Türk-İslam Medeniyeti

Abone Ol

Dünyada ilk yazıyı keşfedip insanlığı medeni olmaya adım attıran Sümerlerdir. Dolayısıyla insanlığın vahşetten medeniyete geçmesinde Türklerin çok büyük emeği vardır. 

Bakın Avrupa tuvaleti bilmezken, Türkler tarihin ilk dönemlerinde bile medeniyet adına çok hamleler gerçekleştirmişlerdi. Avrupa pislikten ötürü etrafa yayılan kokunun önüne ancak XVII. asırda lazımlığı keşfettiğinde bertaraf edebilmiş, böylece bu lazımlık sayesinde bir nebze olsun kokuşmuşluktan kurtulabilmişlerdir. Sadece tuvalet mi? Elbette ki Avrupa mendili dahi bilmiyordu.  Anlaşılan batı, burun silmek için kullanılan mendile bile XVI. yüzyılda Venedik yoluyla kavuşmuşlar. Keza batı bizim keçemizi de sonradan edinmiştir. Bu yüzden Fernard Grenard, “Romalılar çamaşır bilmezken onlar (Hunlar) keten gömleği giyerlerdi” demekten imtina etmemiştir.

Peki ya haberleşme? Malum, haberleşmenin kaynağı da İslam medeniyetidir. Düşünsenize iletişim alanında Abbasilerin keşfettiği ışıklı telgraf bir yana, ikinci derecede haber kaynağı bildiğimiz güvercin postası da kayda değer bir iletişim aracımızdır. Nasıl kayda değer olmasın ki, Peygamberimizi Sevr mağarasında koruma görevi üstlenen de güvercindir. Demek ki güvercin çok iyi bir eğitimden geçirilirse gerektiğinde koruyucu bir zırh, gerektiğinde en güvenilir posta aracı olabiliyormuş. Gerçektende atalarımız güvercini haber götürüp getirmede en iyi şekilde kullanmakla dikkat çekmişlerdir. Sadece atalarımız mı, bunu takiben İngilizler de güvercinlerden yararlanıp bir anda giriştikleri savaşın seyrini değiştirecek hamlelere girişmişlerdir. Şöyle ki, I. Dünya savaşında özel yetiştirilen Cher Ami adlı güvercin vasıtasıyla kendileri açısından son derece önemli mesajlar hedeflenen yerlere ulaştırılmış. Keza Fransızlar da güvercinlere mikro düzeyde fotoğraf makineleri yerleştirip birtakım stratejik noktaları tespit etmişlerdir. Besbelli ki kuşlar yeryüzü ekseninde çıplak gözle göremediğimiz birçok manyetik dalga boylarını ve arzın değişik çekim alanları arasında kalan açıyı hesaplarcasına içgüdüyle yön tayini yapabiliyorlar. Madem kuşlar bu kadar maharet sahibi canlılar o halde siz siz olun sakın ola ki herhangi birine şaka yollu da olsa kuş beyinli demeyin.      

Evet, gök âleminde keşifler yapılırda deniz altında yapılmaz mı, elbette ki yapılır. Bakın bugünkü denizaltı ulaşımına ışık veren bizim eskiden adını sıkça zikrettiğimiz bir Türk icadı tahtelbahirdir. Malumunuz tahterevalli negatif geri tepme mantığıyla işlev gören bir tür denge aracıdır. Keza bir kısım balıkları su içerisinde dengede kalmasını sağlayansa yüzme keseleridir.  Zira bu keseler hava cebi görevi üstlendiklerinden balığı rahatlıkla su üzerinde tutabiliyor. İşte bu gerçeklerden hareketle Yunus’un (a.s)  balık karnında geçirdiği deniz seyahati bir peygamber kıssasının ötesinde deniz altı gemilerini keşfetmeye yönelik bir teşvik paketi olarak ta düşünebiliriz. Zaten bu mesajlar yerini bulur da. Nitekim David Sushnell’in 1776’da keşfettiği tek kişilik denizaltı gemi ve 1719’da Osmanlı mühendislerinden İbrahim Efendi’nin timsah biçiminde bir denizaltı gemi inşa etme çabası bunun bir teyididir. Hiç kuşkusuz her iki isme Yunus balığı ilham olmuştur. Evet, Yunus balığı deyip geçmeyelim, bugün Yunus balıklarının teknolojinin gelişmesiyle birlikte denizin 100 metre derinliğinde kurulan denizaltı laboratuarlarına gerekli deneysel araç ve adaveti taşıdıkları artık bir sır değil. Bu yüzden Yunusu hep dost biliriz.  

İlham kaynaklarımızı sıralamaya devam ettiğimizde yine XI. Yüzyılda Müslüman bilge âlimimiz Ammar’ın kendine özgü geliştirdiği bir yöntemle katarak ameliyatı yaptığına şahit oluruz. Keza Akşemseddin Hazretleri’nin Tıpta çok önemli devrim sayılacak nitelikte XV. yüzyılda ileri sürdüğü mikrop teorisiyle karşılaşırız. Zaten bununla ilgili beyanları Hayatın Maddesi ve Tıp adlı eserinde mevcuttur. Sadece âlimlerimiz mi, padişahlarımızda ışık kaynağıdırlar. Bakın İstanbul’un fethi hazırlıklarında kullanılacak topların balistik muayenelerin ölçüm ve hesaplarını bizatihi Fatih Sultan Mehmet yapmış, hatta havan toplarını da döktürüp günümüz savaş teknolojisine rehber olmuş bile. Övünmek gibi olmasın ama şu bir gerçek, dünyanın habersiz olduğu balistik hesapların kaynağı da biziz. Belli ki Fatih Sultan Mehmed’e “Sizde onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve bağlanıp beslenen atlar hazırlayın. Ki bununla Allah’ın düşmanını ve sizin düşmanlarınızı ve daha başka sizin bilmeyip de Allah’ın bildiği diğerlerini korkutasınız” (Enfal, 60)  ayeti ilham olup ateşli top gibi daha nice atıcı silahların fizibilite çalışmalarına hız vermiştir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v); “Dikkat edin kuvvet atmaktır” diye beyan buyurmakta. Tabii ki, atıcılık sadece ok atmaktan ibaret değil, tüm stratejik silahları da kapsayan bir kavramdır. Malum, attan maksat zahiri anlamda binek hayvanı olmayıp, bilakis tüm araçlar kastedilmektedir.

Bırakınız normal saati, konuşan saatler yapan tek medeniyette İslam medeniyetidir. Bakın Toygar Akman’ın bir takım araştırmalar sonucu ortaya koyduğu belgelere bakıldığında bundan takriben sekiz asır önce Artuk Türklerinden Cizreli Ebül–İz adında bilginimiz sayesinde bir kuşun hareketiyle otomatik ayarlanan bir makinenin keşfine şahit oluruz. Anlaşılan o ki, bu büyük bilgin 24 kapılı otomatik makineden saat başı çıkan bir adamın kapıya dokunur dokunmaz kuşkanatlarını çırpışıyla ortaya çıkan bir ses, konuşan saat olarak tarihin hafızasına kayd olmuştur. Doğrusu kayda değer bu icat hepimizi hayretler içerisinde bırakmaktadır.  Zira konuşan saatle ilgili tüm ayrıntıları Cizreli Ebül–İz’in “Kitabül cami-i beynel ilm-i vel amel en-nafi-i fi sınaat-il hiyel” adlı kitabının 171. sayfasında bulmak mümkündür. Hatta İstanbul’da Topkapı Sarayı Üçüncü Ahmet Kütüphanesinde kayıtlı bu kitap incelendiğinde saatin kadran merkezinde davul zurna çalan adamlardan ibaret mekanik aygıtın yanı sıra, bu kitapta fil’in üzerine binmiş bir adamın hayvanın bir takım hareketlerini kontrol eden düzenekten de bahsedilir. İşte bu yüzden bu düzeneğe fil adam makine dersek yeridir. Tabii bitmedi, dahası var; Türk bilgini tüm bunlara ilaveten Artukoğullarından Diyarbekir Hükümdarı Ebül Feth Mahmut İbni Karaaslan’a ithaf ettiği kitabında elinde testiyle su döken bir adam robotuyla sultanın kolayca abdest almasına yönelik çalışması da dikkat çeken bir husustur. Böylece o, bu icadıyla sultanın gönlünü çoktan hoş tutmuş bile. Elbette ki tüm bu medeni inkişafımızda en büyük etken unsur,  hiç şüphesiz Mekke’de yükselen sesin üzerinden daha elli yıl geçmeden bütün dünyayı saran Kur’an ışığından başkası değildir. Öyle ki Kur’an-ı Mucizül Beyan sayesinde insanlık bir anda medeniyetle tanıştığını haykırabiliriz. Nasıl ki, Batı medeniyetinin temelinde Hıristiyanlık mayası varsa, İslam medeniyetinin temelinde de vahiy gerçeği vardır.

Düşünsenize Hz. Ömer devrinde denizden korkan Müslümanlar, daha sonraki devirlerde vahyin aydınlığında denizcilikte dünyaya önder olmuşlardır. Artık çöl ve göçebe insanı bundan böyle rüzgâra karşı çekinmeksizin göğüslerini gere gere mavi sulara yelken açacaklardır. Nihayet bu medeniyet sevdası etkisini gösterir de. Malum, Türklerin denizcilikte ilk teşebbüsü İzmir’de küçük çapta devlet kuran Çaka Bey tarafından gerçekleştirilmiştir. Zira deniz, gelen Türk tayfalarını adeta selamlayıp yol verir de. Fakat Moğol istilası her şeyde olduğu gibi bu teşebbüsü de bertaraf etmiştir, derken tılsım biranda bozuluverir. Neyse ki İstanbul’un fethiyle birlikte hem Karadeniz, hem Venedik, hem de Cenevizlilerin ticari faaliyetlerini kontrolümüze alabilmişiz. Doğuda ise Yavuz Sultan Selim yüzümüzü güldürüp İran seferiyle birlikte doğu ticaret yolu açılmıştır. Hakeza Kanuni devrinde de İbn-i Haldun’un dediği; “Avrupalılar Akdeniz’de bir tahta parçası dahi yüzdüremiyorlardı” gerçeği yanında, yüzdürmekle kalmamışız aynı zamanda biz Türkler Akdeniz ticaretini de geliştirmişiz.  Nasıl gelişmesin ki, bizim Pirimiz Pir-i Reis’tir.

Akdeniz hâkimiyetinde Barbaros ve arkadaşlarının büyük rolü inkâr edilemez elbet. Barbaros’un eli değer de Akdeniz çalkalanmaz mı, hem öyle çalkalanır ki adeta dalgalar coşarda. Hatta Barbaros, daha sonraları Osmanlı’nın emrine girip denizciliğimiz daha da bir nizama kavuşur hale gelir. Kalyonların vira vira bismillah deyişiyle başlayan seferlerle Osmanlı Akdeniz’e yelken açarken, her ne oluyorsa o arada batı XV. yüzyılın sonlarına doğru, deniz aşırı okyanusları aşıp bölük pörçük yaşayan dağınık topluluklardan elde ettiği bilgiler sayesinde  “Batı Medeniyeti” sahne alır. Derken batı hâkimiyeti XVI. asırda başlar. Anlaşılan İslam’ın çöküşü diye bir şey yok, sadece batı’nın uyanışı diye bir olay vardır. Zira XVI. asırda, batı’nın okyanuslara açılması söz konusudur. Batının okyanusa açılması neticesinde XVI. asırda Hind Denizi’nin keşfi de gerçekleşir, böylece İslam dünyası ticari okyanus yollarının dışında kalır. Yine de Osmanlı tüm bu gelişmeler karşısında daha henüz gerilememiştir, hatta XVII. asırda bile gücünün zirvesindedir.

Avrupa’nın büyük denizlere açılmasında şüphesiz bizim de payımız var. Piri Reis bu konuda Kitabi Bahriyesi’nde; “Avrupalıların denizcilik ilminde çok zayıf okuduklarını ve bu ilmi de şarktan almışlardır”  diye not düşmüştür.  Zira Müslümanların elinde bulunan dünyanın yuvarlak olduğuna dair coğrafi bilgiler Avrupa’ya aktarılmasaydı, belki de Kristof Kolomb, Hindistan’a batıdan dolaşarak varmayı aklının ucundan bile geçiremezdi. Hatta Amerika da keşfedilemezdi. 

Kısaca Batı dediğimiz olay, XVI. yüzyılda okyanusa açılmanın ardından XVII. yüzyılda yeni doğan çocuk misali emekleyen, XVIII. asırda yürümeye başlayan, XIX. asırda ise koşup çağa damgasını vuran bir medeniyet diye özetleyebiliriz. Bu arada XIX. yüzyılda Rasyonalizm cereyanının da batıya güç kattığını unutmamak gerekir.

Peki, günümüzde medeniyet ne durumda derseniz, pekte iç açıcı görünmüyor.  Sanki bir zamanlar bizim düştüğümüz çukura Avrupa da düşmek üzere ve bir çöküşün eşiğine gelmiş durumdalar, ölüm döşeğinde can çekişir haldeler. Bunca sayısız işledikleri cinayetlerin bir bedeli olsa gerek “alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste” gerçeği ile karşı karşıyadırlar. İçine düştükleri düşüş sancısı emareleri bunun bariz göstergesi zaten. Zira sistemler en güçlü oldukları devirlerde şiddete ihtiyaç duymazlar. Bilakis saltanatlarının sarsılmaya başladıkları hissine kapıldıkları zaman şiddete başvururlar. Özellikle Ortadoğu’da uluslararası istihbarat kökenli şiddet hareketleri bunu doğruluyor da. 

Kim ne derse desin doğu, birçok medeniyetlerin ışık kaynağıdır.  Bakmayın siz onların ortaçağı karanlık devir ilan etmelerine, aslında bu asılsız bir iddiadır. Merak edenler kütüphanenin tozlu raflarında saklı kalan tarihi bilgileri bir araştıra dursunlar görülecektir ki bugünkü modern çağın teknik gelişmelerinin temel izleri X. asra uzanmakta. Bakın Cevdet Paşa; “Dinlerin de, sapıklıkların da kaynağı Asya” diyor. O bu tespitiyle din kavramını medeniyete karşılık kullanırken, sapıklık kavramıyla da hiç kuşkusuz anti medeniyet tutumları kastetmiştir. İşte İran Mezdekçiliğine baktığımızda hem nihilizm, hem komünizm, hem de sosyalizme kaynak teşkil etmiştir. Oysa İslamiyet güneşinin doğuşuyla birlikte bütün bu karanlık ilişkiler sona erip medeniyet zuhur etmiştir.   

İnsanlık medeniyetle tanışa dursun bırakın karalar, denizler bile bundan nasiplenecektir. Nitekim Akdeniz gelişmeye yüz tutmuş medeniyetten öylesine nasiplenir ki hem bereket kaynağımız hem de anne şefkat kucağına dönüşen denizanamız olur. İşte bu yüzden deniz yolları ihmal edilmeye gelmez diyoruz. Hiç kuşkusuz Osmanlı’nın gerilemeye yüz tutmasında en büyük etken unsur dünya ticaret yollarının Akdeniz’den okyanusa taşınması olayıdır. Zira dünya ticaret yollarının değişmesiyle birlikte Avrupa’nın iştahı kabarıp bir başka sömürgecilik alanına kaymışlardır. Nasıl ki kara yolunda ilk darbe denildiğinde Moğol kasırgası akla geliyorsa, deniz yoluyla darbe denildiğinde ise batının okyanus ötesi hamleyle gerçekleştirdiği sömürge düzeni akla gelmektedir. Dedik ya kara ticareti olsun, deniz ticareti olsun ihmal edilmeye gelmez, sürekli keşif gerektirir.  Maalesef keşifte duraksama düşüşümüze zemin hazırlamıştır. Üstelik düşüşle birlikte ticareti horlayan zihniyette türemiştir. Öyle ki bürokrat (yöneticilik), kahramanlık (asker) ve köylülük (üretici)  gibi tavırlar meziyet telakki edilmiş.  Derken Peygamber buyruğu “Rızkın on da dokuzu ticarettedir” gerçeği unutulmaya terk edilmiştir. Böylece ticaret azınlıkların eline geçip iktisadi gücümüz kayba uğramıştır. Oysa o unutulmuşluk içerisinde Osmanlı’ya ticaretin yollarını gösterecek bir rehber gerekiyordu, tabii böyle bir akıl çıkmayınca o sıralarda Osmanlı teknolojik gelişmelere bu üstün varı tavrıyla seyirci kalmıştır hep. Zaten ortada ticaretin içinde olmalıyız diyen bir akılda yoktu,  habire düşüşe neden olan toprağa dayalı ekonominin canlanmasına yönelik çalışmayla meşgul olup ticari güce kayıtsız kalmışız. Kaldı ki biz sıfır rakamını keşfetmekle ticaretin temelini atmışız, kayıtsız kalmak gerçekten düşündürücüdür.       

Malumunuz, tarihi süreç içerisinde rakamların kimi zaman çubuklar şeklinde, kimi zaman Babil tabletleri tarzında, kimi zamanda Mısır papirüsleri şeklinde sahne aldığını görmekteyiz. Rakamlar her ne şekilde kullanılırsa kullanılsın sonuçta ondalık sisteme dayalı rakamların kaynağı eski Hindu ve Batı Arap yazı usulünden alınmadır. Bundan dolayı bu yazış tarzına Arap rakamları denmektedir. Hatta Araplar hesap ilmiyle çıkarma veya başka bir işlem yaptıktan sonra ortaya çıkan sonuçta tanımlayamadığı bir rakam söz konusuysa onun yerine ufacık bir yuvarlak çizerek haneyi boş bırakırlarmış. Böylece bu boş hane sayesinde sıfır kavramı doğmuştur. Hakeza Batı âleminde hesap ilmi Muhammed İbn-i Ahmed’in 976 yılında matematik alanında ilk olarak sıfırın keşfetmesinden 250 yıl sonra ancak gelişmeye başlamıştır. Zavallı batı, Roma rakamlarıyla parmaklarını sayarak işlem yapmaya çalışırken biz ise sıfır rakamının keyfini çıkartarak hamle üzerine hamleler gerçekleştirmişiz. Fakat gün gelip devran tersine döndüğünde bu seferde biz altın çağımızı heba edip kendi kendimize orta çağımızı hazırlamışız. Prof. E.F. Gautıer; “Bizim Rönesanssımızın riyaziye hocaları Yunanlılar değil, Müslümanlardır” derken parlak devirlerimizin hakkını teslim etmekten çekinmemiştir. Bizim medeniyet hamlemizde Uluğ Bey’in ayın haritasını çizmesinden tutun da, çok sayıda rasathanelerin kurulmasının ötesinde öncü bir astronomi âlimi olduğuna şahit oluyoruz.  Hani ‘Yiğidi öldür ama hakkını yeme’ deriz ya, batı astronotların hakkını da teslim etmek gerekir, ay’a ilk ayak bastıklarında bir kraterine Uluğ Bey ismini vermeyi de ihmal etmemişler. Hakeza Uluğ Beyin öğrencisi olan Ali Kuşçu’ da ihmal edilmemiş ay’ın bir bölgesine de o’nun ismi verilmiştir. Bu arada Ebul Fergani’nin yazdığı astronomla alakalı risaleleri Asya ve Avrupa’da temel kitaplar listesinde yer aldığını da unutmamak gerekir.   

Elbette ki parlak devirlerimizin ak sayfalarıyla şeref duyacağız. Fakat geçmişin ihtişamına kapılıp da geleceğe de yönelmezsek bu anlatımların bize bir faydası olmaz. Şunu biz bulduk, bunu yaptık diyerek biran olsun kendi kendimize teselli bulabiliriz. Ancak asıl biz ne yapıyoruz sorusuna cevap bulabilmek çok önemlidir.

Şurası muhakkak at denilince ilk etapta Türkler akla gelir. İşte bu yüzden at deyip geçmemeli. Çünkü bu hayvan biniciliğin ötesinde karanlıkta bile yolundan sapmaksızın gece ve gündüz mesafe kat edebiliyor. At’ın bu özelliği Ergenekon’dan çıkışımızda öyle işe yaramış ki sürekli uzak diyarlara göç etmek isteyen Türk’ü medeniyete taşımıştır. Zaten Türk’ün kahramanlık bünyesine uygun en iyi binek olması hasebiyle sürekli at kullanımı tercih edilmiştir. Malum, araba atlarının koşumlarıyla birlikte binicilik tekniği Hunlara ait bir teknik olup, daha sonraki dönemlerde bu önemli binek aracı Avrupa’ya da geçmiştir.  Sadece at mı, kılıçta öyledir.  Hatta sağlıkta da örnek olmuşuz.  Zira Türk’lerin hastaları ayrı çadırlarda tuttuklarını, hatta tarihin o ilk yıllarında bile bulaşıcı hastalıklara karşı emniyet tedbirleri aldıkları artık bir sır değil. Ancak meseleyi günümüze taşıdığımızda bugünkü sağlık politikamızın dünya standartlarının üzerinde olduğu söylenemez.  

Öyle bir milletmişiz ki her alanda gücümüzü hissettirmişiz.  Düşünsenize mimaride Süleymaniye ve Selimiye neyse, yazıda tuğra ve fermanlarımızda o derece kayda değer tekniklerdir. Hele hele Selçuklunun kurmuş olduğu Nizamiye Medreseleri var ki bugünkü üniversite yapılanmalarının alt temelini oluşturmuştur. Hakeza bankacılıkta öyledir. Nitekim tarihi kayıtlarda Selçuklu döneminde 10.000 dinar miktarında havale senetleri ve çek usulü tatbikatlarının izlerine rastlarız, böylece bugünkü modern bankacılığa ışık olmuşuz. Hatta Osmanlı’daki ahi teşkilatımız da ticari gelişmelere ayna olmuştur.  

Anlaşılan yeryüzünde bütün medeniyetlere ışık tutmuşuz, ama gel gör ki bu süreci devam ettirememişiz, o zaman boşa övünmek neye yarar sağlar ki. O halde ne yapıp edip mutlaka yeniden dirilişe geçmemiz lazım. Diriliş, ancak ve ancak tarihi köklerimizden kopmadan, çağımızın gerçeklerini iyi okumak veya etüt etmekle mümkün... Neyse ki yaşadığımız çağa damgasını vuran bugünkü Batı uygarlığı da yükselişinin çöküşündedir. Dünya hiç kimseye baki değil çünkü. O halde Batı medeniyetinin dışında tarihimize yakışır bir şekilde insanlığa yeni bir medeniyet sunmak mecburiyetimiz var. Bunu yaparken, kültür ve medeniyetimizin temeli İslam’ın ışığına muhtacız. Batı modeli madem artık ihtiyaca cevap veremiyor, ne yapmamız gerektiği hususunda inceden inceye düşünmemiz icap eder. Batı modeli dışında şimdiden alternatif yollar ortaya koymalı da.         

Madem teknoloji Allah’ın ‘Sani’ sıfatı, o halde teknolojik hamlelerde bizimde mührümüz olmalı. Dahası yeniden insanlığın yüreğine su serpecek medeniyet öncüleri olma yönünde çaba sarf etmek gerekir.  Zira Âleme nizamsızlık değil, nizam vermek gibi ulvi davayı omuzlayacak yeni neslin ayak seslerini ihtiyaç vardır. İşte bizim İslam medeniyetinden kastımız bu öncü muştulardır. Zaten yeniden tarihimizden feyiz alıp geleceğe kanatlanmak ana gayemizdir. Yeter ki niyet hayır olsun akıbette Allah nurunu tamamlayacaktır elbet.  

Günümüzde etkin anlayış batı modeli olmasına rağmen, artık onlar için de zeval kaçınılmaz hale gelmiş, düşüş başlamıştır bile. Adına ister sanayi medeniyeti, isterse batı modernizesi denilsin, bu sitil cazibesini yitirmiş durumda. Kaldı ki beşeriyet yeni bir cazibe merkezi arıyor. Mekanik ve bilgisayar kuvvetlerinin donukluğu insanlığı ister istemez yeni bir arayışa itiyor. Galiba ruhunu yitiren insanlık, yeni Nizamı âlem öncüler arıyor ve o anı sabırsızlıkla bekliyor da. 

Yeniden diriliş için kollarını sıvamış medeniyet gönüllülerinin işinin zor olduğunu biliyoruz. Elbette ki günümüz dünya coğrafyasında yeni Türk-İslam ülküsü medeniyet öncülerinin omuzlarında yüklendikleri misyonun uygulandığı bir model yok. Nasıl olsun ki,  meşruiyetini ispatlayacak zemin ve şartlar daha henüz doğmuş değil, ama tâ ki Yunus’un seslendirdiği; “Yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü” deyişindeki meşruiyet gerekçemize sahip çıktığımız andan itibaren o özlediğimiz medeniyet davası gün ışığına çıkacağı muhakkak. Önce her nefis ölümü tadacaktır ilahi fermanından hareketle fani olduğumuzu kabul edeceğiz, sonra da ümmetim, ümmetim diyen “Adı güzel kendi güzel Muhammed” diye salât ve selam getirdiğimiz peygamberimize layıkıyla ümmet olup kendimizi insanlığın kurtuluşuna adayacağız. İşte o zaman insanlığa huzur verecek medeniyetin bir hayal olmayıp bir gerçek olduğu ortaya çıkacaktır. Hatta bu konuda inancımızı yitirmediğimiz gibi ümit varız da.

Dünyayı yeniden inşa etmek istiyorsak, maddeye köle olmaksızın Kur’an ışığında eşyayı cilalamak gerekir. Böylesi bir ruhla yeni bir medeniyetin aşamasına gelmiş olacağız. O halde ne duruyoruz,  gün eşyanın hakikatini kavrayıp, eşyaya hâkim medeniyeti yeniden hayata geçirmek günüdür. Şayet yeni gelişmeler Müslümanların elinde filiz verdiğinde görülecektir ki bir zaruretten doğan batılılaşma son bulacaktır. Medeniyet gönüllülerinin bu çabaları bize bu müjdeyi veriyor da.

Vesselam.