Ben ki kitap sevdalısı bir adamım, 2000 sayfa kitap okurum ayda, bu yıllardır da böyledir. Yazı da yazmışımdır bu kitaplar hakkında köşe yazarlığı yaptığım gazetelerde ve uzun soluklu omuz verdiğim dergilerde. 25 yılda 1000 kitaba yaklaşmıştır yazdıklarım ve rahatlıkla iddia ederim, bu bir rekordur Türk basınında (bunu birkaç kez yazdım, itiraz eden çıkmadı, çıkacağını da sanmam).
Evet bu iddiama karşın, önemli bir kitaptan haberim olmamış, atlamışım ve de fena atlamışım…
Sevgili Murat Okutmuş, geçen gün e-posta ile bir ileti yolladı ve adresimi istedi, Bayburt’la ilgili kitaplar yollayacakmış. Çok memnun oldum tabii ki… Hastaya tutmaç çorbası sorulur mu?
Geldi kitaplar, merakla açtım koliyi, incecik bir kitap hemen öbürlerinden ayrı olduğunu hissettirdi bana. “Önce beni oku” der gibiydi. Önce onu okudum. Ötüken Yayınları arasından çıkmış ve de üç baskı yapmış. Yazarı, Uygun Ahmet Aker.
Üslubu ve anlatımı sardı hemen, usta ve akıcı… İyi araştırmış Bayburt’a dair seferberlik öykülerini. Bu öyküler cepheye ait savaş öykülerinden ziyade, cephe gerisinde yaşanmış felaketler, facialar, acılar, hüzünler… Ve hepsi çok çarpıcı, yakıcı, derinden sarsıcı…
45. sayfasında ise bu kitabın, büyük bir sürpriz bekliyordu beni. Öykünün adı “Çürük Salatalık”tı, bu ad öyle çok fazla bir şey ifade etmedi, başlığın altındaki spot da öyle: “Yokluk ve açlık günlerinde”… Seferberlikte bunlar olağan işler…
Fakat o da ne? Yahu daha ilk tümcede “Serçavuş Şevki (Gürbüz)” diyor… Yahu bu ne diyor böyle? Bu benim dedemi yazmış, hem de benim de daha önce öykülediğim ve 2007 yılında yayımladığım “Nikolay’ın Av Köşkü” adlı kitabıma aldığım bir yaşanmış olayı anlatıyor.
Evet bu iddiama karşın, önemli bir kitaptan haberim olmamış, atlamışım ve de fena atlamışım…
Sevgili Murat Okutmuş, geçen gün e-posta ile bir ileti yolladı ve adresimi istedi, Bayburt’la ilgili kitaplar yollayacakmış. Çok memnun oldum tabii ki… Hastaya tutmaç çorbası sorulur mu?
Üslubu ve anlatımı sardı hemen, usta ve akıcı… İyi araştırmış Bayburt’a dair seferberlik öykülerini. Bu öyküler cepheye ait savaş öykülerinden ziyade, cephe gerisinde yaşanmış felaketler, facialar, acılar, hüzünler… Ve hepsi çok çarpıcı, yakıcı, derinden sarsıcı…
45. sayfasında ise bu kitabın, büyük bir sürpriz bekliyordu beni. Öykünün adı “Çürük Salatalık”tı, bu ad öyle çok fazla bir şey ifade etmedi, başlığın altındaki spot da öyle: “Yokluk ve açlık günlerinde”… Seferberlikte bunlar olağan işler…
Fakat o da ne? Yahu daha ilk tümcede “Serçavuş Şevki (Gürbüz)” diyor… Yahu bu ne diyor böyle? Bu benim dedemi yazmış, hem de benim de daha önce öykülediğim ve 2007 yılında yayımladığım “Nikolay’ın Av Köşkü” adlı kitabıma aldığım bir yaşanmış olayı anlatıyor.
Benden bir yıl sonra da 2008 yılında Uygun Ahmet Aker Bey, kitabına alıvermiş.
Duygulandım, gözlerim doldu… Acaba kim anlatmış Aker Bey’e diye merak ettim, kitabın sonundaki kaynak kişilere baktım, rahmetli amcam Nihat Gürbüz’den dinlemiş.
Kaynağımız bir de, anlatımda ve ayrıntılarda doğal ki kimi farklılıklarımız var.
Olsun… Olabilir… Ama biri iki ufak yanlışa değinmeden geçemeyeceğim. Sayın Yazar, dedemin en çok Çanakkale anılarını anlattığını söylüyor ki bu asla doğru değil. Sarıkamış da var ve ben o Sarıkamış’la ilgili olarak dedemden ve babamdan dinleyerek çocuk belleğime doldurduğum anıları birçok kitabımda öyküledim, şiirledim, radyo oyunu olarak yazdım. Dedemin İstiklal madalyası olduğundan söz ediyor Aker Bey, hayır İstiklal Madalyası değildi o, Enver Paşa’nın verdiği harp madalyasıydı, bir beratla birlikte verilmişti. Berat duruyor da, madalyayı, öyküde söz ettiği dedemin yeğeni kaybetti, babam Milli Savunma Bakanlığına başvurup yenisini istedi, fakat “O madalya Osmanlı devrine ait, onlardan bizde yok, adı geçen kişi İstiklal Madalyası’na da hak kazanmış biri, dilerseniz ondan verebiliriz” dediler. Babam “Ondan herkes de var” diyerek almadı.
Evet, dedem Sarıkamış’ı da anlatırdı ve Cahit Yüzbaşı’sını anlatırdı en çok, o yüzbaşısının adını babama koymuştu ahdettiği için. Aşağıya aldığım şiirimde ve “Ölü Dirilir Hesap Görülür” aldı radyo oyunumda Cahit Yüzbaşıdan söz ederim.
O şiiri paylaşayım önce:
80 BİN CAN ÜSTÜNE OYNANAN BÜYÜK KUMAR
Dedemden dinlerdim
Sarıkamış'ın kar'ını, tipisini.
Soğanlı Dağı'nı, Allahuekber'ini.
Alnına ay doğan Cahit Yüzbaşı
Alnına ay doğan Cahit Yüzbaşı
rüyası çıkarak o gün
kurşunla parçalanmış başı.
Dedemde hayret, dedemde hüzün! ..
Doğacak ilk evladım
Cahit olsun.
Tanrı'dan budur muradım
and olsun Yüzbaşım and olsun!
Cesetler yığılırmış
Cesetler yığılırmış
soğuğa siper olsun diye.
Ayağı çarıklı bizim Mehmetçik
hakladığında düşmanı
kıl çizmesini çeker alırmış.
Tifüs varmış, bit varmış
Tifüs varmış, bit varmış
ama çok da yiğit varmış.
Kırmışız yiğitleri
bir çevirme uğruna.
Ayaz yutmuş, tipi yutmuş, kar yutmuş
uyuyakalanları uykuda ölüm tutmuş.
'Bir Sarıkamış uğruna' derdi dedem
'Bir Sarıkamış uğruna' derdi dedem
Enver Paşa'sına laf ettirmezdi.
Kumar oynamıştı oysa paşası
seksen bin can üstüne.
Baş üstüne diyerek
kara toprağa değil
beyaz kar'a girmişti
Allahuekber'de tekbir getirerekten
nice canlar uçmuştu
ak ölümlere
pak ölümlere.
Evet, şimdi gelelim Aker Bey ve benim öykülerime. Kendi öykümü aktarayım, sonra da Aker Bey’inkini ve ona en içten teşekkürlerimi sunayım:
GEYVE KOKAR BÜTÜN SALATALIKLAR, ÇANAKKALE KOKAR, SEFERBERLİK KOKAR...
Evin yanındaki o bahçeye her yıl, ama her yıl, bir evlek salatalık ekermiş dedem. Olmaya başlayınca salatalıklar, her gün seher vaktinde varırmış bahçeye; bir salatalık koparır alırmış eline, koklarmış dakikalarca. Dalıp düşünerek, oyalanarak; özenle soyar, tuzlar; azar azar, yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara yermiş.
Amcam da takip edermiş dedemi. Merak edermiş, ama bir türlü sormaya cesaret edemezmiş.
Takip edildiğinin farkındadır dedem. Bir sabah bahçeye yanına çağırır amcamı, anlatmaya başlar:
"Balkan Harbi'nden hasta, Sarıkamış'tan yaralı döndüm oğul. 1915 yılının bahar ayları geçti, yaralarım iyileşti. Savaş devam ediyor bütün hızıyla. Çoğu kötü olan değişik haberler geliyor cephelerden. Bekliyorum ki yeniden çağırsınlar, gideyim, kurtaralım ülkemizi.
Çağırdılar sonunda. Vardık Erzincan'a. Kırk bin asker toplanmış Erzincan Ovası'na. Ana-baba günü.
Hareket emri verildi iki gün sonra. Çanakkale'ye gidiyormuşuz. Sanma ki atla, ya da arabayla. At da yok, araba da. Yayan yani piyade gidilecek.
Git git bitmiyor yol. Birkaç gün sonra açlık ve kıtlık başladı. Güzergâh üzerindeki köyler ellerinden geleni yapıyorlar ama onlar da perişan ve yoksul. Böyle böyle, yürüye yürüye bir buçuk ay sonra vardık Sakarya-Geyve'ye. Geyve'de henüz sökülme mevsimi gelmemiş bir bostana düştü yolumuz. Asker, gördüğüm en şiddetli hücumu bu tarlaya yaptı. Komutanların uyarıları ve emirleri dinlenmedi bile. Serçavuştum ben, takım kumandanıydım. Takımıma 'yapmayın, etmeyin' diye yarım ağızla uyarıda bulundum. Görevimdi bu. Ama asker; aç, sefil ve perişandı. Bir yandan emir verirken, bir yandan da tarlaya girmeleri için kaş, göz ve elimle işaret ediyordum. Kendim girmedim tarlaya, ama istedim ki asker doyursun doyurabildiği kadar karnını. Beş dakika içinde o tarla, şu avucumun içi gibi dümdüz oldu. 'Açlık Hücumu' bittikten sonra girdim tarlaya; baktım, yerde ufacık bir salatalık duruyor. Kimseye sezdirmeden eğildim, almak istedim. Salatalık un-ufak oldu parmaklarımın arasında. Çoktandır koparıldığı için kupkuru olmuş yaz güneşinde. Önce uzun uzun kokladım un-ufak tozlarını, sonra hiç yoktansa deyip, o avucumu bile doldurmayan salatalık tozunu atıverdim ağzıma. İşte oğul, her seher vaktinde buraya gelişimin sebebi, Geyve'deki o kurumuş salatalıktır. O gün bugündür; Geyve kokar, Çanakkale kokar, seferberlik kokar bütün salatalıklar."
Evet, şimdi gelelim Aker Bey ve benim öykülerime. Kendi öykümü aktarayım, sonra da Aker Bey’inkini ve ona en içten teşekkürlerimi sunayım:
GEYVE KOKAR BÜTÜN SALATALIKLAR, ÇANAKKALE KOKAR, SEFERBERLİK KOKAR...
Evin yanındaki o bahçeye her yıl, ama her yıl, bir evlek salatalık ekermiş dedem. Olmaya başlayınca salatalıklar, her gün seher vaktinde varırmış bahçeye; bir salatalık koparır alırmış eline, koklarmış dakikalarca. Dalıp düşünerek, oyalanarak; özenle soyar, tuzlar; azar azar, yavaş yavaş, tadını çıkara çıkara yermiş.
Amcam da takip edermiş dedemi. Merak edermiş, ama bir türlü sormaya cesaret edemezmiş.
Takip edildiğinin farkındadır dedem. Bir sabah bahçeye yanına çağırır amcamı, anlatmaya başlar:
"Balkan Harbi'nden hasta, Sarıkamış'tan yaralı döndüm oğul. 1915 yılının bahar ayları geçti, yaralarım iyileşti. Savaş devam ediyor bütün hızıyla. Çoğu kötü olan değişik haberler geliyor cephelerden. Bekliyorum ki yeniden çağırsınlar, gideyim, kurtaralım ülkemizi.
Çağırdılar sonunda. Vardık Erzincan'a. Kırk bin asker toplanmış Erzincan Ovası'na. Ana-baba günü.
Hareket emri verildi iki gün sonra. Çanakkale'ye gidiyormuşuz. Sanma ki atla, ya da arabayla. At da yok, araba da. Yayan yani piyade gidilecek.
Git git bitmiyor yol. Birkaç gün sonra açlık ve kıtlık başladı. Güzergâh üzerindeki köyler ellerinden geleni yapıyorlar ama onlar da perişan ve yoksul. Böyle böyle, yürüye yürüye bir buçuk ay sonra vardık Sakarya-Geyve'ye. Geyve'de henüz sökülme mevsimi gelmemiş bir bostana düştü yolumuz. Asker, gördüğüm en şiddetli hücumu bu tarlaya yaptı. Komutanların uyarıları ve emirleri dinlenmedi bile. Serçavuştum ben, takım kumandanıydım. Takımıma 'yapmayın, etmeyin' diye yarım ağızla uyarıda bulundum. Görevimdi bu. Ama asker; aç, sefil ve perişandı. Bir yandan emir verirken, bir yandan da tarlaya girmeleri için kaş, göz ve elimle işaret ediyordum. Kendim girmedim tarlaya, ama istedim ki asker doyursun doyurabildiği kadar karnını. Beş dakika içinde o tarla, şu avucumun içi gibi dümdüz oldu. 'Açlık Hücumu' bittikten sonra girdim tarlaya; baktım, yerde ufacık bir salatalık duruyor. Kimseye sezdirmeden eğildim, almak istedim. Salatalık un-ufak oldu parmaklarımın arasında. Çoktandır koparıldığı için kupkuru olmuş yaz güneşinde. Önce uzun uzun kokladım un-ufak tozlarını, sonra hiç yoktansa deyip, o avucumu bile doldurmayan salatalık tozunu atıverdim ağzıma. İşte oğul, her seher vaktinde buraya gelişimin sebebi, Geyve'deki o kurumuş salatalıktır. O gün bugündür; Geyve kokar, Çanakkale kokar, seferberlik kokar bütün salatalıklar."
ÇÜRÜK SALATALIK
(Yokluk ve açlık günlerinde)
(Yokluk ve açlık günlerinde)
Serçavuş Şevki (Gürbüz), kendi tertipleri gibi Doğu ve Batı cephelerinde yıllarca birçok harbe katıldı. İşgaller, muhacirlikler, ölümler gördü. Savaş bittikten sonra, harap olmuş, adeta toprağı işleyecek insan kalmamış köyünde, uzun yıllara çiftçilik ve bir ara muhtarlık yaptı. Zamanının okumuş insanlarından sayılırdı. Şu anda ilçe olan köyü daha sonra gerçekleşen göçlerle şenlenmişti. Anıları, kitapları ve istiklal madalyası oğlu tarafından özenle muhafaza ediliyor. En çok anlattığı anıları Çanakkale ve Çanakkale savaşları ile ilgili olanlardı. Yıllar sonra gezmek için Çanakkale’ye giden yeğeni; onun defalarca anlatması ile ezberlediği, Gelibolu Yarımadası, Dardanos Tabyası, Seddülbahir, Zığındere, Arıburnu, Anafartalar, Eceabat, Mecidiye tabyası gibi birçok yer isimlerinin hepsinin doğru olduğunu oradakilerden öğrenip, dayısını yâd edecektir.
Şevki Çavuş’un birliği Erzincan’daki ordugâhtan hareket ettiğinde, askerlerin büyük çoğunluğu Çanakkale’nin ismini bile duymamışlardı. Hazırlıklar yapılırken, bin iki yüz kilometreyi aşkın yol yaya olarak yürüneceği için, düztabanlar, hasta ve zayıf görünenler ayrılarak karargâhta bırakılmıştı. Her gün altı saat yürüyüşten sonra kalan zamanda asker istirahat ediyordu. Bu istirahat sırasında; İngiliz ve Fransızların tüm dünyadan topladıkları büyük ve teçhizatlı kalabalık ordularla Çanakkale boğazını geçip İstanbul’u işgal etmek ve Yunanlılara vermek istedikleri anlatılıyordu asker arasında. Çok büyük bir kısmı şehit olacak olan bu insanlar bir an önce Çanakkale’ye varıp düşmana haddini bildirmek için can atıyordu. Haftalar sonar kışın soğuk yüzünü gösterdiği günlerde İzmit civarında Geyve ovasında, birliğe üç-dört gün istirahat verildi. Birliğin yiyecek stoku çok az kalmıştı. Asker ovada, bağ ve bahçelerde bulabildiği sebze, meyve ile karnını doyurmak mecburiyetine kalıyordu. Çok geçmeden ovada da yiyecek namına fazla bir şey kalmayacaktı.
İşte bu yokluk ve açlık günlerinde, bir grup asker bozulmaya yüz tutmuş bir bostan bağında, karınlarını doyurmak için salatalık arıyordu. Bu askerlerin arasında olan Şevki Çavuş, epeyce aradıktan sonra bulduğu büyükçe bir salatalığa elini uzatacakken vazgeçti. Çünkü iyice çürümüş olan salatalık el değince dağılıp gidecek hale gelmişti. Şevki diz çökerek ağzını salatalığa yaklaştırdı ve su haline gelmiş salatalığı bir nefeste içti. Ayağa kalktığında, burnundan, genzinden hissettiği; şiddetli, etkileyici, gülden, karanfilden daha güzel kendi ifadesiyle hoş bir esans rayihası ile adeta mest oldu. Günlerce hissetti bu kokuyu ve cephede dahi etkisinden kurtulamadı.
Savaşlı günler bittikten sonra, Bayburt’taki köyünde bulunan büyük arazisinin ufacık bir bölümünü bostan bağı yaptı. Burada her sene salatalık yetiştirdi. Onların bir kısmını soğuklar çöküp, ar düşünceye kadar bekletirdi. Kimsenin elinin değmesini istemez, üzerlerini çalıp çırpı ile örterek çürümeye yüz tutmuş hale gelmelerini bekler, diz çökerek su içer gibi içer, Çanakkale yolundaki çürük salatalığın o unutamadığı büyüleyici güzellikteki kokusunu arar dururdu.
Savaşlı günler bittikten sonra, Bayburt’taki köyünde bulunan büyük arazisinin ufacık bir bölümünü bostan bağı yaptı. Burada her sene salatalık yetiştirdi. Onların bir kısmını soğuklar çöküp, ar düşünceye kadar bekletirdi. Kimsenin elinin değmesini istemez, üzerlerini çalıp çırpı ile örterek çürümeye yüz tutmuş hale gelmelerini bekler, diz çökerek su içer gibi içer, Çanakkale yolundaki çürük salatalığın o unutamadığı büyüleyici güzellikteki kokusunu arar dururdu.
Ne yazık ki, ömrünün sonuna kadar, bütün uğraşılarına rağmen, hasretini çektiği o esrarengiz ve güzel kokuyu bir türlü bulamadığını sık sık anlatırdı yakınlarına Şevki Çavuş…