklılık insanın doğasında var, o halde durduk yere farklılıkları bölücülük diye algılayalım ki. Zaten bir yerde farklılıklara tahammül yoksa orada demokrasiden söz edemeyiz.

Şurası muhakkak; toplumu aynileştirmeye yönelik her hareket birlik ve dirliğimizi yok edip düşmanlık oluşturabiliyor. Artık topluma giydirilmeye çalışılan tek tip elbise dar geliyor, kardeşçe yaşamak varken antidemokratik yollara başvurmak toplumda gerginliğe yol açmakta.  Umulur ki; bundan böyle sivil alan genişledikçe devlet toplum dayanışması üst seviyelerde seyredecektir.

Halkın devlete yabancı, devletinde halka yabancı olduğu bir sistem asla tasvip edilemez. Bilhassa geçmişte devlet aygıtı içerisine çöreklenip köşe başlarını tutanlar bir bakıyorsun o çarkın içinde halk bilincini unutup kuzgunlaşabiliyor. Oysa atanmışlık halka sırtını dönmek demek değildir. Hele atanmışların halkın seçtikleri üzerinde boza pişirmelerine ne demeli. Geçmişte bunun ceremesini çok çektik, yaşadık ve gördük,  halkın seçtiği hükümetler sandıkla gelse de bir şekilde iç ve dış güçlerin kurduğu tuzaklarla alaşağı edilebiliyor, ama söz konusu zinde güçler olunca kuzgun leşe paralel devlet yapılanmasına gidilerek zırh edinmekteler. İcabında devletin silahıyla 15 Temmuzda olduğu gibi Millet Meclisine, Cumhurbaşkanlık Külliyesine,  Emniyet binalarına ve pek çok kurum ve kuruluşların üzerine bomba yağdırıp tank sürebiliyorlar.  Hal böyle olunca da atanmış kliklerle habire uğraşıp duruyoruz. Sadece derin kliklerin hışmına uğrayan seçilmişler mi, elbette ki hayır, bunda özellikle halkta nasibini almakta. Neyse ki halkımız tanklara meydan okuyaraktan tüm oyunlarını bozan bir irade sergilemiştir. Derken tüm oynanan oyunlar karşısında yenik düşmeyerek üzerine üşüşen leş kargalarını bertaraf edebilmiştir.

Şayet geleceğin Türkiye’sinde bir daha üzerimize leş kargalarının üşüşmemesini istiyorsak tüm bu yaşananlardan ders çıkartaraktan devlet içerisinde çöreklenmelerine fırsat vermemek gerekir. Aksi takdirde sil baştan köşe başlarını tutmalarına çanak tutmuş oluruz. Daha doğrusu acırsak acınacak hale geliriz. Unutmayalım ki ‘kamu yararına’ sözü kuzgun leşe devletçi kliklerin al-i menfaatlerini korumak için değildir, halkın al-i menfaatlerini gözetmek içindir elbet. Bakmayın siz öyle derin kliklerin öteden beri kamu yararından söz etmelerine,  kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, meğer ‘kamu yararı’ kavramı kendi kişisel husumetlerini örtbas için başvurulan bir araçmış. Gerçek anlamda kamu yararı toplum veya bireysel hakları kapsayan bir kavramdır. Zaten bireysel hakların kazanımı ancak devletle toplumun el ele, gönül günüle vermesiyle aşılabiliyor.

Malum olduğu üzere, toplumlar iki güç zeminden birine muhatap kalırlar; ya sivil inisiyatif güçlerin oluşturduğu aydınlık alan, ya da zinde güçlerin ürettiği karanlık alandır. Tabii bizim tercihimiz birinci alandan yanadır. Çünkü sivil dayanışmanın en üst doruğa ulaştığı alanda ancak ideal toplum oluşabiliyor. Nitekim kendi özgür iradeleriyle katılımcılık örnekleri sergileyen bireyler sivil toplum olgusunu egemen kılacak mekanizmaları inşa edebiliyor. Düşünsenize milli-sivil- katılımcı toplumun egemen olduğu bir yerde kuzgun devlet leşe yapılanmasından söz edilebilir mi? Elbette ki söz edilemez.

Silah zoruyla veya tepeden inme yöntemlerle oluşan kuzgun leşe devlet yapılanmasında sivil toplum hak getire, böyle bir yapılanmada buyurgan olan bireyler değil devlet içine sızmış klikler olur. Yani dayatmacı yöntemleri ilke edinmiş kuzgun leşe kliklerin cirit attığı devlet anlayışı egemen olur. Allah korusun böyle bir sistemde ferde biçilen misyon ancak kuzgun leşe devlete göbekten bağlı kaldığı sürece hayat hakkı tanınır. Asla özgür iradesi doğrultusunda hayat mücadelesi içerisine giren bir insanın buyurgan devlet yapılanmasında yaşama hakkı tanınmaz. Nasıl hayat hakkı tanınsın ki, bir kere devleti kendilerinin soyup boğana çevireceği tabu görmekteler.  Malum onların çoğu bir eli yağda bir eli balda olan bir avuç kökü dışarıda baronlardır. Maalesef epey zamandır birlikte aynı sofraya oturduğumuz, birlikte halay çektiğimiz bu coğrafyada külfet millete, nimetse sırça köşklerde ve fildişi kuleden tepeden bakan zihniyete için pay edilmiştir. Tabi hal vaziyet böyle olunca da böyle bir sistemde “devletin malı yemeyen domuz” zihniyetin köşe başlarını tutması kaçınılmazdır. Halk ise her zaman ki gibi sütü sağılan koyun konumdadır hep. Dahası sistemin kaymağını, elitist tabaka yer, bakımını da halk üstlenip omzuna yüklenir. Ama bu bir yere kadardır,  böyle devam edemezdi. Ne zaman ki hâkim devlet yapısı hadim devlete dönüşen günlerin eşiğine geldik, işte o zaman Türkiye’nin yeniden kendi öz kodlarına dönüşüne şahit oluverdik. Baronlar artık eskisi kadar cirit atamaması bunun göstergesi zaten..

Şayet gelecekte de hayatımızı karartmak istemiyorsak, 16 Nisan 2017 refarandumla elde ettiğimiz kazanımlarımız bize artık yeter deyip rehavete kapılmamak gerekir. Bilakis daha da koşup terleyip dur durak bilmeden yapısal değişimleri inşa yoluna koyulmalı. Milletin hadim Devlet yapılanmasında beklentisi de budur zaten. Dolayısıyla milletin hadim devletten beklentileri görmezlikten gelinemez. Görmezlikten gelindiğinde olacak olanlar belli, millet yeniden kendi ağırlığını ortaya koyup vazifesini askıya alanları bir kalemde sileceği malum. Artık şunu iyi anlamamız gerekiyor; millete sırtını dayamayan her oluşum hadim devlet yapılanmasında yeri yoktur. Zira eski Türkiye geride kaldı, şimdi yeni şeyler söylemek zamanıdır. Baronlara, güç odaklarına sırtını dayayanların hali ortada, şimdiye kadar ne buldular ki şimdide bulsunlar. O halde eskiye ait bayatlamış, hantallaşmış, kokuşmuş her ne leş kargası varsa üzerimizden atmak gerekir. Yeni Türkiye’ye Ebabil Kuşları eşliğinde kanatlanmak gerekir.

Tek tip öngörüler aynı zamanda totalitarizm ve şiddet hareketlerini tetikleyebiliyor. Zaten halktan kopuk bir avuç zihniyetle nereye varılır ki, varacakları en son nokta dayandıkları leş kargalarının besin gıdası olmaktır. Madem öyle çağın gerisinde kalan leş kargalarını bir şekilde etkisiz hale getirmek gerekir. Aksi takdirde ülkemizin dört bir yanını demir ağlarla örme hamlemiz ve tarihi ipek yolunu Londra'dan Pekin'e bağlayan kara ve demiryolu projelerimiz her an sekteye uğrayabilir. Zira gerilimden medet uman çevreler boş durmuyorlar,  her fırsatta Türkiye’nin dünyada küresel güç konuma gelmemesi için direnip kuzgun leşe olarak karşımıza çıkmaktalar.

Leş kargalarının üzerimize her fırsatta üşüşmelerine rağmen büsbütün de umutsuz değiliz, gelecekten ümit varız, hele hele son zamanlarda hem doğu, hem de batı’yı bilen bilge insanların sayıca çoğalıyor olması bize bu muştuyu veriyor da. Keza ideolojik bakışın git gide diriliş ruhu karşısında erimesi, geleceğimizin aydınlık olduğunu göstergesi. Diriliş ruhu zenginleşmiş kültürel örgütlenme modelini ortaya koymakta çünkü. Üstelik diriliş ruhumuz uluslararası boyut kazandığı içindir eskisi kadar garipsenmiyor da. Kaldı ki Sovyet Rusya 70 yıl bağrında taşıdığı halklar üzerinde tek tip standart model uyguladı da ne oldu, başı sanki göğe mi erdi, tam aksine sonunu hazırlayıp bağrında taşıdığı halkların yeniden din’e ve kültüre sarıldıklarına şahit olduk. Hatta Sovyet Rusya'nın çökmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni yapılanmada tek tip hayattan çeşitliliğe adım atmanın heyecanı Rusya’nın Duma meclisinde Ortodoks liderinin oturmasına yetmiştir. Demek ki; din’i yok sayarak bir devletin ilelebet varlığını sürdürmesi mümkün gözükmüyor.

Velhasıl; halkla devlet el ele, gönül gönül’e kaynaşmasıyla  küresel güç olunuyor. İşte bu yüzden asla kuzgun leşe devlet yapılanmasına geçit vermemek gerekir, milletin hizmetine kendini adamış devlet başa’nın devamı için buna mecburuz da.

Vesselam.