Türkiye’nin Alevi sorunu çözülebilir mi?

Abone Ol

Önce sorunun kaynağında ne vardır ona bakmak gerekir. Bir defa Alevi anlayışı, bir “dini sorun” değil siyasi bir sorundur. Unutmamak gerekir ki bu topraklarda yaşayan İslam inancının içindeki bütün akımlar, aynı kaynağa bağlıdır. Hacı Bektaş’ta, Hacı Bayram’da, Mevlana Celaleddin Rumi’de, Emir Sultan ve bütün Horasan erenleri gibi hepsi Hoca Türkistan Yesevi’yle, O’nun dergâhıyla, manevi ruhuyla irtibatlıdırlar.

Türklerin Orta Asya’dan, Horasan’a Anadolu’ya kadar, kurdukları medeniyet bütünüyle bu ruhun taşıyıcısıdır. Bunu ilk “Türk Mutasavvıfları” yazarı Türk düşünürü, bilim adamı Fuat Köprülüzade de böyle yazmıştır, “Türkler Anadolu’da” yazarı Fransız Claude Cahen de böyle yazmıştır.

O halde, sorun nerede siyasileşmiştir? İslam içinde sorunun kaynağı şüphesiz Kerbela’dır ve mesele ilk defa burada “siyasi bir mahiyet” kazanmıştır. Kerbela şehitlerinin, dar görüşlü, bağnaz iktidar peşinde koşan bir anlayışın dışındaki “bütün İslam dünyasında” farklı mezhep ve anlayışlarda nasıl bir acı ve matem yarattığı açıktır.

Siyaset ve mezhep

Bugün Türkiye’de, muharrem ayı ve aşure günlerinin canlı bir şekilde yaşamasını da bunun bir ifadesi olarak görmek lazımdır. Başbakan Davutoğlu Hacı Bektaş’ta düzenlenen, “geleneksel aşure günü”ne katılarak yaptığı konuşmada, bütün tarihi kültürel birikimi içinde, Alevi inancına mensup insanlarımızın taleplerini karşılamak konusunda kararlı olduğu mesajını verirken, sorunun siyasi bir niteliğe sahip olduğunu da “Hacı Bektaşi Veli felsefesi” üzerinden değerlendirmeleriyle ortaya koymuş oldu.

Alevi meselesinin Türkiye’de önemli iki siyasi olayla irtibatlı olduğu söylenebilir: Bunlardan biri Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail arasındaki tarihi ihtilafa dayanmaktadır. Bu ihtilafın, zaman içinde “siyasi bir mesele olmaktan çıkıp, nasıl bir mezhep karşıtlığına dönüştüğü” üzerinde durulması gereken bir konudur. Bir tarafta, bir imparatorluk, evrensel ölçekte “Doğu’nun Batı’ya meydan okuması” vardır.

Diğer tarafta ise, bir Türkmen devleti kurma meselesi vardır. Öyle ki, iki hükümdarın aralarındaki yazışmalarda, suçlamalar da, din ya da “mezhep üstünden” değil, “Türkmen davası” üzerinden sürdürülür. Ayrıca Şah İsmail’i yenen Osmanlı ordusunun “profesyonel askerlerinin Alevi- Bektaşi olduğunu” meselenin mezhep davası olmadığını anlamak için hatırlamak gerekir.

Alevi olmak

İmparatorluğun “Türkmen”i unuttuğu iddiası bugün bile lâfzî olarak çoğumuza sıcak gelen “etnik bir hassasiyet” olabilir. Elbette ki burada tarihin seyri, bu coğrafyanın tarihsel misyonundan yana, esas itibarıyla da “Batı’ya karşı verilen cevaptan yana teşekkül etmiştir”. Bu tarihsel olayın, yıkıcı sonuçları ve acılarının bugün ciddi bir tahribat yaratmaması için, yeni bir dile, yeni bir anlayışa ihtiyaç vardır. Başbakan Davutoğlu’nun dili ve bu meseleye hâkimiyeti, bu bakımdan önemlidir.

İkinci siyasi mesele, Cumhuriyet döneminde “tekke zaviye ve dergâhların kapatılması” suretiyle ortaya çıkan sonuçlarla ilgilidir. Bugün “Alevi sorunu” denilen meselenin temelinde bu siyasetin rolünü görmezden gelmek, dürüst bir tavır değildir. Yaklaşık 500 yıl önceki ihtilafı görüp bu sorunu görmemek siyasi körlük ve ahlaki bir sorundur.

Bu uygulamalar, Alevi inancına mensup insanları, birincisi; dergâhlarda tekkelerde sürdürdükleri geleneksel eğitim imkânlarından mahrum bırakmıştır. Alevi-Bektaşi inancı, kentlerde bu kurumsal yapılardan mahrum olunca bir boşluğa düştüğü gibi, köylerde de “öğretiye-kitaba” dayalı eğitim imkânlarını kaybetmişlerdir. Böylece Alevi-Bektaşi inancı “cem ritüelleriyle” sınırlı kalmış, onun da yapılması ancak, kaçak şekilde mümkün olabilmiştir. O halde mesele bugün, ancak ve ancak Türkiye’nin demokratikleşme konusu çözülerek halledilebilecek bir meseledir.