Vecihi Timuroğlu’nun kaleminden Türk-İslam Sentezi

Abone Ol
Ben o Türk-İslam Sentezi denilen ucubenin en başını bilirim. En başı İstanbul’du. 1970 yılıydı, İstanbul’da idik Doğu’nun Başbuğu Yılma Durak ve TMTF (Türkiye Milli Talebe Federasyonu) Erzurum temsilcisi İlhami Kafkas’la. Yılma Durak’a; 27 Mayıs İhtilalini yapan 38 kişiden biri olup, sonradan 14’ler adıyla yurt dışına sürülenlerin içinde yer alan, o günün MHP Genel Başkan Yardımcısı emekli binbaşı Dündar Taşer tarafından görev verilmişti. Görev şuydu, İstanbul Ülkü Ocakları Nihat Çetinkaya ile TMTF Genel Başkanı Soner Karaman kavga edip duruyorlarmış, onların arası bulunacak, bulunamazsa bu kavganın nedenlerine ilişkin bir rapor yazılacaktı.

Vardık İstanbul’a 10 gün sonra, kavganın asıl nedeni belli oldu. Nihat Çetinkaya, dini reddeden “Kuru Türkçü” imiş, Soner Karaman ve yandaşları ise “Türk-İslam Sentezi” yolunda imişler. Yılma Durak işi biraz daha derinleştirince, bu işi kaşıyanların “Aydınlar Ocağı” adı altında bir oluşum hazırlığı içinde olan profesörler olduğunu gördü ve bize bir gün “Şu hocalardan bir randevu alalım, bir de onları dinleyelim” dedi.

Bir gece, bir yere alıp götürdüler bizi, kocaman bir salon, salonun köşesinde bir büyük masa, çevresinde çoğu dazlak kafalı yaşlı adamlar. Bizi görünce ayağa kalktı, hoş geldin dediler. Kimler miydi onlar? Üçünü çok iyi hatırlıyorum: Ahmet Kabaklı, Muharrem Ergin, İbrahim Kafesoğlu…

Oradan çıkarken baktım, ışıkta dazlak kafaları parlıyordu, aydınlık bu kafalardan mı gelecek diye düşündüm, güldüm kendi kendime.

Erzurum’a döndük biz, bir gün baktık MHP’nin yayın organı Devlet Dergisi’nde Abdurrahim Karakoç’un bir şiiri yayımlanmış. “Kime Gardaş Deyim” adlı o şiirin bir dörtlüğü birdenbire neredeyse tüm ülkücülerin diline düştü, Türk-İslam Sentezcisi olan olana. O dörtlük şöyle idi:

“Tezimiz Türk-İslam böyle biline
Söz verdik baş koyduk ülkü yoluna
Mao’nun piçine, Marks’ın kuluna
Yılana, çiyana gardaş mı deyim?”

Karakoç öylesine benimsemişti ki bu sentezi, oğlunun adını bile Türk-İslam koymuştu.

Bir de büyülü, çekici bir slogan bulunmuştu: “Hedef Turan, rehber Kur’an.” Kartal Gözüyle Milliyetçilik kitabımda “Hedef Turan Rehber Kur’an, billahi kuyruklu yalan” diye bir bölüm vardır, meraklısına okunmasını salık veririm.

Ve işte böyle böyle, İstanbul’da görüp kafalarına güldüğüm o ihtiyarlar, geliştirdikleri Türk-İslam Sentezi’ni yalnız Ülkü Ocakları’na değil, çeşitli sağ oluşumlara da benimsettiler. 12 Eylül’den sonra da devletin resmî ideolojisi oldu o sentez.

Bu sentez hakkında yazılmış tek kitap ise İbrahim Kafesoğlu’nun “Türk-İslam Sentezi” adını taşıyan kitabı idi. Bu kitapta aslında o ideolojiyi her yönüyle bulamazsınız, Kafesoğlu tarihi bilgiler dayalı bilindik bayat yorumları yineler.

Berfin Yayınları yeni bir kitap çıkardı, yazarı Vecihi Timuroğlu, adı “Türk-İslam Sentezi."

Bu sentezin tarihsel gelişimi, içeriğinin ciddi anlamda eleştirisi bu kitapta yapılmakta.

Timuroğlu öncelikle bilim ve dinler tarihine götürüyor bizi. Bu iki tarihin çeliştiği yerlerde dinlerin bilime karşı duruşlarını ve bilim insanlarına yaptıkları zulüm ve katliamları aktarıyor. Gelgelelim bu bir kronolojik anlatım değil, bilim-din çelişmesi ve çekişmesi üstüne değerli bilgiler veriyor ve sonra sözü Türkiye’ye ve Türk-İslam sentezine getiriyor. Baştan verdiği hüküm tümcelerini daha sonra açıyor, ayrıntılıyor. O hüküm tümceleri şunlar:

“Türk-İslam Senteziyle yetişen çocuklarımız, bilimin varsayımlarına Tanrı’yı katıyorlar.”
“Sonuçta din Türkiye’yi kıskacına almış emperyalistlerle iş birliği içinde gerici sermaye sınıfına, ‘hilalliler ruhu’ ve yeni bir ‘Turan eylemi’ yaratmak için kullanılmaktadır.”

Tanrı’yı işin içine nasıl katıyorlar peki? “İslam bilime saygılıdır”, “İslam’da laiklik zaten vardır” diyerek ve Timuroğlu’nun o müthiş saptamasıyla dersek, Atatürk’ü bile kirli amaçlarına araç ederek ve aslında bir “Atatürk-İslam Sentezi” yaratarak.

Oysa aslında ne Türk-İslam Sentezi olacak bir iştir, ne de Atatürk-İslam Sentezi… Türkçülüğün tarihini okuyan bilen, bunları bilir zaten. Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları’nda Türkçülüğün hiçbir zaman klerikalizm, teokrasi ve istibdatla bağdaşamayacağını söyler. Timuroğlu, bu sentezcilerin Gökalp’ten çok gerilerde olduğunu vurguluyor. 

E peki bu sentez, İslamcılar tarafından ne ölçüde ciddiye alınmıştır. Aslında hiç… İslamcıların en katı simalarından Tokatlı Şeyhülislam Mustafa Sabri “Elimden gelse Türkleri de Arap yaparım” diyordu, ondan sonra gelenler de onun izinde idiler gerçekte. Gelgelelim bu sentez onları zaman zaman eylem birliği ve iş birliği içine itti.

Bu iş birliği 12 Eylül yönetiminin bir projesi olan ANAP iktidarı dönemimde geliştirildi. Öyle bir geliştirme ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel dünya görüşü olan pozitivist ve laik eğitim ve kültür politikası bir kenara itilip Aydınlar Ocağı’nın geliştirdiği eğitim ve kültür politikasına ağırlık verildi. Bu işin ana ekseni ise Devlet Planlama Müsteşarlığınca hazırlanan “Milli Kültür” raporudur.

Milli Kültür… Adı milli aslında, bal gibi dinsel görüş. Bakınız neler deniyor o raporda “Birinci Cihan Harbi sonunda, yıkılarak artık kesinlikle ortadan kaldırıldığı sanılan Osmanlı Devleti, dinin bütünleştirici ve dağılmayı engelleyici rolü sayesinde, İstiklal Savaşını kazanarak yeni bir devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşuna imkân vermiştir.”

Yani o savaşı kazanan Osmanlı ruhu ve dindir aslında, millet ve Atatürk birer figür ve vesiledirler. AKP kafası aslında o tarihlerde oluşturuluyordu.

Aradan çekilelim şimdi, kitaptan okuyalım önemli bir bölümü: “Milli Kültür Raporu, bir kültür planlaması yapmaktadır. Türk-İslam Sentezi’nin benimsenmesi için yürütülecek kültür politikasına esas alınacak ilkelerini şöyle saptıyor bu rapor:

1-İnsanı ve onun manevi ihtiyaçlarını merkez alan bir kültür meydana getirilmelidir.
2-Din ve ahlak planlaması yapılmalı, bir an önce, Türkiye’nin din haritası çıkarılmalıdır.
3-Kitle haberleşme araçlarıyla, yaygın ve örgün eğitimde, dinin ve ahlakın önemi sürekli işlenmelidir.
4-İşçilerin ibadet şevkiyle çalışmalarının sağlanması planlanmalıdır.
5-Cumhuriyet döneminin kültür politikası değiştirilmelidir. Dine hayat hakkı tanımayan o politika yüzünden sanayileşme sürecinde ortaya çıkan karmaşık meselelere tavır almayı beceremez duruma düştük.
6-Maneviyat eğitimi, dini ve ahlaki terbiye, milli ve tarihi şuurla insanımızı teşvik etmelidir.
7-Pragmatizm, pozitivizm, dolayısıyla çeşitli maddeci görüşler eğitim müfredatlarından çıkarılmalıdır.

Bu kültür politikası, bizce, tümüyle uygulamaya konulmuş ve yaşama geçirilmiştir.”


Bizce de… 

Daha da açık konuşulan yerleri de var bu Milli Kültür Raporunun, bakınız ne deniyor: “Din kültürün özü, kültür dinin formudur.” Bunu demekle birlikte Atatürk’ü de “Ne mutlu İslami terbiyeyi benimsemiş Atatürk evlatlarına” diyerek, maske olarak kullanıp Atatürk devrimlerine alabildiğine yüklenmekten geri durmamışlardır bu gerici unsurlar. Ve yazdıkları her safsata, bilim dışı her şey, din düşkünü toplumumuz tarafından sorgulamadan öpülüp başa konulmuştur. İşte bir örnek: İnsan beyninde “hürmet, tapınma, ibadet ve dua merkezleri” varmış. Bunu yazan Münip Yeğin adında bir profesör. Bu nurcu prof’a göre sınıf farkları da bir Tanrı buyruğudur.

Ünlü bir milliyetçi profesör olan Mehmet Kaplan ise bu bilimdışılıkları görmezden gelip “Modern Veli Tipi” yaratmaktan söz etmiştir. 

Evet işte böyle… Biz bu kadarını özetleyebildik, siz en iyisi alın okuyun bu 197 sayfalık değerli yapıtı.

GÜLÜT KUTUCUĞU
BİR TENE ÜLKÜCÜ MÜSLÜMAN OLİRMİŞ

1980 öncesi yıllardan bir yıl... Atatürk Üniversitesi yerleşkesi içinde bulunan öğrenci yurtlarında hareketlenme var...

Ankara ve İstanbul gibi büyük şehirlerde sol fraksiyonlar yurtlardaki ülkücü öğrencilerin tamamını dışarı dökmüşler. Şimdi Erzurum'da buna misilleme yapılacak. Odalara giriliyor, zaten elde liste var, solcu öğrencilere "Alın eşyanızı defolun buradan" deniyor.

Bir odaya giriyorlar aynı uyarı. Solcular hazırlığa başlıyorlar, fakat o da ne Mardinli bir Süryani öğrenci de başlıyor hazırlığa:

Ülkücü reislerden birisinin dikkatini çekiyor bu durum, soruyor:
-Gardaş, senin adını okundu mu ki, sen niye kalkmış hazırlık yapıyorsun?
-Ben Mardinliyim, hem de Hıristiyanım, burada bize hayat yoktur... 
-Kim demiş onu, sana kimse bir şey mi dedi?
-Demedi...
-Eee?... Koy o eşyalarını geri... Biz bütün dinlere saygılıyız.

Mardinli şaşırır ve çok memnun olur bu işe. Günler aylar geçer, bir gün o reisle karşılaşırlar, hal hatır sorarlar. Mardinli "Sizi çok seviyorum, ne deseniz yaparım" der.

Demek öyle ha! Reis teklifi yapar:
-Gel Müslüman ol...

Biraz zorlanır Mardinli, düşünür ama kabul eder sonunda.

Gidip Erzurum Müftüsü ile görüşülür, belirlenen günde müftülükte kelime-i şahadet getirip Müslüman olacaktır Mardinli Süryani (sanki müftüsüz olmuyor o iş).

O gün gelir, müftülüğün önü ana-baba günü, alkışlar, kutlamalar... 

Tam o sırada karşı kaldırımdan bakan ve olanlara bir anlam veremeyen bir Erzurumlu sorar:
-Yavu orda ne olir ele?
Orada bulunan bir Nurcu yanıtlar bu soruyu:
-Heç möhterem, bir tene ülkücü Müslüman olirmiş da...