Ulusal Kurtuluş Savaşı vererek laik/seküler devlet kurulan ülkelerde, 20’inci yüzyılına sonlarına doğru neden din eksenli rejimlere doğru gidildi?
Amerikalı Profesör Mıchael Waltzer, dilimize “Kurtuluş Paradoksu/Seküler Devrimler ve Karşı Devrimler” adlı kitabında (İletişim Yayınları) işte bu konuyu işleyip irdeliyor.
Üç ülkeyi mercek altına almış Waltzer; Hindistan, Cezayir ve İsrail. Üç ayrı dinden üç ülke. Bu üç ülke, ulusal kurtuluş savaşı vermiş, laik rejimler kurmuşlar, fakat zaman içinde dinlerin bir karşı devrim olarak bu ülkelerde çeşitli biçimlerde yönetime geldikleri ya da etkili oldukları gözlemlenmiş.
Yazar tüm bunları irdelerken ilginç saptamalar yapmış. Bunların en başta geleni ve çarpıcı olanı İsrail, Yahudilik ve Siyonizm’le ilgili olanları. Hani bizde hep öyle bilinir, işlenir ve propaganda edilir ya “Yahudi Devleti, Yahudiliğin, dünyanın dört bir yanına dağılmış Yahudilerin ve dolayısıyla Siyonizm’in bin yıllık bir düşü idi, sonunda gerçekleşti.”
Hiç öyle değil, Waltzer’e göre Yahudilikle Siyonizm aynı şey değil, felsefeleri taban tabana zıt, başlangıçta Yahudilikle Siyonizm’in aykırılıkları oluyor, çünkü Yahudiler, dünyanın her yanına dağılmalarının kutsal kitaplarına göre bir “Takdir-i İlahi” olduğuna inanıyorlar ve bunu doğal görüyorlar. Yazar diyor ki “Sürgüne dair siyasetin iki yönü vardı. Birincisi Yahudiler, Yahudi olmayanların yönetimine riayet ettiler, ikincisi ilahi kurtuluş için sabırla beklediler, ertelenmiş bir umudun siyasetini güttüler. Oysa Siyonizm, Tanrısal sürgünün yadsınması, ‘riayet ve ertelemeye’ isyandır.” Ve İsrail Devleti kurulduktan sonra göçmenlerin o topraklara yerleştirilmesi, kültürel dönüşümü sağlayacak, yani dinsel saplantılardan sıyrılacak bir süreç olarak tasarlandı.Yazar bu bağlamda “Her yeni şey Tevrat tarafından yasaklanmıştır” diyen Ortodoks Yahdilerin tutum ve durumlarını şöylece aktarıyor:
“İsrail’in aşırı Ortodoks Yahudileri olan Haredi Yahudileri, toplumda en hızlı nüfus artışının görüldüğü kesimdir ve devleti gerçekte kendi devletleri olarak görmezler. Aralarında bazıları ateşli milliyetçidir, fakat vatandaşların bütününe karşı bir sorunluluk taşımaları gerektiğini, kendileri ve tüm diğer İsrailliler için ortak bir ‘yararın’ bulunduğunu düşünmezler. Her zaman dışlanmış ve savunmasız olan, dışarıda bırakılmış insanların sahip olduğu bir devlet algısına sahiptirler. Siyasi anlamda oportünisttirler, devletin sunduğu her türlü avantajdan yararlanır, ancak yüklerden kaçarlar. Demokrat yurttaşların arasındaki duygudaşlık ve demokratik siyasetin serbest ve kaygısız tartışmaları onlara büyük ölçüde yabancıdır. Onlar daha eski bir duygudaşlığa aittirler, hahamları otorite kabul edip blok halinde oy verirler.”
Nasıl da benziyorlar bizimdinbazlara öyle değil mi?
Evet, bu kitaptan başka önemli bilgiler de aktarayım:
-Hindistan’da Gandhi, “Din, egemen toplumsal düzene ve aslında her şeye karşı bir teslimiyet felsefesi öğretir” diyen seküler ve modernistNehru’ya bıraktı yerini. Nehru’nun milliyetçi-feminist Bakanı Kaur’un gerçekleştirdikleri ve Hindulara karşı hamleleri…Seküler bir Hindistan arzulayan Nehrucu vizyon neden tutunamadı?
-Cezayir’in gelecekteki devlet başkanı Bin Bella, Fransız Cezaevinde sol yayınları; Lenin, Sartre ve Malraux’un eserlerini okuyup çalışıyordu. Fakat bağımsızlıktan sonra Bin Bella “İslamî Sosyalizm” istedi. Bu da en başından bir kafa karışıklığı ve zaaftı.
-Cezayir Ulusal Hareketi’nde kadın ve bugünkü durum… 1990’lar boyunca Cezayir’de terör estiren İslamcı fanatikler.