Türk-Kürt Rabia'yız biz

Abone Ol
Kürt kimliğine Rabia’ca ve objektif kriterler açısından bakmak varken, maalesef bu mesele bir bardak suda fırtına kopartılaraktan suni gündem oluşturulmak tercih ediliyor. Neyse ki Türkiye’de değişim rüzgârları estikçe kendilerini entel sanan bir takım sözde aydınların oluşturdukları fitne fesat hevesleri kursaklarında kalabiliyor. Tabi oturdukları yerden ahkâm kesmek çok kolay, oysa laf üreteceklerine kafalarını gömdükleri kumdan çıkarıp biraz da tarihi belgelere kafa yorsalar el mi yaman bey mi yaman asıl o zaman gerçekler su yüzüne çıkacaktır. Her neyse onlar masa başı laf ürete dursunlar, bizim kanaatimiz odur ki; Kürt halkının gerçek anlamda kimlik problemi yoktur, sadece bir takım densizlerin sebep olduğu algı operasyonları neticesinde kendilerini dışlanmış hissine kaptırmışlığın vermiş olduğu eziklik problemi söz konusudur. Bunun dışında Kürtlerle bizim aramızda o güçlü kardeşlik bağını koparacak herhangi bir sıkıntımız yoktur. Hem niye durduk yere bu ezikliği onlara yaşatalım ki, baksanıza yıllar boyu birbirimize kız vermiş, kız almışız, yani etle tırnak misali birbirimize kaynaşmışız, o halde daha nasıl aramızda ayrılık gayrilik olabilir ki. İşte bu yüzden 'Türk-Kürt Rabia’yız' bilinciyle her türlü etnik ve siyasi Kürtçülüğe pirim vermeyiz. Ne var ki, bizim birbirimize olan gönül bağının dışında bir başka zihniyet daha var ki, o hemen herkesin bildiği bize hep üst perdeden bakmayı huy edinmiş bir zihniyettir. Tahmin etmişsinizdir bu zihniyeti, hani şu Sivas’tan öteye geçemeyipte bölge insanıyla hemhal olmayı kendilerine zül addeden zihniyet var ya, hiç kuşkusuz onları kastediyoruz. Maalesef Sivas’tan öteye geçemeyen malum zihniyetin uzun yıllar boyu o bölgeye yönelik bön bakış tarzları ve alakasız kalışlarının doğurduğu sıkıntıların ceremesini bu gün tüm halk çekiyor.

Hani tabiat boşluğu sevmez derler ya, gerçekten de halkla bir zamanlar "jandarma dipçiği" vasıtasıyla diyalog kurulmaya çalışıldığı tek parti dönemini hatırladığımızda, vatandaşla devlet arasında büyük bir güven aşımının yaşandığı bir vaka. Her ne kadar şimdilerde halkla doğrudan hem hal olmak gerektiğini fark etmiş yeni yöneticilerimiz olsa da geçmişte yüreğimize hançer misali saplanan o derin yaraların izlerini bir anda sarmak hiçte kolay gözükmüyor. Düşünsenize bölge halkı uzun yıllar statükocu zihniyet tarafından ihmal edilmiş, yetmemiş yöre halkı "Siyasi Kürtçü" akımının kucağına terk edilmiştir. Derken bölge halkı PKK’nın yalan, dolan ve entrikaları karşısında ne yapacağını bilemez olmuştur.
 
Hani Aristo’nun şu meşhur ‘Tabiat boşluğu sevmez’ sözü var ya, aynen öyle de bölücü örgütün her türlü kara propaganda ve entrikalarına aman vermek istemiyorsak yapılacak en akılcı hamle meydanı boş bırakmamak olmalıdır. Yani, her türlü bölücü ve ayrılıkçı hareketlerin propaganda malzemelerini elinden almak olmalıdır. Öyle almalı ki, PKK’nın el ve avucunda istismar edecek hiçbir malzeme kalmamalı. Farzı muhal PKK şer örgütü sürekli "Kürt kimliği tanınmalı" propagandası mı yapıyor, bizim yapmamız gereken "Evet bizde Kürt kimliğini tanıyoruz" deyip gereğini yapmaktır. Aksi halde PKK’nın ekmeğine yağ sürmüş oluruz. Kaldı ki Kürt kimliğini tanımakla Türkiye bölünmez. Üstelik ortada bölünme diye bir şeyde yok, sadece bir takım sığ kafaların zihninde yer etmiş paranoyak bölünme korkusu vardır. Oysa fikrine güvenen fikirden, birlik ve dirlik tutkusundan emin olan suni bölünme propagandalarından korkmaz. Kaldı ki suni bölünme kaygısı daha çok kapalı toplumlara has dürtülerdir, bize gönülleri fethetmek yaraşır. Zira fetih, kapalılık değil açılım demektir. Hatta bizim açılımımız kökü mazide olan âtî olmaktır. Bakın açık toplumlar böyle durduk yere algı operasyonlarıyla karşı karşıya kaldıklarında hemen reaksiyonvarı yasaklayıcı yöntemlerle meseleye yaklaşmazlar. Bilakis algı operasyonlarının belini kırmaya ve istismar alanlarını daraltmaya yönelik yöntemlerle meselenin üstesinden gelirler. Hiç kuşkusuz PKK terör örgütü, Kürt kimliği tanınmalı derken tıpkı Ortadoğu çıbanı İsrail’in Arz-ı Mevudu tarzı bir dava güder, bunun farkındayız elbet. Fakat bu demek değildir ki PKK böyle düşünüyor diye bizde Kürtleri bir takım haklardan mahrum edelim. Tam aksine meseleye kardeşlik projesi ve Rabia’ca bakış çerçevesinden yaklaşmamız gerekir. İşte bizim farkımız bu, yani PKK'nın tezinde ayrılık gayrilik var, bizim kadim temel tezimizde ise tarihten bu yana ‘Bir olmak’, ‘İri olmak’, ‘Diri olmak’ ve ‘Rabia olmak’ tutkusu vardır.

Şu da bir gerçek; Kürt halkına illa da siz Türk boyundasınız tarzı bir dayatma da doğru olmaz. Dayatmak, ötekeleştirmek asla bizim tasvip edeceğimiz bir metot değildir. Bu tür metotlarla kim ne bulmuş ki bizde bulalım, kaldı ki böyle yapmakla bu işin içinde kaş yapayım derken göz çıkarmakta var. Hatta kimi çevrelerce Kürt, Çerkez, Abaza vs. tüm etnik kavramları maksatlı olarak ortaya atılmış olsa bile, biz kendi işimize bakıp ‘Hepimiz Rabia’yız’ bilinciyle hareket etmekte fayda vardır.
 
Evet, Hepimiz Aynı Kilimin Rabia Desenleriyiz. Kelimenin tam anlamıyla hiç bir ülkeye nasip olmayan davul zurna, kemençe eşliğinde Edirne’den Kars’a kadar kilim üzerine boy boy, lehçe lehçe, şive şive, nakış nakış işlenmenin adıdır Rabia.  Yeter ki ‘Rabia işaret’ dili iyi anlaşılsın, bak o zaman bu engin kültür birikimiyle Anadolu kilimi üzerinde Rabia’ca bağdaş kurup hemhal olduğumuzda birlikten dirlik doğacağı muhakkak. Nitekim Rabia işaretinin belirlediği hedef bize çağ atlatır da. Bakın bu topraklar tarihte kimlere hayat vermedi ki bize de vermesin. Zira Türkiye doğulusu ve batılısıyla, kuzeylisi ve güneylisiyle bölünmez bir bütündür. Her ne kadar bir takım aklı evveller "Kürt" ibaresine birçok anlamlar yükleyip, anlam kaymasına yol açsalar da, şunu iyi bilinsin ki boşa heveslenmesinler Kürtlere suni soy kütüğü veya ayrı bir soy ağacı izafe edilerek Rabia’mızı bozmaya izin vermeyiz. 'Kürt' ibaresinin geçtiği her ne varsa: ister metin, ister yazıt, ister müzik, ister söyleşi olsun fark etmez bizim açımızdan tehdit oluşturmaz. Kaldı ki Kürt halkının kültürüne, hayat tarzına kısıtlamalar getirilse de uydu yayınları ne güne duruyor, yasak koymak ne mümkün. Artık günümüz teknolojisinde her tür yayın çok rahatlıkla izlenebiliyor. Hele şükür devlet erkânı geçte olsa Kürtlere yönelik TRT Kurdî kanalı açmış durumda, dedik ya tabiat boşluk kabul etmez, şayet meydan boş bırakılırsa birilerinin bu boşluğu doldurması kaçınılmaz olur.

Türklerin Anadolu’yu vatan edinmesi 

Türkler Anadolu'yu vatan edindiğinde buralarda ne Rusya, ne de Amerika'nın esemesi okunurdu. İstanbul’un fethinde bile Amerika diye bir kıtanın varlığı bilinmezdi. İşte bu tür bilinmezlikler içerisinde Anadolu’ya geldiğimizden bu yana üzerinden 10 asır geçmiş olmasına rağmen atalarımızın nefesiyle vatanlaştırdığımız bu coğrafyayı bize dar etme arzusu taşıyanlar var. Yetmedi ‘Kürdistan’ devleti kurma hayali peşinde koşanlar var. Daha yetmedi ellerinde tuttukları "Etnik ve Siyasi Kürtçülük" kartıyla gerektiğinde Selahattin Demirci’ye ekranlarda saz çaldırıp milletin tâ kendisi iktidarı devireceğini sanan Soros ahmaklar var. Onlar Soros varı oyunlarla hangi bozguncu kartı koz olarak kullanırsalar kullansınlar, şunu iyi bellesinler ki; "Anadolu Malazgirt'le başlayıp İstiklal Savaşıyla fethi tamamlanmıştır, asla Soros’un karanlık oyunlarına geçit vermeyiz. Hiç kuşkusuz Malazgirt zaferinin kazanılmasında Kürtlerin katkı payı inkâr edilemez. Alparslan'ın Mervani Kürtlerini ordu saflarına katması bunu doğruluyor zaten. Tabii Alparslan onları ordu saflarına alırda Kürtler taşın altına elini koymaz mı? Hem de hiç tereddüde mahal bırakmaksızın kendilerini Türklerden gayri görmeyecek derecede elini taşın altına koymuşlardır.  Nasıl ki Türkler tarihin bir zaman diliminde Abbasi ordusu saflarına köle olarak dâhil olmuşsalar, Kürtlerde tarihi süreç içerisinde katıldığımız birçok seferlerde bizi yalnız bırakmamışlardır. Öyle ki Türkler ileri ki yıllarda hilafet ordusundan ayrıldıklarında bile asker sayısında ki düşüşü Kürt aşiretlerinden toplanan ücretli askerlerle telafi etmişlerdir. Aslında bu tür telafileri o günkü şartlarda düşündüğümüzde son derece zekice bir uygulama olduğu anlaşılır. Hatta bu hususta David McDowall ‘A Modern History of the Kurds’ adlı kitabında şöyle der: “Malazgirt savaşı Kürt hanedanlıkları ve valiliklerinin sonu oldu, zira zaferden sonra Selçuklular yeni 'Kürdistan' bölgesini Türkmen bürokratlar eliyle yönetmeyi tercih ettiler.” Evet, bu müthiş ifadelerden de anlaşıldığı üzere Alparslan Anadolu’yu vatanlaştırmak uğruna her kim orduya dâhil edilecekse etmiş, her kim yönetilecekse yönetmişte. Zaten aksi bir tutum sergileseydi Selçuklu sonrası Osmanlı döneminde Yavuz Sultan Selim’den koparılan tavizlerin bir başka türü Alparslan’dan da pekâlâ koparmak mümkündü. İşte Alparslan’ın bu akıl dolusu katılımcı hamleler meyvesini verip Sultan Melikşah’ın Mervani Kürtlerin gün be gün erimekte olan iktidarına son vermesi pekte zor olmadı. Şayet dert dava bir gücün varlığını ortaya koymaksa, bu noktada ancak Selçukludan bugüne ‘Türkü Kürdü Hepimiz Anadoluyuz’ gerçeği ortaya çıkar. Sadece Anadoluluk mu, hatta Selçuklunun devlet geleneğiyle birlikte ortaya koyduğu devasa kültür mirasıyla da yüzleşiriz. Dolayısıyla bir takım çevrelerin Soros’ca etnik kavramlara gönderme yaparak ağızlarına sakız yapıp ikide bir lafı eveleyip gevelemesinler, bu topraklarda bin yılı aşkındır Türkü Kürdü hepimiz kardeşiz, bu yüzden gerektiğinde Rabia’mıza uzanan elleri kırarız da. İşte bu meyanda Cemil Meriç’in Rabia’ca; "Kürtçülüğü tasvip etmiyorum. Ortada bir dil yok, devlet geleneği yok, neye göre devlet kuracaklar ki? Biz onları devlet memuru, bakan, profesör, asker yapıyoruz, hiç bir zaman ayrı gayrı görmedik. Buna rağmen bunca gürültü niye kopar anlamak mümkün değil" ifadeleri tüm Soros ağızların ağzının payını verecek cinsten ifadelerdir. 

Evet, Türk-Kürt arasında ayrılık tohumları ekip tefrika oluşturmakta mahir etnik ve siyasi Kürtçü akımlara meydanı terk etmemeli. Baksanıza bir kısım ard niyetli sözde aydınlar Kürtlerle aramızda ki Rabia bağını koparıp Ari ırk kategorisine dâhil etmek çabası içerisindeler. Oysa Cemil Meriç'in de işaret üzere ortada ne elle tutulur bir devlet geleneği ne de elle tutulur bir dil var, şimdi bu durumda nasıl olurda soy sop faslı güdülür ki. Kaldı ki Türkler Anadolu'ya geldiklerinde buralarda ne bir Ermeni, ne de bir Kürt devleti vardı. Ortada sadece ciddi manada elle tutulur cinsten diyebileceğimiz XI. asırdan itibaren buraları mesken tutmuş Artukoğulları, Dulkadiroğulları, Akkoyunlular, Karakoyunlular, Karakeçililer, Danişmendoğulları, Mengüçoğulları, Saltukoğulları ve daha nice Türkmen veya Oğuz boylarının kültür harcı ve mührü vardı. Ki, bu sıraladığımız beyliklerin kültür varlığını arkeolojik kazılar doğruluyor. Ancak arkeolojik kazılarla ortaya çıkan bu kayıtlara rağmen hala kimi çevreler utanmadan sıkılmadan bin yıllık Anadolu coğrafyası üzerinde algı operasyonu yapabiliyor, bu ne pişkinlik, bu ne aymazlık hak getire. Dahası Türklerle Kürtlerin Millet-i hâkime çerçevesinde yıllar boyu kardeşçe bir arada yaşadıkları gerçeğini kurnazca gözlerden uzak tutuyorlar. Neyse ki bunca sinsi oyunlara ve kışkırtmalara rağmen hele şükür ki bu topraklar da Türklerle Kürtler kardeşçe bir arada yaşama arzusu baskın bir değerdir. Nasıl baskın değer olmasın ki, dile kolay bin yılı aşkın etle tırnak misali kaynaşık kardeşçe yaşamışız. Birlikte halay çekmiş, aynı sofranın başında bağdaş kurup hasbıhal olmuşuz. Tüm bu Rabia’ca yaşananlardan sonra şimdi birileri gelip etle tırnağı birbirinden ayırmaya kalkışacak, bizde seyirci kalacağız, olacak iş mi? Ne mümkün, gerekirse gök kubbeyi başlarına yıkar, asla hepimiz ‘Rabia’ olmaktan vazgeçmeyiz.  
Besbelli ki tarih boyunca uzun yıllar bir arada kavgasız gürültüsüz bir arada kardeşçe yaşamamızı kıskanıp çatışma ortamını arzulayanlar var. İcabında bu işten nasıl rant elde ederiz hesabı yapanlar var. Hele uyuşturucu ticareti yapanlardan tutunda silah tüccarlarına kadar birçok sektör gerilimin devam etmesinden yana bir tutum içerisindeler. Hatta bu tutumu Avrupa Birliği karşıtlığı tavırların da görmek mümkün... Çok iyi biliyorlar ki Avrupa normlarına uygun hayat tarzı devreye girdiğinde Türk-Kürt kardeşliği aslına rücu edecektir. Böylece etnik ve şöven duygulara yönelik yapılan özerklik, kanton devlet gibi ipe sapa gelmez mesnetsiz propagandalar etkisini yitirip Rabia işaretiyle anlamlandırdığımız “Tek Vatan, Tek Devlet, Tek Millet, Tek Bayrak Rabiamız” daha da bir anlam kazanacaktır. Rabia olmaya mecburuz da. Bakın Kürtlerin %50’si bizim coğrafyada yaşamaktadır. Her ne kadar doğup büyüdükleri topraklar doğu ve güneydoğu olsa da büyük çoğunluğu başta İstanbul olmak üzere pekçok büyük şehirlerde varlar zaten. Belirli bir bölgeye haps olmuş durumda değiller, Rabia’ca Türk Kürt iç içeyiz. Şimdi Rabia’dan bihaber bir takım aklı evvellere sormak gerekir, bu durumda nasıl özerklik olur ki. Bir kere bu talep eşyanın tabiatına ve Rabia parolamızın ruhuna aykırı, nasıl ayrı gayri yaşarız ki. Asla PKK terör örgütünün tezleri bizim algımız olamaz.  Zira PKK tezi ayrı, Kürt realitesi ayrı bir şeydir. Biri silahlı terör örgütü, diğeri Millet-i hâkime refleksiyle uzun yıllar kardeşçe yaşadığımız Türk-Kürt Hepimiz Rabia realitesidir. İşte bu yüzden çatlasalar da, patlasalar da,  hatta canlı kalkan olsalarda bizi birbirimizden ayırmaya güçleri yetmeyecektir, bu böyle biline. 

Sosyo-ekonomik çözümler şart

Yine bir kısım aydınlar Kürt meselesinin Emevi ve Osmanlıdan bu yana beş yüz senelik bir mesele olduğunu, dolayısıyla Kürtlerin devlet olamamak gibi bir duyguya kapılarak çıkmaza düştüklerini dillendirmekteler. Yani ağızlarından bir türlü çıkaramadıkları baklada PKK ile başlamış bir mesele olmadığını demeye getirirler. Acaba öyle mi dersiniz. Oysa bu mesele 19. yüzyılda gün yüzüne çıkmış bir meseledir. Malum 19. yüzyılla başlayan imparatorlukların dağılma süreci içerisinde bize de ulus devlet olmak düştü. Tabi ulus devlet olunca da ulusalcılık fikri resmiyet kazanıp Kürt realitesi yok sayılmıştır. Hiç kuşkusuz bu yok sayma halkın tercihi bir yok sayma değildi, bilakis resmi anlayışın ortaya koyduğu bir yok saymaydı. İşte bu ötekileştirme siyasetidir ki Türkiye’de bir zaman Çorum, Sivas, Kahramanmaraş, Malatya, Diyarbakır gibi yerlerde sıkça yaşanan sağ-sol, etnik, mezhebi ve meşrebi çatışmalardan geçilmez hale gelmiştir. Maalesef ulus devlet projesi Türkiye’de bir arada kardeşçe yaşama geleneğimizi çoğulcu bir anlayışla çözmek yerine tek tipleştirmeye yönelik dayatma bir metot sergilemiş ve bunun sonucu olarakta bugünkü problemler yumağı tabloyla karşılaşmışız. Düşünsenize bir zamanlar Türkiye, İran ve Irak hattı üçgeninde aramızda sınır yokken, Kürtler bir sabah uyandıklarında bir de karşılarında ne görsünler; kardeşlerinin bir kısmı bir kısmı İran coğrafyası içerisine, bir kısmı Irak coğrafyasına savrulmuşlar. Hatta şaşkın bakışlar arasında birbirleriyle ziyaret etme imkânının kalmadığını gösteren misak-ı milli sınırlarının çizilmiş olduğunu fark ettiler. Böylece bağrımızdan kopartılan bu kardeş topluluklar kimi ikamet ettiği devletlerin bünyesinde sığıntı halde, kimi doğrudan tabii olduğu devlete bağlı kalarak, kimi de özerk topluluklar halde yaşar hale gelmişlerdir.
Peki, Türkiye sınırları içerisinde kalan Kürtler? Malum Türkiye Kürtleride uluslaşmanın başlangıç evresinde tek tipleşmeye dayalı politikaların kurbanı olmuşlardır. Derken başlangıç evresinde Kürtlere yönelik tek tipleştirici ve ötekileştirici politikaların doğurduğu bir takım sancılar kardeşliğimize gölge düşürmüştür. Neyse ki geçte olsa ileriki yıllar da devletlû erkân tek tipleştirici politikaların bu toprakların dokusunu bozduğunu fark etti de gelinen noktada çözüm sürecinden bahseder hale gelebildik. Zaten fark etmekte gerekti. Bakın tüm dünyanın gözü bizim üzerimizde. Bilhassa tüm küresel aktörler şu gerçeğin farkındalar; Türkiye bir ayağa kalkarsa tüm Asya, Ortadoğu ve Balkanlardaki mazlum halkların yeniden umut tacı olacak. İşte bu yüzdendir ki küresel güçler bizim Ortadoğu enerji koridor hattında inisiyatif alıp etkin rol sahibi olmaktan son derece rahatsızlar. Biliyorlar ki, ilerleyen zamanlarda buralarda daha da etkin bir rol aldığımızda Ortadoğu'nun kontrolü onlar açısından zorlaşabilir. İşte bu endişe ve kaygılardan dolayıdır ki Türkiye’de ikide bir şiddet hareketlerini alevlendirip ayar çekmekten geri durmazlar. Onlar ayar çeke dursunlar, madem artık bizde oralarda inisiyatif aldık, o halde kararlılığımızdan vazgeçmeksizin hiçbir yılgınlığa kapılmadan ortadoğuda var olmaya devam etmeliyiz. Hem madem ABD, İngiltere, Fransa, Almanya,  hatta İran Ortadoğu’da pastadan pay kapmak için mevzi almış durumdalar, o halde yabancısı olmadığımız bu coğrafyaya onlardan önce bizim var olmamız gerekirdi. Düşünsenize elin adamı ABD, tâ okyanus ötesinden kalkıp petrol uğruna Kuzey Irak'a çıkarma yapmayı göze alabiliyor. İcabında hızını alamayıp Irak'a, Afganistan'a girebiliyor. Artık Ortadoğu toprakları üzerinde derin çıkar ilişkileri ve bir takım hesapların yapıldığı net bir şekilde görülüyor. Anlaşılan; ‘Bir damla kan bir damla petrol’ sözü boşa söylenilmemiş. Peki, bu hengâmede bize düşen nedir derseniz, bir kere ilk evvela işimize kendi evimizin önünde koyulmalı. Doğu ve Güneydoğu arazi yapısı sarpmış, kayalıkmış, iklim şartları elverişli değilmiş, ilkel ve konar-göçer hayat tarzı varmış gibi sudan bahaneleri artık geride bırakmamız gerekir. Değil midir ki bu tür sudan bahaneler yüzünden yöre halkı kendi başının çaresine bakıp "aşiret" liderleri etrafında kendilerini konumlandırmışlar. Hatta oralara devlet hizmetinin ulaşmadığı yıllarda yöre halkı bağlı olduğu aşiret liderlerine sadakatlerini "Bey", “Ağa", "Reis" unvanlarıyla taçlandırmışlar da. Ancak şu da var ki, bu unvanlarla anılan aşiret liderlerini orta çağ döneminin serf veya senyörleriyle karıştırmamak icap eder. Asla bizde ki aşiret ağaları veya reisleri fonksiyon itibariyle ortaçağdaki gibi toprakla alınan ve toprakla satılan feodalite sistemini çağrıştıran senyör ağaları değildir, tam aksine yöre halkın sesi diyebileceğimiz toplum öncüleridir. Kelimenin tam anlamıyla toprağa bağlı kölelik batıya has bir durum, asla feodal sistem bu coğrafyada yer bulmadı, bulmazda. Zaten her kim ki, Güneydoğu’daki aşiret yapıları feodal sistemle aynıdır iddiasında bulunuyorsa, biliniz ki o iddia sahipleri kendi bilgisizliğin ve cehaletini ortaya koymuş olurlar. Bakın devlet erkânı aşiret reisleriyle Ankara’da zaman zaman bir araya gelip fikir alışverişinde bulunabiliyor, bu son derece normal gayet tabii durum. Dedik ya, yöre halkı nezdinde ağa, bey, eşraf, şeyh vs fonksiyon itibariyle sivil toplum lideri ya da kanaat önderi olarak görülmekte. Madem öyle, devletin yöre halkı nezdinde hatırı ve etkisi olan kanaat önderleriyle görüşmesini büyük bir fırsat olarak görmemiz icab eder. Aksi bir tutum sergilemek yöre halkıyla devlet arasındaki köprü bağını koparmak olur. Aşiret reisi de olsa Türkiye’nin neresinde halkla gönül bağı kuracak hangi kanaat önderi varsa hemen bunu fırsata dönüştürüp o gönül köprüsünü inşa etmek gerekir. 

Şu da var ki; aşiret yapılar fonksiyonel yapılar olmakla birlikte her geçen gün otoritelerinin zayıflamakta olduğu da muhakkak. Zaten bu tür yapılanmaların tamamen ortadan kalkması için tam manasıyla sanayileşmiş bilgi toplumu olmamız şart. İyi ki de Özal GAP projesine start verdi de göçer konar ve aşiret yapılar etkisini yitirir hale geldi. Zira ekonomik kalkınmaya yönelik her bir hamle, aşiret yapıların lüzumunu azaltacağı gibi PKK’nın istismar ettiği kaynakları kurutur da. İşte PKK ve her türden etnik ve siyasi ayrılıkçı akımlar bunu bildikleri içindir Güneydoğu’nun kalkınmasını istemezler. Niye istesinler ki, o bölgenin kalkınması demek sosyal tabanlı militanlaşma eğilimlerinin bertaraf edilmesi demektir. Madem öyle, devlet ve millet el ele gönül gönüle inadına Özal’ın start verdiği GAP’ı tamamlayıp bir an evvel tüm ünitelerine işlerlik kazandırmak gerekir. Öyle inanıyoruz ki GAP bütün üniteleriyle devreye girdiğinde bu proje bizim hayati petrolümüz olacaktır. Hatta bu projelerin tamamlanmasıyla birlikte ekonomik açıdan doğu ile batı arasındaki ekonomik dengesizlikler sona erip 'batıda ne varsa doğuda da o var' diyebileceğimiz bir iktisadi bütünlükte sağlanacaktır. Ne var ki geldiğimiz noktada hala doğu ile batı arasındaki büyük farklılık giderilememiştir. Bir türlü yılların ihmalkârlığına son veremedik. PKK şer örgütü yatırımları durdurmak için birçok tesisleri bombalasa da, hendekler kazsalar da, devlet inadına üstü üstüne gidip yatırımlara ve projelere hız vermeli. Allah korusun geri adım atarsak oralarda daha başka otoriterlerin teşekkül etmesi kaçınılmaz olur.  En iyisi mi devlet olarak yol yakınken yapılması gereken ne varsa bin kat misliyle yapılmalıdır.

Malumunuz Doğu ve Güneydoğunun çetin coğrafi şartları maliyeti yüksek yatırımlar yapılmasını gerektiriyor. Hakeza alt yapı hizmetleri içinde öyledir.  İşte hal vaziyet böyle olunca ister istemez o bölgede özel sektöründe iştahını kabartacak bir dizi yatırım gerçekleşemiyor. Yinede her türlü engellemelere rağmen devlet ve özel sektör el ele verip yatırım üzerine yatırım hamlesi yapması lazım gelir. Aksi takdirde bölge insanı ya dağa çıkacak, ya da göç edecektir. Dolayısıyla büyük özveriyle yapılacak ekonomik hamlelerle nüfus göçünün önüne geçilebilir pekâlâ. Görüyorsunuz Türkiyenin hangi yerinde ekonomik sıkıntı çeken bir vatandaşımız varsa soluğu büyük şehirlerde almakta. Hadi büyük şehirlerde soluğu almak iyi hoşta, bu kez de daha başka problemler beraberinde taşımış olunuyor. Değim yerindeyse çarpık kentleşme denen olayla karşı karşıyayız. Sadece çarpık kentleşme olsa yine gam yemeyiz, bu arada göç eden insanların geleneksel alışkanlıklarıyla şehrin normları çatıştığı içindir bir takım sosyal sancıların doğmasını kaçınılmaz kılıyor. Bu noktada hesabı kitabı iyi yapılmış planlı ekonomik politikalara ihtiyaç var. Planlı ekonomik politikalar yürürlüğe girmeli ki göç önlenebilsin. Yoksa insanlar durduk yere niye köyünden, kasabasından, yurdundan kopup büyük metropol şehirlerde uyum sancısı yaşasın ki. Hele büyük şehirlere gelen doğu ve güneydoğu insanının şehrin göbeğinde sürekli olarak ruh dünyalarında 'Kürt sayılma' ezikliğini hissedip üzerilerinden atamamaları gerçekten Türkiye açısından bir talihsizliktir. Oysa biz,  tarihi süreç içerisinde hiç kimsenin diline dinine, ırkına bakmaksızın nice insanları kendi iç bünyemizde hoşgörüyle bağrına basmış bir milletiz.

Peki, bize ne oldu da bir anda farklılıklara tahammülümüz kalmaz olduk. Besbelli ki Kürtlerin iç dünyalarında yaşadığı bu eziklik duygusu, çevrenin kendilerine olumsuz yönde bakmalarının etkisi çok büyük olmuş. Dahası çevrenin onları 'Kıro-miro' yaftasına maruz kalıp ikinci sınıf vatandaş muamele yapılması ağır gelmekte. Maalesef birileri Türk-Kürt kardeşliğini sabote etmek istiyor. İşte bu noktada, bize bu oyunu bozmak düşer. Nasıl mı? Bir kere en başta bu tür çirkin yaftalamalarla dolduruşa gelmemek gerekir. Zaten Türk ve Kürt birbirimizden ayrı gayri değiliz ki. Kaldı ki, hasetlikten kim ne bulmuş ki bizde bulalım. Kardeşlerimizle Rabia olmak varken bu kin ve nefret niye. Bu necip millete Rabia’ca yaşamak yakışır. Bakın Gönüller Sultanı Seyda Hz.leri ne diyor; “Biz bize iftira edenleri bile severiz.” İşte bu müthiş söz doğu ve batı insanını aynı halkada buluşturup kaynaştırmaya yeter artar da. Yeter ki, Gönüller Sultanı Seyda Hz.lerinin bu engin anlayışı bizim hareket kaynağınız olsun. Dahası Türk'ü Türk'e, Kürdü Kürde, Kürdü Türk'e ve Türk'ü Kürd’e sevdirecek bir Rabia modelini hayata geçirmek şart. Düşünsenize İslâm’da Müslüman olan bir insan derhal hukuki hüviyet kazanabiliyor. Halifeyi köleye eşit kılan bir hüviyettir bu. Hatta bir Müslüman öldüğünde ruz-i mahşerde huzura çıktığında etnik kimliğine, mevkisine ve malına bakarak muameleye tabi tutulmaz, Salih ameli var mı yok mu buna göre muamele görür. Çünkü Allah indinde üstünlük ne soyda, ne malda, ne mülkte, ne de mevkidedir, üstünlük takvadadır.

Şahsiyetli bir dış politika

Artık bir saniye bile olsun kaybedecek zamanımız yok. Hele 2023’ü kendine hedef edinmiş Türkiye’nin tez elden doğu ve batı insanını kaynaştıracak tek tip projeye değil, çok tip projelere ihtiyacı var. Öyle projeler geliştirmeliyiz ki, doğulunun batılıya, batılının doğuluya muhabbet beslediği bir anlayışı hâkim kılıp tüm fitne odaklarının uykusunu kaçırmaya yetsin. Tıpkı Çanakkale ve Kıbrıs’ta yedi düvele karşı Türk, Kürt, Laz, Çerkez demeden omuz omuza verip aynı cephede Rabia’ca 'Bir' olduğumuz gibi bugünde "Ölürüm Türkiye” uğruna yine aynı ruhla canla başla Rabia’ca 'Bir' olup modern çağın en üst seviyelerine sıçramak gerekir. Hiç kuşkusuz Haçlı zihniyet, bizim can yürek olup 'Rabia' olmamızı istemez, onların arzusu bölünüp, parçalanıp yutulmaktır.  O haçlı zihniyeti değil midir ki, tarih boyunca ne Anadolu coğrafyasında, ne Avrupa’da varlığımıza tahammül edememişlerdir. Günümüzde de yine aynı husumetle bir yandan Rusya, İngiltere ve Fransa, öte yandan ABD boş durmamakta. Hani şu 2002 öncesi PKK ile olan mücadelemizde güya bize destek babında bizim coğrafyada Çekiç Güç konuşlandırılmıştılar ya, hiçte kazın ayağı öyle değilmiş, meğer destek değilmiş köstek olarak konuşlandırılmış çekiç güçmüş. Besbelli ki İsrail lobi faaliyetleriyle Beyaz Sarayda etkinliğini artırdıkça bu ve buna benzer köstek manzaralarıyla karşı karşıya kalacağız demektir. Baksanıza adamlar kapalı kapılar ardında kendi kendilerine belirledikleri gizli haritalarda ve gizli gündemlerinde bizi hedef tahtasına oturtmuşlar bile, dahası bize Doğu ve Güneydoğu’da ikinci bir "Sevr" yaşatmak peşindeler. Onlar iz peşinde koşa dursunlar biz bu arada ne yapıyoruz asıl ona bakmak gerekir. Tanzimattan bu yana yaşadığımız tüm ayar çekmelerden vardığımız sonuç şudur ki, kurtlar sofrasında dengeleri ülkemizin lehine çevirecek Sultan Abdülhamit Han, Özal, Erdoğan ve Davutoğlu tarzında usta dehalara ihtiyaç var. Nitekim Ulu Hakan Abdülhamit Han, tahta geçtiğinde tüm diplomatik kanalları akıl dolu hamlelerle lehimize işletip Osmanlının yıkılışını 33 yıl geciktirmesini bilmiştir. Peki ya Ulu Hakanın İstanbul’da aşiret çocuklarına yönelik açtığı mekteplere ne demeli, gerçekten bu çocuklar aşiret mekteplerinde kendi kimlik ve kültürleri doğrultusunda eğitilip topluma kazandırılmışta. Hakeza yine onun kurup faaliyete geçirdiği Hamidiye alayları da kayda değer bir hadisedir. Bu sayede nizami ordu ve aşiret milisleri oluşturulmak suretiyle Ermeni, Rus her ne varsa tüm heveslerini kursağında bırakacak bir örgütlenme modeli ortaya konulmuş oldu. İşte bu yüzden Ulu Hakan Abdülhamit Han Kürtler nezdinde Kürtlerin babası olarak yâd edilir. Aslında ‘Devlet baba’ denen şefkat bu olmalıydı. Dahası engin tarihi birikimimizden daha bizim nice almamız gereken ibretlik dersler var, ama gel gör ki ortada yeterince bu birikimlerimizi analiz edip pratiğe dökecek pek gayret gözükmüyor. Başka ne diyelim, atalarımız aşiret, cemaat, vakıf her ne yapılanma varsa bütün organize olmuş teşekkülleri ülkenin yararına hizmet etmelerini sağlarken, bizler bu ecdadın torunları olarak tam aksine bilhassa 2002 öncesi Türkiye’sinde bu tür sivil organizasyonlara mesafeli kalmışız.
Yine engin tarihi birikimimizin ortaya koyduğu bir başka örnek model ise Yavuz’un uygulamalarında görürüz. Şeref Han'ın Şerefname’sine baktığımızda Yavuz Sultan Selim'in, 16 aşiret reisini ustaca teşkilatlandırmak suretiyle Doğu ve Güneydoğu sahasını Osmanlı’nın hizmetine sunmuşluğuna şahit oluruz. Zaten bugün İdris-i Bitlisi ve Mirdesi aşiret reisi Cemşit Beyden övgüyle söz ediliyorsa bunu büyük ölçüde Yavuz Sultan Selim Han'a borçluyuz. İşte bu gerçeklerden hareketle Ahmed-i Hani ‘Mem u Zin’ adlı eserinde;  Şayet Kürtler arasında birlikteliği ve dayanışması sekteye uğramasaydı Rum, Acem ve Arap bize hizmetkâr olurdu demekten kendini alamamıştır. Çünkü Ahmed-i Hani biliyordu ki Kürt aşiretleri arasında uzlaşmazlık birtakım sancıları beraberinde getirmiştir. Bu arada şunu da belirtmekte fayda var; Ahmed-i Hani, Kürt kavramını bizim düşündüğümüz manada soy sop faslı şeklinde algılamamış, bilakis bu kavramı birleştirici unsur olarak görmüştür. Hiç kuşkusuz etnik ve siyasi Kürtlük meselesi günümüze has bir hastalık tablosudur. 

Anlaşılan o ki, dünya dengelerini iyi lehimize çevirecek sürekli çözüm üretip strateji belirleyecek dış politika ortaya koymak elzem ve zaruridir. Peki, bir dış politikanın stratejik olup olmadığı nasıl anlaşılır derseniz, gayet basit: şöyle başımızı kumdan çıkarıp dünyada ne oluyor ne bitiyor diye baktığımızda; şayet dünyada gündem oluşturamamış ya da kabına çekilmişlik halimiz varsa biliniz ki içe kapanık bir dış politika yürütüyoruz demektir. Yok, eğer gündem belirleyen ve atak durumda bir haldeysek biliniz ki dışa açık bir dış politikamız söz konusudur. 

Her ne kadar batı dünyası Ortadoğu üzerinde kimlikler üzerinde siyaset üretip keyif çatsalar da bir gün gelecek kimlikler üzerinde izledikleri bu çirkin siyaset ters tepip kendi çan evinden vuracaktır. Zira etnik siyaset öyle başa bela bir virüs ki önlem alınmazsa gittiği ülkeyle sınırlı kalmaz, metastaz etki yapıp tüm dünyayı kuşatan habis ur olur da. Bakın, imparatorluklar çöktü diye keyif çatanlar şimdilerde ulus devlet projesinin ürettiği bölünmüşlük ve parçalanmışlığın pençesiyle boğuşur haldeler. Öyle ki ortada savaşan devletler değil, ülke halkları vardır. Dahası ülke halkları içerisinde etnik, mezhebi ve ideolojik farklılıkların yansıması diyebileceğimiz kimi zaman üniformalılarla sivil arasında, kimi zaman politikacılarla sivil halk arasında, kimi zamanda her üçü arasında cereyan eden savaştır bu. İşte bu yeni savaş modeli başta Ortadoğu olmak üzere Kafkasya, Afrika, Endonezya, Hindistan, İran, Pakistan, Balkanları etkisi altına alacak derecede kendini göstermekte. Böyle giderse bu yeni savaş modeli daha çok can yakacak gibi. Şayet ortalığı derleyip toparlayacak Abdülhamit Han varı ufku geniş dehalar evreye girmezse birçok tehlike unsurları bizim kapımızı da çalabilir. Dileriz kaynayan Ortadoğu kazanı taştığında bizim üzerimize değil Ortadoğu ve tüm mazlum hakların başında boza pişiren vahşi baronların tepesine taşsın, Taşsın ki bu kez kaynar kazan olmak neymiş sızısını çekmiş olsunlar.
  
Yeni bir Anayasa ihtiyacı

Öyle anlaşılıyor ki 1924 Anayasasının 88. maddesinde yer alan “Türk Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür” anlayışından epey zamandır uzak kalmışız. Sadece uzak kalsak yine gam yemeyiz, bu anayasanın gerisine düşmüşüz. Nasıl mı? İşte 12 Eylül Anayasası bunun en tipik misali. 12 Eylül anayasası bu ülkeye dar gelmekte ve artık mızrak çuvala sığmaz durumda. O halde neydip edip bir an evvel 2023 Yeni Türkiye’ye giden yolda yeni anayasa çalışmalarını neticelendirmek gerekir. Öyle bir Anayasamız olmalı ki, bu coğrafyada soluklayan her vatandaşımızın görüşü, dini, mezhebi,  kültürü, ırkı ne olursa olsun bu ülkenin ‘Rabia’ unsuru olarak addedilebilsin. Keza öyle bir Anayasamız olmalı ki, yedi düvele karşı göğsümüzü gere gere gururla bu bizim toplumsal sözleşmemizdir diyebilelim. 
Hiç kuşkusuz geçmişten bugüne yaşadığımız sıkıntıların temelinde toplumsal sözleşmeden mahrum kalışımız yatmaktadır. Zaten gerçek anlamda özde ve sözde toplumsal sözleşmemiz olsaydı her on yılda bir darbelere maruz kalıp Türkiye parti kapatma mezarlığına dönüşmezdi. İşte bu güne dek darbe mamulü anayasalardır ki milli irademizi askıya alabiliyor, yetmedi milli irademizle seçtiğimiz TBMM üyelerin vekâletleri yok sayılıp bizden kopartılabiliyor. Gerçek şu ki; milli iradeyi hiçe saymak Türkiye'yi hiçe saymaktır. Derken bu hiçe saymışlık vatandaşla devlet arasında derin güven bunalımına yol açmakta. Hele Ankara’nın derin koridorlarında tek tip insan üretme modeline yönelik girişimler Diyarbakır’ı ötekileştir bir kentmiş gibi karşımıza çıkabiliyor. Oysa tek tipleştirici politikalarla oyalanacağımıza her dilden, her mezhepten, her renkten her kültürden insana beşiklik eden İstanbul’un o ufku geniş penceresinden bakmayı bilseydik kendi iç meselelerimizi bir çırpıda halledebilirdik. Olaylara hep Rabia ufkundan bakıp kesretten vahdete bir yol izleyebilseydik bu noktalara gelmezdik. Evet, İstanbul’un o çok kültürlü demografik yapısı içerisinde ne zaman ki kesretten vahdete, yani çokluk içinde birlik rolü gerçekleştiğinde biliniz ki pembe şafakların doğması belki yarın, belki yarından da yakın olacaktır. 
Bu arada kültür deyince Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun kültürel anlamda bütünleşmesinde rol oynamış şair ve liderleri de unutmamak gerekir.  Hatta unutmakta ne söz, onları her mekân ve zamanda anmak boynumuzun borcu da. İşte halk şairi Ercişli Emrah, din ve dil âlimi Vankulu Mehmet Efendi, müfessir Vani Mehmet Efendi, araştırmacı Ali Emiri Efendi, İbrahim Hakkı Bitlisi, Akbıyık Mehmet Efendi ve Kıbrıs çıkarmasında canla başla mücadele eden her etnik unsurdan kahramanlarımız ve daha niceleri bizim birlik abidelerimizdir. Nasıl ki bir Türk için Ergenekon ne kadar çok mühim hürriyet destanı bir abide ise, bir Kürt içinde Şerefname'ye konu olan Dahhâk zulmünden kurtuluşu temsil eden efsane de bir o kadar mühim mitoloji abidesidir. Madem öyle şimdi yeni bir abideden söz etmek zamanıdır.  Evet, bu abide Kürtlerin sahiplendiği Demirci Kava efsanesi ile Türklerin Türeyiş destanını ortak payda da buluşturabilmek abidesidir. 

Din faktörü 

Hiç kuşkusuz bölge halkının hayatında dinin çok büyük ehemmiyeti var. Güneydoğuda yer yer geleneksel medrese eğitiminin devam etmesi bunu teyit ediyor. Ne var ki geleneksel medrese öğretisinden El-Kaide, Hizbullah, IŞİD gibi terör örgütleri son derece rahatsızlardır. Öyle ki, gerektiğinde o bölge halkının değer verdiği birçok medrese âlimin rahleyi tedrisatından geçmiş birçok insanı hunharca katledebiliyorlar. Sanki katlediyorlar da ne oluyor icabında onca insan denize düşen yılana sarılır misali PKK’nın kucağına düşmekte. Bakın, 28 Şubat Postmodern Darbe zihniyeti de öyle değil miydi?  Onlarda kendi ürettikleri irtica paranoyasını birinci tehdit kapsamına almışlardı. Böylece Kur’an kurslarını kapısına kilit vurmaya yönelik 16 yaş sınırlaması getirilmesi gibi uygulamalarla kardeşliği linç etmişlerdir. Linç ettiler de ne oldu, bu uygulamaların neticesinde 11–16 yaşlarında gencecik teröristleri biranda karşımızda bulduk. Hele zinde zihniyetler mevcut kültür dokusuyla uğraşmaya dursunlar, bir bakmışsın ardından onarılması zor ağır zayiatlarla baş başa kalabiliyoruz. Tabii bu arada bizi teselli edecek güzellikler yaşandı. Şöyle ki 1993 yılında aramızdan ayrılan sevilmişlerin sevilmişi, seçilmişlerin seçilmişi, işaret olunanların işaretçisi Sultan Seyyid Muhammed Raşid (k.s.)'in doğu ve batı insanını kaynaştıran irşad faaliyetleri kayda değer hadisedir. Allah’tan onun irşad halkası yediden yetmişe herkese yetişti de o bölgede kangrenleşmiş birçok problemler bir nebze olsun dindirilebilmiştir. Nasıl mı? İşte, Hekimoğlu İsmail bu hususta şöyle der: "Raşid Efendi Arapça, Kürtçe ve Türkçe bilirdi. Menzil'de Kürd'ü, Türk'ü ve Arab’ı kardeş kesilirdi. Böylece milli derdimizin dermanı idi. Bir kısım bürokratlar kıymetini bilemedi. Osmanlı Devleti'ni asırlarca ayakta tutanlar Raşid Efendiler gibi kimselerdi. Türkiye bunların kıymetini bilmediği için şimdi başımıza PKK olayları çıktı. Çünkü İslâmiyet'i yaşamaktan başka bir gayesi olmayan Raşid Efendi ve O'nun gibiler sürekli gözetim altında bulunduruldu, sürgün edildi, ifadesi alındı, kısaca rahat bırakılmadı ve olaylar PKK'lılara malzeme oldu. İslâmiyet her ırkı, her mezhebi kısaca Müslümanları kardeş eder. Bugünkü kavmiyetçilik kardeşi kardeşe düşman etti. Raşid Efendi gibilere imkân tanınsaydı Güneydoğu hadiseleri olmazdı."

Vehbi Vakkasoğlu ise; "...Şeyh Muhammed Raşit Hazretleri'nin mensup olduğu manevi silsile, iman ve irşat sahasının en parlak ve etkili yollarındandır. Öyle ki, bir zamanların eşkıyaları olan Hamido ve Celilo dahi, Gavs Hazretleri'nin (Seyda Hz.lerinin babası) sohbet halkasında yepyeni bir şahsiyet haline gelmişler, eski hayatlarından tamamen çekilerek temiz bir ömür yaşamışlardır. Bunun binlerce örneği o mütevazı Menzil'de halen yaşamaktadır" demekten kendini alamamıştır.
Prof. Dr. Haydar Baş'ta bu anlamda şu tespitte bulunmuştur: "Bugün millet olarak içimizde kanayan bir yara hükmündeki terör belasından kurtuluşun yolu, bu zatın (Seyda Hz.) ve onun gibi ehli maneviyatın hizmetlerine ağırlık vermektir. Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da böyle maneviyat ehli insanların faydalı hizmet yaptıkları yerlerde insanların huzur içinde oldukları ve devlet-milliyet kaynaşmasının gerçekleştiğini görüyoruz. Zira kalbinde Allah korkusu olanların milletine zarar veremeyecekleri açık bir gerçektir." 
Evet, Seyda Hz.leri gibi daha nice gönül sultanlarının kıymetini bilmek gerek. Şayet kıymet bilip doğu ve güneydoğuya yönelik tam manasıyla kalıcı kültürel, iktisadi, sosyal ve sivil politikalar ortaya koyabilseydik belki de bunca zamandır Kuzey Irak tarafına, Kandile, Cudiye bomba yağdırmaya gerek kalmayacaktı. Doğrusu bir ara çözüm sürecinden bayağı bir umutlanmıştık, ama gel gör ki Türk Kürt kardeşliğini çekemeyenler bu süreci provoke edip umutlarımızı sele verdiler. Umutlarımıza gölge düşürdüler de ne oldu, onların anladığı dilden bu kez hükümetimizin ve Türk Silahlı Kuvvetlerin güçlü iradesi ve kararlılığıyla inlerine girildi de. Öyle ki kaçacak delik aradılar. Derken çözüm süreci şimdilik buzdolabına alınmış oldu. Ne zaman ki bölücü terör örgütü silahları bırakır, ne zaman ki toprağa gömüp, işte o zaman çözüm süreci buzdolabından çıkıp çözüme kavuşur diye umut ediyoruz.   
       
Evet, bizde biliyoruz teröre karşı askeri ve polisiye tedbirler sadece kısa vadede işe makta. Asıl bize lazım olan uzun vadeli çözümlerdir. Yani bizim ihtiyacımız olan kültürel, sosyal ve ekonomik reçetelerle kalıcı çözüm elde etmek esas olmalı. Yeter ki, bu hususta başkaldıranlar pişman olup ‘Rabia olmak’ için samimiyetlerini ortaya koysunlar bak o zaman kardeşlik neymiş tüm dünyaya göstermiş oluruz da. Zaten Kürt halkını, hiç bir zaman bizden ayrı gayrı görmedik. Sadece bizi ayrıymış gibi düşündürtmeye çabalayanlar oldu. Allaha şükür ki; artık 2002 öncesi Türkiye'sinin o eskimiş zihniyeti iş başında değil, şimdi bizim candan kardeş olmamızı arzulayan bir zihniyet iş başında. İşte milletin reyleriyle seçilen Cumhurbaşkanının meydan meydan Rabia işaretiyle bu coğrafyada yaşayan her etnik unsuru “Tek Millet, Tek Vatan, Tek Bayrak, Tek Devlet” çatısı altında bir olmaya ve diri olmaya çağrı yapması bizim için yeniden umutlarımızın yeşerdiği bir gün dönümü olmuştur. Öyle ya, madem Osmanlı bakiyesi üzerine kurulan devletin adına 'Türkiye Cumhuriyeti' demişiz, hem madem Meclisine de 'Türkiye Büyük Millet Meclisi' demişiz, o halde bağrımızda taşıdığımız hangi etnik unsur olursa olsun hep birlikte ‘Can Rabiam Türkiyem’ demek zamanıdır. Şayet söz konusu Güneydoğu halkı ise, ister adına muhtelif Türk Uruğlarına mensup zümrelerin karışmasından doğan bir Türk zenginliği denilsin, ister Kard-ukh-i, ister Kürt denilsin fark etmez, sonuçta bu coğrafyada bizimle beraber nefes tüketen, bizimle beraber hemhal olan her etnik unsur bu ülkenin asli Rabia’sıdır. Türkiye kilimi zengin bir kilim, her deseni kaldıracak güçte bir kilim. Ve bu kilimde Kürt deseni de var. Ne var ki şimdilerde bu desen ilmek atmış durumda, şimdilerde bu ilmeği örecek mahir eller devreye girmeli ki çözüm süreci bir hayal değil hakikat olsun. Keza     Ziya Gökalp’ın  şu ifadelere yer vermiştir; “Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa, Türk değildir, Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir..” (Bkz. 1922 Haziran-Küçük Mecmua) sözlerini yediden yetmişe herkesin beynine işleyecek bir el devreye girmeli ki bu ilmek dikiş tutsun. Yetmedi Ziya Gökalp’ın “Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler” adlı eserine bakmak gerek. Hatta satır satır okumalı ki Ziya Gökalp’in Kürtleri hakir gören Türkçü Nihal Atsız’dan farklı bir kulvarda yer aldığını fark edilmiş olsun. Fark edilsin ki, Kürtler nasıl Türk olur hesabı yapmak yerine Türk-Kürt yeniden nasıl kardeş olur onun hesabını yapmak daha kolay olsun. Hem bize mi kalmış soy sop belirlemek, destur deyup Türkiye Sevdası Kilimi her deseni bağrına basmaya yeter artar da. Zira hepimiz aynı kilimin ayrılmaz desenleri Rabia’yız.  

KÜRTÇÜLÜK

Evet, Siyasi Kürtçülük can evimizden vuran yumuşak karnımızdır. Keza Siyasi Türkçülükte özünden uzaklaşması itibariyle öyledir. Her ikisi de tez antitez halde birbirinden beslenmekteler. Beslenmelerine beslensinler de, şu iyi bilinsin ki 'ci' veya 'çi', 'cu' veya 'çü', 'cilik' veya 'çilik', 'culuk' veya 'çülük' eki alan her bir akım asla bu topraklarda neşvünema bulmaz. Nasıl bulsun ki, bir kere Kürtçülük kan dökmek ve yakıp yıkmanın ötesinde bir anlam ifade etmez.  Kan döktükten sonra ha ırkçılığa soyunmuşsun, ha Kürtçülüğe. Ne fark eder ki, sonuçta her iki kavramla da kan dökülmekte, üstelik kendi dışındakilerin kanını kendilerine helal görmekteler de. Yakıp yıkmakla ellerine ne geçiyor doğrusu anlamak mümkün değil, ateş olsalar sadece cirmi kadar yer yakacakları malum, dolayısıyla cirmin ötesine boşa heveslenmesinler. Çünkü yeryüzünde bugüne dek hiç bir terör örgütü devlet olamadı ki, onlarda olsun.
 
Peki ya bizim akıl tutulmamıza ne demeli? Onları gereğinden fazla gözümüzde büyütmüş olmuyor muyuz? Adı üzerinde ırkçı cereyan, büyüte büyüte PKK şer örgütü haline geldi de. Artık karşımızda şişirilmiş korku imparatorcuğu var o kadar. Aslında bu şişirilen balonun arka bahçesine baktığımızda ortada ne doğru dürüst ortak bir dili var, ne devlet geleneği var, ne doğru dürüst edebi eseri var, hiç bir şeyleri yok ki. O halde ne diye kendilerini dev aynasında gören bu korku imparatorcuğunu muhatap alıp ta durduk yere kendi elimizle büyütelim ki. Aklın yolu birdir, şayet dağdan ovaya inip devletin şefkat ellerine teslim olurlarsa ne ala, yok eğer yakıp yıkmaya devam edeceklerse bilsinler ki bu topraklarda Rabia’mıza dokunan elleri kırmasını biliriz.  Zira bizim Rabia’mız “Tek Vatan, Tek Bayrak, Tek Millet ve Tek Devlettir”, bundan gayrisine asla yer yoktur. O halde gelin hep birlikte yeniden fabrika ayarlarımıza dönüp Rabia olalım. Bakın bu coğrafyada tarihten bu yana Türk’üyle, Kürdi’yle, Çerkez’iyle ve Laz’ıyla vs. birbirimizi ayrı gayrı görmemişiz, görmeyiz de, ne zaman ki kendi dışımızdakileri öteki gördük, işte o zaman Kürtçülük başa bela kanayan yara olarak karşımıza çıkıverdi. Oysa Kürt dedikleri insanlar bu coğrafyada profesör, asker, müzisyen, yazar olmuşlar, bizden birileri görmüşüz hep. Üstelik böyle yapmakla gök kubbe başımıza geçmedi ki şimdi de geçsin. Bırakın her şey kendi doğal akışında seyretsin. Müdahale edilmesin ki ayrılık gayrilik kendiliğinden çözülsün. Kutuplaşmakla nereye varılır ki. Sanki herkes kin kışkırtıcılığına soyunmuş durumda. Batıdan ithal ettiğimiz milliyetçilik kavramını bile rayından çıkartılıp ırkçılığa dönüştürmekte pekte mahiriz. Oysa tarih boyunca birlikte yaşadığımız her etnik unsurla ilişkilerimizi ne ırk, ne nesep, ne mezhep, ne de meşrep belirlerdi. Sadece Osmanlı şemsiyesi altında Müslim ve gayrimüslim tasnifi vardı. Kaldı ki bu da ayırımcılık anlamında bir tasnif değildi, sadece dini mensubiyeti belirlemeye yönelik hukuki bir tasnifti. Besbelli ki Osmanlı Müslim olanlarla birliği ve dirliği ‘İnananlar kardeştir’ buyruğu düsturunca hallederken, gayrimüslimlerle olan ilişkileri de; ‘Dinde zorlama yok’ ilahi prensibi düsturunca çözüme kavuşturmuştur. Derken gayrimüslimler Osmanlı şemsiyesi altında özgürce yaşama şansını elde etmişlerdir. Ne zaman ki; Fransız ihtilalinden sonra menfi milliyetçilik akımları toprağımıza sıçrayıverdi, işte o gün bugündür Prof. Dr. İlber Oltaylı’nın da belirttiği üzere Türklük öz itibariyle değil bir Truva atı olarak koynumuza giriverdi. Menfi milliyetçilik rüzgârları hele topraklarımızda esmeye dursun bağımsızlıklarını ilan eden edene. Derken bir zaman beraberce yaşadığımız unsurların sürüsüne bereket, şimdi her biri ayrı coğrafyalarda darmadağınık halde yaşamaktalar. Onlardan geriye sadece misak-i milli hudutları ile belirlenen Can Türkiye’miz kaldı. Ne var ki bu cennet vatanımızı bile bize çok görenler var. Yetmedi Güneydoğu’yu bize zindan etmek için pusuya yatanlar var. Onların hesabı varsa, Allah’ında değişmez nihai hesabı var elbet. Ama bugün, ama yarın, bir gün gelecek yaşadığımız şu dünya sathı bu necip milletin yeniden dirilişine sahne olacaktır, buna inancımız tam da. 

Bakın, Ahmet Selçuk Özdağ ülkü yolunun çilesini çekmiş aynı zamanda 12 Eylül sonrası MHP davasında düştüğü Yusufiye mahpus hayatında Kürtçülük konusunda bir hatırasını nasıl dile getiriyor:

“Medrese-i Yusufiye'de iken Adıyaman'da öğretmenlik yapan akademiden mezun olan bir arkadaşıma mektup yazdım. ''Sen Menzil'e yakınsın, oradaki mübarek insanı ziyaret et, durumumuzu anlat ve bize dua iste...'' Arkadaşım gitmişti Menzil'e... Yazdığı mektupta aynen şöyle diyordu: ''Menzil'e gittim kendisine ulaşamadım, çok kalabalıktı fakat kardeşi Seyyid Abdülbaki Hazretlerine sizleri sordum. Bana dedi ki: Onlar günü geldiğinde çıkacaklar ve buraya gelecekler...''
Ve zulmen atıldığımız zindanlarda zahiri hürriyete adım attık ve de hakikaten Menzil'e ulaştık. Murad-ı İlahiyi öğrenmek istiyorduk... Dünyanın en güçlü istihbarat sistemine sahip olduğumuz idraki ile Allah'tan, Resulullah'tan haber alan Allah dostlarının kader aynasına bakarak, Allah'ın izniyle gösterilenleri işitmek, duymak, gönül dünyamıza nakşetmek istiyorduk. Mübarek (k.s.) bize gülümsedi, sorular sorduk, ülkemizle, insanımızla ilgili çok az konuşan ''konuştuğunuz her kelimenin hesabını vereceksiniz'' Ayet-i Kerime mealine uygun hareket eden Muhammed Raşid (k.s.) Hazretleri buyurdular ki: ''Sizlere teşekkür ediyoruz, siz olmasaydınız bu memleket felaketlere duçar olabilirdi... Ah... Ahh... Bir de İslam’ı yaşayabilseydiniz yeniden Osmanlıyı ihya etmek sizlere nasip olabilirdi.'' Aman Allah'ım ne büyük mazhariyet, ne büyük teşhisti o, eksikliğimizi tamamlamamız ve yeniden diriliş için harekete geçmemiz gerekiyordu. Bir gün kendilerine Doğu ve Güneydoğudaki hadiseler soruldu ve aynen şöyle buyurdular: ''Kürtçülük küfürdür'' ve hep Ümmet-i Muhammed için dualar... dualar... dualar... ediyorlardı.

O, Allah dostu idi, Peygamber sevgilisi idi. Hayatı boyunca Sünnet'e ittiba etti, saadatlara mutabaat halinde yaşadı, yüz binlerce insanı dünyadan ahrete bağladı, insanları çirkeften, zulmetten karanlıktan aydınlığa, güzelliğe, adalete hicret ettirdi. Allah rahmet eylesin...”

İşte görüyorsunuz, bilmem bu güzel hatıraya ne eklenebilir ki. Belki tek şunu diyebiliriz; ‘çülük’, ‘cülük’, ‘çilik’  ve ‘cilik’ ibaresi alan her kavramla içimizi karartıp ırkçılık yapmak yerine kardeş olup Rabia olsak ne kaybederiz ki.  

Vesselam.