Orhan Gencebay ne de güzel gönül sazın bam teline dokunaraktan 'zaman akıp gider durulmadan' diye meramımızı dile getirmiş. Gerçekten de şöyle geriye dönüp baktığımızda zamanın nasılda bir çırpıda bir su misali akıp gittiğini görüyoruz. Görmek iyi hoşta, ancak ömürden geçen zamanın kıymetini onca yaşanmışlıklardan sonra fark edebildik. Elbette zaman ötelere akmak için var, bizi bekleyecek hali yok ya. Sonuçta o da yüklendiği emrin gereği olarak bir saniye olsun duraksamaksızın kıvrım kıvrım akıp vazifesini icra etmek zorunda.
Peki ya, müminler olarak bizler ne için varız? Hiç kuşkusuz bizler ise:
-Hem “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hûd, 112) ayeti mucibince hareket eden Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.v)’in izini iz sürmek için,
-Hem Ashab-ı Kiram gibi zamanın ruhuna vakıf halde yaşamak manasına ‘Vukûf-i Zamânì’ için,
-Hem de nefesimizi boşa tüketmemek manasına ‘Hùş der-dem’ düsturu üzere hayatımızı idame etmek için varız.
Amma velâkin gel gör ki, yukarıda belirttiğimiz Ashab-ı Kiram hassasiyetince yaşamak manasına ne zamanın ruhunu yakaladığımız, ne de tükettiğimiz her nefesin hakkını yerine getirdiğimiz söylenebilir. Oysa tüketilen her nefes ve akıp giden zaman ömrümüzden gitmekte. Madem tüketilen zaman ve nefeslerin geri dönüşü yok, o halde hiç olmazsa bundan sonra geriye kalan zaman ve nefesleri zayi etmememiz gerekmez mi? Gerekmekte ne söz, daha fazla oyalanmadan derhal harekete geçip her nefesimizde zarureten çıkarmak zorunda kaldığımız ‘he’ harfine eşlik etmemiz icab eder. Bu icabı yerine getirmeye mecburuz da. Çünkü ‘he’ harfinin nefesimizden çıkış içeriği “Hû’ ibaresine karşılık gelen bir zikirdir. Nasıl mı?
Bakınız bu hususta Şeyh Ebül’-Cinan Necmeddin-i Kübra Hz.leri Fevtihu’l-Cemal adlı risalesinde şöyle der: “Bu zikir canlıların zaruri olarak alıp verdikleri nefesleriyle alakalıdır. Zira nefes alınıp verilirken, canlı ister onun farkında olsun, isterse olmasın Hak Sübhanehù ve Teâlâ’nın gaybet-i hüviyyetine işaret olan ‘he’ harfini söylemiş olur. Allah isminde bulunan ‘he’ harfi de bunun aynısıdır. ‘Elif lam’ takısı, tarif (belirlilik) içindir. ‘Lam’ harfinin şeddeli olması tarifte mübalağa içindir, yoksa ism-i zat hakikatte her nefeste tabii olarak çıkan ‘he’ dir. O ism-i şerifin bulunmadığı hiçbir şey hayatta kalamaz. Öyleyse, akıllı talip Hak Teâlâ’dan hiçbir zaman gafil olmamalıdır. Bu uyanıklık öyle olmalı ki, zâkirin bu harf-i şerifi telaffuz ederken daima Cenâb-ı Hakk’ın hüviyetini hatırda tutması gerekir. Nefesin giriş ve çıkışında talibin vukufiyeti öyle olmalı ki ‘huzur-ı maallah’ keyfiyetinde herhangi bir gevşeme arız olmamalı ve bu manayı korumada o derece gayret sarf etmemeli ki zahmet olmadan bu nisbet gönlünde yer etmelidir. Hatta zorlasa bile bu nisbeti gönlünden çıkarmamalıdır.”
İşte Şeyh Ebül’-Cinan Necmeddin-i Kübra Hz.lerinin bu müthiş tembihatını hayatımızda uygulayıp her nefesimizi boşa tüketmediğimiz sürece biliniz ki atalarımızın ‘Vakit nakittir’ sözü bizim için çok büyük anlam ifade edecektir. O halde daha ne duruyoruz, vakit çok geçmeden her an her saniye ‘Hù’ diyen nefeslere eşlik etme ve katkı sunma Vakti’dir. Nasıl mı? Mesela günlük hayatımızda malayani konuşmalardan ve haramlardan uzak durarak, günde en az sabah akşam birer saat ‘Hù’ diye inleyen nefesimize kendi cüz-i ihtiyarımız ve bilincimiz doğrultusunda kalbimizden ‘Lafza-i Celal’ zikriyle karşılık verip eşlik etmemiz pekâlâ mümkün. Böylece bu karşılıklı eşleşmeler sayesinde hem ‘Vukuf-i zamani’ düsturunun gereğini yerine getirmiş oluruz, hem de Hùş der-dem’ düsturunun gereğini. Bakınız Gavs-ı Sani (k.s) zamanını zayi etmemek ve nefesini boşa tüketmemek denen bu iki düstura işlerlik kazandırmak için sofilerine şöyle sohbette bulunmuşlardır: “Tasavvufa girip tevbe ettiğimiz zaman adap ve edeplere mutlaka riayet etmemiz lazım. Sadece bir tevbeyle yetinip evimize çekilmekle bir yere varamayız. Keza her gün bir cüz Kur’an okumamız lazım. Hatme ve rabıtayı ihmal etmemiz lazım. Gece kalkıp mutlaka teheccüd namazlarını kılmamız lazım. Levra teheccüd namazları çok mühimdir. Ki, bunu birinci şafak ile ikinci şafak arasında (her iki tulû’un arasında) ihya etmek lazım. Şayet insan birinci şafakla güneşin doğması arasında sabah namazı kıldıktan sonra yatmayıp zikirle meşgul olsa, Rasullullah (s.a.v) bir hac ve bir umre sevabıyla müjdelemiştir. İşte böylesi bir ecir varken insan bunu nasıl kaçırır doğrusu şaşmamak elde değil. Gerçek sofi devamlı zikir halindedir. Böylelerine zâkir denir. Biz nasıl ki gafletsiz zikir çekmeyin diyorsak onlarda tam tersi oluyor. Yani Onlar istese de gaflete düşmez. Bütün letaifleri çalışır durumda çünkü. Tasavvuf öyle güzel bir şeydir ki, bütün Sadatlarda gördüğümüz şey sabah namazından sonra güneş doğuncaya kadar tavizsiz ve büyük bir titizlikle zikirle ihya etmiş olmalarıdır. Levra her gün bir Hac ve umre sevabı var, bu kaçar mı? Düşünsenize Hacca gidip onca masraf yapıp para veriyoruz da, elbette kaçmaz. Ne güzel bir sevaptır bu. Her kim ki Hac vazifesinin dışında kim birinci şafaktan ikinci şafağa kadar namazı üzerine ayrılmayıp zikirle meşgul olursa, bizatihi Resulullah (s.a.v) böylesi müminler için; bir Hac ve bir umre sevabı alır buyurmakta. Madem Resulullah (s.a.v) buyuruyor, o halde bundan kendimizi niye mahrum tutalım ki. Bu yüzden tek bir tövbeyle yetinmemek lazım gelir. Efendim ben tevbe ettim, benim şeyhim beni kurtaracak. Hayır, hiç öyle bir şey yoktur. Hz. Fatıma annemiz vefat ettiğinde onun mezarı başında ashab toprağa dönüp şöyle seslenir:
-Ey toprak, sana Resullulah (s.a.v)’in kızı geliyor, Hz. Hasan (r.a) ve Hz. Hüseyin (r.a)’ın annesi sana geliyor.
Toprak kendi hal lisanıyla şöyle cevap veriyor:
-Ben şunu bunu bilmem ve tanımam da. Ben sadece ibadete ve taata bakarım. Buraya kim gelirse gelsin, teati ibadeti yoksa sonuçta ben de Allah’ın bir memuruyum, neyle emr olundumsa onu yapmaya mecburum. İşte bu kıssadan alacağımız ders şudur ki, insanın en büyük güvencesi kendi gayreti, çalışması ve çabasıdır, o halde ahrete iyi hazırlık yapmak gerekir.”
Ne diyelim, işte görüyorsunuz fırsat bu fırsat, şayet mümkün mertebe hayatımızı ‘Hayy’dan geldik Hù’ya gider’ bilinç doğrultusunda yaşayıp çene kapadığımızda toprak ancak o zaman tanıyıp bizi bağrına basacaktır. Hele günlük hayatın sadece sabah ve akşamında değil birde vaktin tamamını ‘Vukuf-i zamani’ ve Hùş der-dem’ bilinç doğrultusunda ihya ettiğimizi düşünün, o toprak naçiz bedenimizi çürütmekten hicap duyar da. Zaten Gönül Sultanlarının hayatına şöyle bir göz gezdiriniz ömür boyu her nefes çekişlerini sanki son nefesmiş gibi telakki ettikleri içindir her an ve her salise Allah adını zikretmekten geri durmadıklarını görürsünüz. İşte bu nedenle değil toprak, tüm insanlık Gönül Sultanları bu dünyadan göç ettiklerinde nesiller boyu mezarlarını ziyaretgâh ve merkad haline getirerek onlara büyük hürmet göstermişlerde. Madem öyle, bizlerde sadece hürmeti göç etmiş Gönül Sultanlarına değil, şu an bizimle beraber yaşamakta olan Gönül Sultanlarına da hürmette kusur göstermeyip, hatta onların manevi desteğini de alaraktan Vukuf-i Zamani’nin mana ve ruhuna uygun son nefeste hüsn-i hâtime ile çenemizi bağlamak için gayret göstermemiz gerekir. Aksi halde zamanın mana ve ruhunu teğet geçmiş oluruz. Hem nasıl teğet geçebiliriz ki, bikere ömür boyunca hakkımızda takdir edilmiş nefes sayısı emanet verilmiştir. Bu nedenle son nefes ve son sayı gizli tutulmuştur. Bu demektir ki son nefesimizi nerde, ne zaman ve ne şekilde bağlayacağımızı sadece emanet sahibi Yüce Allah belirliyor. O halde belirlenen bu kutsi emanete sahip çıkmak düşer bize. Şayet emanet edilen zaman ve nefesleri Allah yolunda ve O’nun rızası doğrultusunda harcadıysak ne ala, yok eğer emanete sahip çıkamayıp boşa harcadıysak vay halimize. Hem de ne vah.
Öyle anlaşılıyor ki, yüce Allah’ın bizden istediği hakkımızda takdir ettiği tüm nefesleri yerli yerinde kullanıp son nefesimizde ruhumuzu emanet sahibine hüsnü hatime ile teslim etmektir. Peki, hüsn-i hatime iyi hoşta, bu nasıl olacak? Elbette ki hayatımızın her anında Yüce Allah’ın bizden istediği kulluk vecibelerini en iyi şekilde yerine getirmekle olacak iştir bu. Öyle ya, madem ömür hayatımızdan bir kuş misali kanatlanıp uçup gitmekte, hem madem her nefesin bir geçmişi, bir bugünü bir de yarını var, o halde bu üç zaman diliminin bir muhasebesini yapıp şu an ki anımıza çeki düzen vermemiz gerekmez mi? Malumunuz artık dün dünde kalmıştır, dünde yaşanmış halimiz için artık elimizden bir şey gelmez, şimdi önümüzde duran şu anki halimizin icabına bakmak en doğrusu. Zararın neresinden dönsek kâr kârdır. Zira geçmiş geçmişte kaldı artık, gelecekse daha önümüze gelmeden hazırlanmamız gereken vakittir.
Nasıl ki günde her öğün midemizin derdine düşüyorsak, mutlaka kalbin gıdası olan zikrin derdine de düşmemiz icab eder. Midesine vakit ayıran kalbe de pekâlâ vakit ayırabilir. Yok, eğer ne de olsa günah işliyorum benim bir daha iflah olmam mümkün değildir diye düşünülüyorsa, bilinsin ki bu şeytanın büyük bir aldatmacısından başka bir şey değildir. Bir insan günah işliyorsa, Allah (c.c) buna karşılık da kulu umudunu yitirmesin diye tövbe kapısını açık tutmuştur. Dolayısıyla habire günah işliyorum diye tevbeden geri kalmak gibi bir lüksümüz yoktur. Geçmişte ne olupbittiyse, artık o geçmişte kaldı, şimdi gün bugündür deyip tevbeyle geleceğe kanatlanmalı. Hatta icabında bu da yetmez tövbenin akabinde Vukuf-i Zamani bir ruhla Huş der-dem hale bürünüp ötelere kanat çırpmakta gerekir. Aksi halde kendi kendimizi kandırıp aldananlardan oluruz. Hiç kuşkusuz Yüce Allah (c.c) ruz-i mahşerde kullarını hesaba çekip vaktini nerelerde geçirdiğini, nefeslerini nerelerde, ne şekilde tükettiklerini sorduğunda el mi yaman bey mi yaman her şey apaçık beyan ortaya çıkacaktır Bunun kurtuluşu yok elbet. Cüneydi Bağdadi (k.s) işte bu nedenle sofilerine “Vakit sermayeni iyi kullan. O bir kere ele geçer, kaçırdın mı bir daha ele geçmez” uyarısında bulunmaktan kendini alamaz da.
Evet, vakit deyip geçmeyelim, bakın Hz. Ali (k.v) eşi Hz. Fatıma (r.a)’a nasıl bir tembihte bulunmuş: “Sulu ve hafif yemekler yapıver ki çiğneme derdi olmasın, kuru ve sulu yemek arasında elli defa tesbih farkı vardır, yemek başında kalıp hayırlı işlerden geri kalmayalım” (İbn Mâce). Kim bilir aynı sözleri bu günün hanımlarına söylense kesin kocaları için bunamış ve deli diyeceklerdir. Oysa bilmiyorlar ki, Tabiin ulularından Hasan-ı Basrì Hz.leri o dönemin sahabi hassasiyetini şöyle dile getirmekte: “Eğer bu zamanın insanı onları görseydi deli derlerdi, onlarda bizi görselerdi Müslüman demezlerdi.” Gerçekten de onlar hiç bir zaman ne vakitlerini ne de nefeslerini boşa zayi ediyorlardı, bilakis ibadet ve itaatle geçiriyorlardı. Buna mecburlardı. Çünkü itaat ettikleri Resul-i Ekrem (s.a.v) bizatihi kendisi geceleri züht hayatı, gündüzün ise tebliğ hayatı yaşıyordu. Nitekim Hz. Ayşe annemiz bu duruma şöyle şahitlik eder de: Bir gece uyandığımda baktım Allah’ın Resulü yanımda yok, kendi kendime herhalde diğer eşlerinin yanına gitmiştir diye hayıflandım, meğer mescide vardığımda birde ne görüyüm iki büklüm secdeye kapanmış halde Allah’ı anıyor, böylece kıskançlık duygularımın gereksiz olduğunu anladım.
Maalesef günümüze geldiğimiz de içler acısı bir tabloyla karşı karşıyayız. İnsanların ne Vukuf-i zamani diye bir derdi var, ne de Huş der-dem hal üzere olmak derdi var. Umurunda bile değiller. Artık etrafımız öyle bir hal almış ki keyfine göre yaşamak biricik değermiş gibi kutsanmış durumda. Bakalım bu içler acısı tablo nereye kadar sürer. Oysa boşa tüketilen her nefes ve tüketilen her boş vakit ömür sermayesinden gidiyor. Üstelik bu dünyadan giden bir daha dönmüyor da. İşte bu noktada, hele bilhassa bir yakınımızın kaybettiğimizde ‘Bu gün Allah için ne yaptın’ sorusu aklımıza düşmezde değil. Zira Resul-i Ekrem (s.a.v) “İki günü eşit kılan ziyandadır” diye beyan buyurmakta, nasıl aklımıza düşmesin ki. Dolayısıyla kendi selametimiz açısından vaktimizin her anını iyi değerlendirmeye mecburuz. Bakmayın siz öyle vurdumduymaz bir takım aklı evvel kişilerin ‘Aman ne acelesi var, önümüzde daha çok vakit var, hayatın tadını çıkarmaya bak’ demelerine. Malum bu tür sözleri ancak nefsin isteklerine boyun eğmiş insanlar söyleyebilir. Hiçte kazın ayağı öyle değil, oysa Peygamberimiz (s.a.v) hayırlı işlerde acele edin buyuruyor. N e diyelim, onlar hayatın tadını çıkara dursunlar biz en iyisi mi Hâce Bahaeddin Nakşibend (k.s)’ın şu müthiş öğüdünü kulağımıza küpe yapıp sohbetimizi böylece bağlamış olalım.
Bakın Şah-ı Nakşibend (k.s) ne diyor: “Bu yolda işin temeli, nefesi korumak üzerine kurulmuştur. Yani bütün gücü nefesi korumaya yöneltmek ve her nefeste huzur içinde almaya hasretmek gerekir. İçinde bulunduğun ânı en iyi şekilde değerlendirmen, seni geçmişi hatırlamak ve geleceği düşünerekten uzak tutarak nefesi boşa harcamanı önler. Nefes alıp verirken ve ikisi arasında onu koru ki, nefes gafletle aşağıya gidip yukarıya çıkmasın.”
Vesselam.