Teknoloji ve İslâm
Teknoloji kavramının kaynağı Latinceye dayanmakla birlikte bu kavram da tıpkı diğer kavramlar gibi farklı manalar içermektedir. Tabi bizi daha çok ilgilendiren husus tekniğin Allah’ın (c.c) Sanî sıfatına karşılık gelmesidir. Zira Sanî sıfatın lügat manası yaratan, ortaya sanat ve şaheser koymak demektir. Dolayısıyla şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki; ilk yaratılıştan bugüne gelmiş geçmiş tüm insan toplulukları Allah’ın Sanî sıfatının bir tecellisi olarak günün şartları neyi gerektiriyorsa o şartlara uygun bir teknik donanımla haşir neşir olmuşlardır. Her ne kadar modern toplum tanımı günümüz için yapılsa da kazın ayağı hiçte öyle değil, biyolojik insan dünde biyolojik insandı bugün de, sadece dünle bugün arasında teknik donanım farkı vardı. Bir kere yaratılıştan bugüne tüm insanlık mayasında var olan Sanî koduyla dünyaya adım atmıştır. Belli ki her atılan adım bir sonraki adıma bir tecrübe katmış olması hasebiyle en son fotoğrafa baktığımızda sanki en yeni modern fotoğraf karesiymiş gibi gelmekte bize. Oysa yaratılış modeli kaynağında modern ve orijinaldir. Derken insanoğlu bu orijinal donanım sayesinde bugünkü seviyeye ulaşmıştır.
İşte bu gerçeklerden hareketle Oswald Spengler; “Mekânda kıpırdamaya başlayan, her şey hayat kadar eskidir” demiş, Arnold Joseph Toynbee ise; “Tabiat insana ramiden hile” demiştir. Peki ya Gandhi! O da; “Diş temizlemek için kullanılan kürdan bile bir teknik, bir makinedir’ demiş. Her üç söylemden çıkaracağımız sonuç; teknik deyince sadece modern hayatın kullandığı araçlar akla gelmemeli, ihtiyaç hâsıl olan her keşif teknoloji kapsamında algılamalı. Kaldı ki Kur’an-ı Muciz’ül Beyan’da bir takım kavimlerin sahip olduğu tekniklerden söz edildiği gibi Allah’ın bahşettiği maddi ve manevi nimetlere karşı nankörlük yapan kavimlerin helak olduklarından da bahsedilir. Nitekim Ad ve Semud kavmin başına gelenler bunun tipik misallerini teşkil eder.
Besbelli ki Hz. Nuh’un gemi yapma hadisesi sıradan bir iş değil, bilakis teknolojiye yönelik anlam yüklü bir kurtuluş gemisidir. Hakeza Hz. Süleyman (a.s.)'ın Sebe’den Belkıs’ın tahtını getirtme mucizesi de öyledir. İşte bu türden kıssalar kıssa olmanın ötesinde geçmiş kavimlerin teknolojiyle içi içe olduğunun bir göstergesidir. Dedik ya, teknoloji bugüne has bir buluş değil, her devir için geçerli bir buluş, illa bir farktan söz edeceksek tekniğin sadece biçim değiştirmiş olmasından söz edebiliriz. Bakın Fatih Sultan Mehmed'in İstanbul’un fethi öncesinden hazırladığı topların balistik muayenesini bizzat kendi eliyle yaptığını düşündüğümüzde teknolojiyle nasıl iç içe olduğumuzu göstermeye yetiyor. Ama ne var ki gün gelmiş minareyi bidat sayan bir dönemimizde olmuş. Yetmemiş, Resulullah’ın (s.a.v.) “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” hadis-i şerifini ticarete fesat gireceği endişesiyle Müslümanların ticaretten uzak kalması telkin edilmiş. Düşünsenize Kanuni devrinde kısa bir süre Şeyhülislamlık yapmış Kınalızade Ali Efendi gibi bir zat bu şekilde beyanda bulunursa elbette ki yükselişten düşüşe geçmemiz gayet tabiidir.
Hele bu tür anlayışlar çoğalmaya dursun bir bakmışsın minareyi bidat sayan zihniyet ileri ki evrelerde fabrika bacalarının yükselişine de aynı gözle bakacaktır. Keza ticaretten uzak durmayı öğütleyen zihniyet ileri ki evrelerde ekonominin dümenini bir avuç azınlığın eline teslim etmekten imtina etmeyecektir. Zaten öyle de olmuştur. Neyse ki geldiğimiz noktada geçmişten bir nebze olsun ders alınmış olsa gerek ki artık minareye bidat sayan bir zihniyet, ticareti hor gören veya boş veren bir zümreye pek rastlamıyoruz. Geçte olsa sanayi, ekonomi ve bilginin gücünü fark edebiliyoruz. Nasıl fark etmeyelim ki, Özal’ın başlattığı anlık değişim ve dönüşüm hamleleri gözümüzü açmaya yetmiştir. Gerçekten de Özal reformları, Türkiye’ye ufuk açmıştır. Eski anlayışların yerini yeni hamleler almıştır. Artık İstanbul’da finans kurma girişimleri meyve verip uluslar arası boyuta taşındığı gibi Orta Asya’da, Afrika da, Avrupa'da ve hemen hemen dünyanın her tarafında ihracat alanında rekorlar kırabiliyoruz da. İşte bu ve buna benzer tüm hamleleri sevindirici gelişme olarak telakki ediyoruz. Her şeyden daha mühim hadise zihniyet değişimine uğramamızdır, nihayet Ankara’da oturmak ya da makama çivili kalmakla teknolojik hamle yapılamayacağını idrak etmiş olduk.
Artık Müslümanlığı sadece ibadet planında ele alıp teknolojiye gözleri kapama devirleri çok gerilerde kaldı. Minareyi yapan ruhla fabrika bacasını tüttüren ruh birleşmiş durumda, keza atın üzerinde kılıç sallayan ruhla bilgisayar başında bilgiye ulaşanda ruhta öyledir. Anlaşılan o ki, okul ve camiyi inşa eden her iki ruh bir arada olduğu müddetçe, hiç kuşkunuz olmasın aydınlık yarınlar bizim olacaktır. İyi ki de buhar makinesiyle yüzleşmişiz, yoksa endüstriyel devrim gerçekleşemeyecekti. El sanatları, ya da el tezgâhları ile nereye kadar varabiliriz ki. Görülen o ki, teknolojiden boşa çekinmişiz, sanıldığın aksine makine sanayi işsizlik doğurmamış, bilakis istihdama çare olmuş ta. Makine sanayinin akabinde doğan sibernetik zekâ ise teknokrat kadroların doğmasına vesile olmuş. Yetmemiş bilgi çağına adım atıp bilgiyi yöneten idareci bir kadro doğmuş bile.
Malum, biz neden geri kaldık sorusu epey bir zamandır bizi meşgul eden bir sorudur. Şöyle ki bu soru karşısında kimimiz geri kalmışlığımızı Osmanlı’nın Viyana’dan geri çekilişine bağlamış, kimi tüm kabahati Medrese’ye yüklemiş, kimi de değerlerimizden uzak kalışımızı sebep göstermiştir. Her ne sebep gösterirsek gösterelim sonuçta geldiğimiz nokta belli. Bir kere Viyana’dan çekilmeyi kahramansızlık addedip Plevne mücadeleyi kahramanlaştıran halet-i ruhiyeden başka ne bekleyebilirdik ki. Bakın gerek Viyana olsun, gerekse Plevne olsun fark etmez, her ikisinde de gazi ve şehit olmuş tüm neferler aynı ruha sahiptiler, sonuçta her ikisinde de yenilen aynı ruhta kahramandı. Tabii buna Balkan savaşları ruhu da dâhildir. Şimdi sormak lazım bu savaşlar arasında değişen ne ki, birini yüceltirken diğerini hafife alabiliyoruz. Oysa değişen sadece rollerdir. Sanıldığın aksine her tarihi vaka kahramanlık ya da kahramansızlık ekseninde açıklanacak kadar basit değil. Bir kere tarihi hadiseleri analiz ederken, meseleye sadece kahramanlık boyutundan bakmak yetmiyor, objektif tarih bakış açısı ortaya koymakta gerekir. İcabında objektif değerlendirme de yetmez tarihi yükseliş ve düşüşlerin arka planında cereyan eden ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri boyutların farkına varmakta gerekir. İşte çok yönlü tarihe bakış açısı ve gerçek tarih bilinci geliştirmedikten sonra Viyana kapısından dönüşümüze üzülsek ne, üzülmesek ne, ya da Plevne savunmasının kahramanlığıyla övünsek ne, övünmesek ne. Bir kere tarih herkesin arzusuna göre gelişme kaydetmez. Hadi diyelim tarihi bilinci yakalayamadık hiç olmazsa coğrafi bakımdan bizim gibi bir doğu ülkesi olan Japonya örneğinden ders alsak, bu bile bakış açımızı değiştirmeye yetecektir. Bakın, Japonlar tarihinin hiçbir döneminde ne imparatorunu dışlamışlar ne tazim ve kusurda bulunmuşlar ne de milli kültürlerinden taviz vermişlerdir. Nasıl mı? İşte bugün olmuş 51 şekilden oluşan hiyeroglif alfabesiyle hem içerde hem de uluslararası arenada yazışmalarını devam ettiriyorlar, yani bir kenara atıp başka alfabeye ihtiyaç duymamışlar. Peki ya biz? Malum bizde fıtratımıza ters (fıtriyesine zıt) düşen beynin sol lobunun ürettiği soldan sağa yazmayı esas alan Latin alfabesine tav olmuşuz. Japonya, muhafazakâr ve modern ikilemi oluşturmazken biz ise teknolojiden uzak satıh üstü şekli yenilikleri çağdaşlık sanmışız. Dahası uzak doğunun bu çekiç gözlü insanları süper devletlerle boy ölçüşebilmenin mutluluğuna erişirken biz ise Avrupa Birliği koridorlarının bekleme salonunda soluğu almışız. Üstelik Japonya gelişmesini Avrupa’yla siyasi problem yaşamadan gerçekleştirmiştir. Biz ise bırakın reform yapmayı birçok düşünen beyinleri ideolojik kavgalara kurban vermişiz. Her neyse geçmişte şu veya bu şekilde kayıp yaşamız, şimdi o kayıpları bir kenara bırakıp hep birlikte şu güzel ülkemizi modern çağın en üst seviyesine çıkarma zamanıdır. Birbirimizden güç alıp teknolojik hamlelerde bulunmak zamanıdır. Madem öyle, bir an evvel şu militarist yaklaşımlardan hızla uzaklaşmakta fayda var, zira militarizm insanlar üzerinde olumsuz etki yapıp anti şehir tutum, anti teknolojik tavır takınmaya yol açmaktadır.
Her nedense batının modasından, müziğinden, yaşam biçiminden dört köşe olanlar söz konusu teknoloji olduğunda panik atak yaşayabiliyorlar. Bunu zaman zaman boğaz köprüsüne karşı çıkışlarından ya da büyük projelerin önüne geçme çabalarından daha net anlayabiliyoruz. Maalesef içi boş cilalı söylemler, bol geyikli programlar, dokuzuncu senfoni orkestralar ve onuncu yıl marşı çalmak gibi faaliyetler batıcılık diye yutturulmuş. Hâlbuki çağdaşlığın kriteri cilalı söz veya marş çalmak değil, asıl kriter söylenen sözün veya çalınan marşın içeriğini doldurabilmektir. O içerik yurdun dört bir yanını hızlı tren ağlarıyla örmek, Ferhat gibi dağları delip tünel açmak, Fatih gibi karadan gemileri yürütüp denizin altından marmaray geçirmektir elbet. Çağdaşlığın ölçüsü lafla peynir gemisi yürütmekte değil, teknolojik icraatla ispatlamakta
Bakın, Batı orta çağda önce bilimi giyotine kurban vermiş ama sonra derlenip toparlanıp Rönesans’la birlikte pozitif bilime ulaşabilmiştir. Tabii bilimsel gelişme kaydetmek güzel bir merhale. Ancak bu merhaleninde kendine göre sıkıntılarının var olduğu anlaşılır. Malum, bu kez de bilimi putlaştırmaktan kaynaklanan ya da bilime yüklenen aşırı misyon insanları makinenin kölesi yapmaya yetmiştir. Oysa biz biliyoruz ki pozitif bilim denilen olgu ancak beş duyunun algı alanında manevra yapabiliyor. Yani, akıl beş duyunun dışında firar edip çaresiz kalabiliyor. Nitekim Rönesans’tan sonra objektif kriterler bilimin konusu olurken sübjektif değerler göz ardı edilmiştir. İşte bunun neticesi olarak ruhu besleyecek manevi ilimlere duyarsızlık batı insanını mekanikleştirmiştir. Zaten batı bilimi tarif ederken sadece beş duyunun kapsam alanına giren doneleri ölçü kabul etmektedir. Metodolojisini ise parçadan bütüne, bütünden parçaya, ya da analitik ve deneysel gibi metotlarla yürütmeye çalışır. Elbette, bizimde bu metodolojide yer alan analitik ve deneysel yaklaşıma itirazımız olamaz. Ancak bu metodun da birçok açmaz yönleri söz konusu. Şöyle ki; bu metodolojide insan tabiat ilişkilerine önem verilirken insanın insanla olan münasebetleri güme gitmektedir. Şu bir gerçek madde batının olmazsa olmaz derecede ilk hareket noktasıdır. Tabi böyle olunca da insan bu hareket planında eşya ile aynı kategoride yer alır. Bir başka ifadeyle insan materyalist bir planın lokomotif parçasıdır, ürettiği ya da tükettiği kadar değer kazanır. Besbelli ki; insan sadece İslamiyet’te eşrefi mahlûkattır. Evet, bizim batıdan ayrıştığımız nokta insanı merkez bilip hareket noktası kabul etmemizdir. Kelimenin tam anlamıyla merkeze maddeyi değil, insanı alırız. Nasıl almayım ki, bakın eşrefi mahlûkat insana küçük âlem diyen âlimlerimiz olduğu gibi, büyük âlem diyen âlimlerimiz de var. Bu yüzden faziletten, şefkatten, adaletten mahrum teknoloji anlayışlara bizim dünyamızda kabul görmez. Teknolojinin fizik yönünü görüp, metafizik boyutunu görememek batının en büyük handikabıdır. Şimdi gel de doğunun nefesini arama, gel de atom etrafında elektronların hareketlerini seyrederken, Mevlana’nın raksını tasavvur etme, ne mümkün. İşte asıl marifet bilimin objektif yüzünü görebildiğimiz kadar tevhidi yönünü de görebilmektir.
Tıpkı bizde batı gibi bilimin metafizik boyutunu görmezden gelip sadece maddi boyutuyla ilgilendiğimizde teknoloji ve makinenin kölesi olmak bizim içinde bir handikap teşkil edecektir. Bu durumda ister istemez biz makineye değil makine bize yön verecektir. Gerçekten de ortada çelişik bir durum var; makineyi üreten insan, ama nasıl oluyorsa ürettiğimizin esiriyiz. Tabi makine ve pratik zekâyı kutsal addedilirse olacağı buydu. Oysa karşımızda zihinsel faaliyet olarak bir beyin var, birde makinenin ürettiği üretim faaliyeti var, ama her ikisi de kendini tanımlamaktan aciz. Hiç bilmem bugüne kadar bir makinenin kendi kendine öz eleştiri yaptığını gördünüz mü? Elbette, makine insan kalbi ve zihni gibi değil ki kendi içtihadıyla yeni bir şey üretsin ya da soyutlasın. Makine ancak kendine ne kodlanmışsa onu yapmakta mükelleftir, bu yüzden program dışı çalışamaz. Artık insanoğlunun şunu iyi anlaması icab eder; değişmeyen tek şey Allah ve Resulünün hakikatleridir. Madem öyle eşyanın hakikatine vakıf olmak için sübjektif kriterlere gönlümüzü açmak gerekir ki tabiatı işlediğimizde hammaddeye ruh katıp mana deryasına dalabilelim. İnsanlığımızı kaybetmemek için buna mecburuz da.
İ’lay-ı Kelimetullah için Nizam-ı Âlem’e yol almak ancak İslam’ın öngördüğü ilmi geliştirmekle mümkün. Bilginin İslami kaynaklarla beslenmesi gerekir ki tabiatın tevhidi yönünün okuyabilelim. Ah şu bilim adamlarımız eşyanın maddi dilini anlamaya çalıştıkları kadar bir de manevi dilini anlamaya çalışsalar var ya, bak o zaman hakiki bilim neymiş işte o zaman fark edeceklerdir. Ah bir bilseler ki kâinat Allah'ın habibi aşkı yüzü suyu hürmetine yaratılmış, işte o an uğraş verdikleri maddenin soyut romantizmini de göreceklerdir. Hiç kuşkusuz yaratılışın özünde sevgi hamuru var. Dolayısıyla etrafımızda dolaşan nesnelere sırf objektif gözle bakamayız, sübjektif yönü de çok önem arz etmektedir. Böyle bir bakış açısı bizi hem teknolojik donanıma eriştirir hem de tevhitle buluşturur. İşte bu vuslat arzusundan dolayı, ne tevhitten yoksun teknoloji, ne de ilimden yoksun iman anlayışı asla bizim kabulümüz olamaz. Her iki unsurunda aynı potada buluştuğu vuslat bizim kabulümüzdür. Nitekim kâinatta gerek makro âlem olsun, gerek mikro âlem olsun, gerekse fizik ötesi âlem olsun hepsi Allah’ın (c.c.) 'ol' emri, kudreti ve ilmi doğrultusunda hareket etmektedir. Bu yüzden kâinatta Hiçbir surette tesadüfe yer yoktur, her yaratılan başıboş yaratılmamış, hepsi bir yaratılış gayesi doğrultusunda vazifesini icra etmektedir. Zaten bize düşende bu yaratılış gayesini anlamlandırmaktır. Zira her kıpırdanış, ilahi kudretin iradesiyle cereyan etmekte.
İyi ki de bu bakışı ilke edinmişiz, aksi takdirde batının düştüğü ruhsuz kısır döngüye pekâlâ bizde düşebilirdik. Evet, İslami perspektife dayalı bir bakıştır bu. Dahası modern teknolojik keşiflere metafizik boyut kazandıran bir bakış dersek yeridir. Evet, bizde biliyoruz batı dünyası teknolojik nimetlerden alabildiğine faydalanmakta, ama ruh olmayınca ne işe yarar ki. Bak şimdi maddede donuklaşma veya mekanikleşmenin ceremesini çekmekteler. Maneviyattan yoksunluk onları teknolojiye mahkûm etmiştir. Zaten bilimi sekülere edip Hıristiyanlığı günah çıkarma dini olarak telakki ettikleri müddetçe bu düştükleri çukurdan çıkamayacakladır.
Velhasıl; insanlık akıl ve kalbi birleştirdiğinde görülecektir ki, insan tabiat ilişkileri metafizik boyut kazanacaktır. Dahası, bir elde teknoloji ve bilgisayar, diğer elde Kur’an aydınlık yarınların teminatı olacaktır.
Vesselam.