Ülkü Kervanı

Abone Ol


Bir mahşeri yaşıyorduk sanki. Sokaklar yürünmez hale gelmiş, herkes birbirinden korkar olmuştu. Öyle ki o yıllar ahbap ve dost sandıklarından kaçanın kurtulduğu ve leş kargalarının ülkemize üşüştüğü bir hengâmeydi. Dalkavukların üstün addedildiği, sanatkârların sansar, dâhilerin şebek olduğu bu devirde şehitler birbiri ardınca sıralanmıştı. Vaziyet bambaşkaydı, yaşamaksa işkence ve eziyetti. Derken sahneye bir ümit doğuyordu. Bu ümit, kuşkusuz milletin bağrından çıkan Ülkü Kervanından başkası değildir. 12 Eylül öncesi beşinci kol devredeydi. Kimsenin gıkı çıkmadığı o dönemde, acaba bu kördüğümü bertaraf edecek yürekli delikanlılar yok muydu? Elbette vardı, ama yürekli olmanın ağır bir bedeli vardı. Devletin halledemediği işi onlar üslenmişti, iyi niyetli olmak elbette güzel bir meziyetti, ama sinsi planlanmış bir senaryonun kurbanı oldukları da muhakkak. Olsun iyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir ya, o onlara yetiyordu. İşte bu güzel duygular eşliğinde, bu yağız delikanlılar yürekleriyle canla başla göğüslerini siper edip adından  “Ülkü Kervanı” olarak söz ettirmişlerdir. Ayakların yerden kesildiği, bedenlerin akkorlaştığı ve kurşun kurşun üstüne mermilerin sıralandığı o dönemlerde bunlar yaşandı hep. Bir kere bu kervan Hak yoldan dönmemeye yemin etmişti, istese de bu ulvi davadan vazgeçemezlerdi. Çünkü zalime korku, mazluma umut “Ülkü Kervanı” olmak için vardılar. Bu gençliğin vermiş olduğu mücadele dillere destan olur da. Her ne kadar dostlarca takdir gördüyse de, bu arada iç ve dış düşmanlar boş durmayıp bu kutlu yürüyüşü kösteklediği de bir vaka. Malum, Ülkü yolu zinde güçler nezdinde hafife alınıp sırça köşklerinde geceleri mışıl mışıl uykularını kaçıran sıradan bir vaka addedilmişti. O fırtınalı günlerde kurtlar sülük olup posttan sıyrıldığında Türkiye kan revan içindeymiş kimin umurundaydı ki! Dahası ‘Bana dokunmayan bin yıl yaşasın’ anlayışı hâkimdi. Ancak bu pragmatist anlayışın istisnası da vardı. Ki, bu istisnadan birincisi yediden yetmişe herkesin yüreğini yakan gök kubbeyi inleten anaların feryadı, ikincisi ise Ülkü Kervanı’nın ölürüm Türkiye uğruna baş koymuşluk mücadelesiydi. İşte o gün bugündür o ikili yüreğin sinelerinde o sevda hiç sönmedi. Ölümüne bir sevdaydı, tarif edilemez de. İşte o müthiş mücadele içerisinde Ülkü kervanı Mevlâna’nın Şeb-i Arus (Düğün Gecesi) dediği ölümü gözü yaşlı analara şöyle tarif ettiler:
      
“Ana gidiyorum Hakk yola, 
İhtiyacım var dualarına,
Hakkını helal et bana ...” 


Belki de bu sözler yürekleri dağlayan gözü yaşlı analar için son bir mektuptu.

Şeb-i Arus’a ermiş şehitler,  aralarına katılan yeni can yoldaşlarıyla birlikte anaların o hüzünlü ağlayışlarıyla birlikte salât ve selam getirdiler.  Bütün bu ayrılık kavşağında kalpler mahzun kalsa da pes etmediler. Nihayetinde bu zorlu mücadelede kazanan iç ve dış mihraklar olmadı, geçte olsa kazanan millet oldu.

Onlar ki toz bulut ve kan revan içinde aklıselim düşünme fırsatı bulamamışlardı. Ne zamanki sular durulmaya yüz tuttu, işte o zaman sağlam kafayla enine boyuna olayları analiz etme şansı elde etmişlerdi. Öyle ki meydanda leş kargaları çekildiğinde şu kanaate vardılar: tüm bu yaşananlar sistemin başlarına ördüğü bir oyunmuş. Daha doğrusu sistem ayakta kalabilmek için Türkiye sevdalıların hissiyatını kullanıp bu tezgâhı böyle kurgulamış. Meğer bütün dünyada geçerli olan bir kural varmış; CIA, Mossad, KGB, iç ve dış baronlar, uluslar arası finans aktörleri vs. imparatorluklarını sürdüre bilmek için bu tür senaryolara başvururlarmış. Onlar tezgâhlanmış senaryodan habersiz olsalar da halis niyetlerini koruyup milli bir duruş sergilemekten geri durmamışlardı. Nasıl geri durulabilirdi ki, bir sevda uğruna Allah Rızası’nı kazanmak için baş koymuşlardı bu yola.  Bu yüzden “Ölürsek ebedi hayat bizim, kalırsak vatan sağ olsun”  dediler. Her şeyden öte onlar, Haktan hakikatten kopmadan  “Hakk’ın boyasıyla boyansın gönüller” düsturuyla hareket ettiler. Ne var ki tarihler 12 Eylül 1980’i gösterdiğinde bu hissiyatı altüst eden askeri bir darbe oldu. İhtilalın akabinde terazinin bir kefesine bu devletin temeline dinamit koyan sol fraksiyonları, diğer kefesine de bu vatan için canını sebil eden Ülkü Kervanını koydular. Ve sapla samanı ayırt etmeksizin her iki tarafı da eşit kıldılar. İhtilal öncesi tufanı yaşamışlardı ihtilal sonrası kıyameti yaşadılar. Terazi önlerine konulunca ister istemez Mizan’ı hatırladılar. Tabii ki mizan’ı hatırlamak hoş bir durumdu, ancak uçsuz bucaksız yedi kat göklerde dolaşıp içten içe uyandıklarında o an gördükleri manzara hiçte iç açıcı değildi. Adalet terazisi mi, hak getire, bu kez Sırat köprüsünü hatırladılar, ama belleklerini şu düşünce sardı: bakalım devlet baba bildikleri devletlû sırattan geçmeye müsaade edecek miydi? Ne mümkün, tam bir düş kırıklığı yaşadılar. Nitekim devlete başkaldıranlarla devlete itaat edenler suçlu ilan edilmişti. Hikmet-i İlâhi alın yazılarında mahpushaneye düşmekte varmış. Neyse ki ilahi adalet bu dünyada tecelli etmese de, bunun birde öbür âlemi vardı. Yüce adaletin Mahkemeyi Kübra’da er geç tecelli edeceğine inançları tamdı.
 
Mahpushane, Ülkü Kervanı’nın daha da kavileşmesini sağlamıştı. Nihayet büyük bir sabır yüreklilikle mahpushane gönüllerde “Yusufiye Medresesi” oluverdi. Derken küçük cihaddan büyük cihada giden yolda Fahri Kâinat Efendimizin yaşadığı günleri andıran bir döneme gelinmişti.  Artık ortalık sütlimandı. Ancak 12 Eylül sonrası bir imtihan tufanı başlamıştı. Öyle ki nefisler ön plandaydı. Ülkücülüğün kitabını ben yazdım, tarihini de ben başlattım diyenler oldu. Hatta dava da, ülkü de bana ait diyenler oldu. 

Bütün bu ego kargaşalığında yerinden doğrulup aklıselim biri çıkmalıydı, çıkar da. İşte o yürekli ses Koca Reis Muhsin Yazıcıoğlu’dan gelir ve şöyle haykırır: “Hayır! Allah ve Resulü’nün hakikatleri dışında her şey tartışılır, hatta lider de, teşkilatta, doktrin de.”   

Doğrusu da buydu. Bütün bu fitne ortamında hakikatin er geç tecelli edeceğine ümit vardılar. Zaten şehitler kervanının hayatta kalanlardan beklediği de: Hak ve Hakikat Yolu’ndan dönmemekti.

Evet, her şey bitmiş sayılmazdı, zira sistemin yeni kuşağın önüne koyduğu yeni bir oyun vardı. Leş kargalarının yerini bu sefer PKK alır. Yarın kim bilir hangisi?  Artık oğullarını kurban edecek yeni toy vatan evlatlar bulmak zamanıydı. Bu işin külfetini üstlenecek yeni delikanlılar bulmak gerekti, ama nasıl? Malum, 12 Eylül öncesi bu işi üstlenecek gönüllü (ücretsiz) Ülkü Alperenleri vardı. 12 Eylül sonrası gönüllü erler çıkmasa bir başka yöntemle Özel harekât adı altında bir güç bulunur da. Derken yeni aday yağız delikanlılar uluslararası sistem tarafından oynanan bir oyun olduğunun farkında olmadan bu görevi en iyi şekilde deruhte etmek için yola koyulurlar bile. Artık Anadolu’nun yağız evlatları otuz yıl boyunca vatan ve millet uğruna Cudi veya Kandil dağlarında canhıraş şehit oluyorlardı. Ya baronlar, onlar da her zaman ki gibi eğlenmekle meşgullerdi.

Peki, nimeti kim paylaşıyor derseniz, malum, bunlar sonradan fark ettiğimiz seçkinler, oligarşik elitist tabakadan başkası değildi elbet. Nitekim her zaman öyle de olmuştur. Külfet yiğit evlatlara, nimet seçkinleredir. Kelimenin tam anlamıyla bir eli yağda, bir eli balda olanlar bu ülkenin dokunulmazlarıdır.        
 
Bu oyun burada bitmez, bir şekilde sürekli değişik adlar altında Türkiye’de tezgâhlanacak gibi.  Belli ki bu senaryoyu bozacak stratejik bir akıl ya da basirete ihtiyaç var.  Yinede her şeye rağmen değişmeyen tek şey hakikattir. Tek tutunacak dalımız sarsılmaz imanımız ve ülkümüzdür. Madem öyle, günümüz Nizam-ı Âlem Alperenleri dünün Ülkü ağabeylerinin yaşadıklarından alması gereken birçok dersler olmalıdır. Buna mecburlar da. Bakın onlar bu dünyada sefa sürmeden göçüp gittiler. Öyle ki “Salâtullah Selâmullah,  Aleyke ya Resûlullah” diyerek meydanlarda yüce bir dava uğruna nice başlar verildi, onları hiç soran olmadı da.  Varsın sormasınlar. Can bülbüle dönüşünce ne önemi var ki. Onlar ebediyete uçtular, şehit kanlarında gül oldular. Biliyorlardı ki bu can ten kafesinde sadece bir emanettir.  Nasıl olsa bir gün bu emanet alınacak, en iyisi mi bu dünya kafesinde yatarak ölmektense şahadet şerbetini içip öyle göç etmeyi tercih etmişlerdir. İşte onların hayatları buydu. Her şeyden önemlisi bu hayat serüveninden bugünün alperenlerine bir tecrübe, bir ışık kalmasıdır. Ne mutlu bu ışıktan istifade edebilene...      

Gerçekten de Hakka inanan ve Allah (c.c.) yolunda can verenlere çok şey borçluyuz. Ülkü Kervanı’nın bu kutlu yürüyüşüne layık olabilmek için onlara yâr olabilmeli, kaygıdan azad olup gönülleri şadan kılmalı. Gerekirse can mülkümüzü abad bilip can dostları selamlamalı.           

Velhasıl; Onlar “Bir ölür, bin diriliriz” dediler. Yetmedi onlar “Hak nasip eylese de, bu mübarek seferde Rasulullah (s.a.v.)’in izinin tozuna sürsem yüzümü” dediler. Ve sonunda gâh düşünde Cemalin bu kez görebilmek aşkıyla ebediyete kanatlanıp gonca gül misali vuslata erdiler.

Ruhları Şad olsun!