Hakkında bir sure var Ebu Leheb’in, önce o surenin Türkçe anlamını okuyalım:
1- Ebu Leheb'in iki eline yuh oldu, kendine de yuh
1- Ebu Leheb'in iki eline yuh oldu, kendine de yuh
2- Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı.
3- O, bir alevli ateşe yaslanacak.
4- Karısı da odun hamalı olacak!
5- Gerdanında fitillisinden bir ip olduğu halde.
Ebu Lehep, Hz.Muhammed’in amcası. Gerçek adı Abdüluzza b. Abdulmuttalib’dir.Abdu’l Uzza,“Uzza’nın kulu” manasına gelmektedir. Abdülmuttalib, ona güzelliğinden dolayı parladığı ve öfkelendiğinde yanakları kızardığı için ona Ebû Leheb künyesini takmıştır.
Abduluzza, Abdülmuttalib’in, Lübna bint Hacir adlı eşinden dünyaya gelmiştir ve annesinin tek çocuğu.
Şaşı gözlü, yumru yüzlü ve şişman bir adam olduğu söylenir.
Ebû Leheb, varlıklı biri idi, Mekke’nin zenginlerindendi. Şam bölgesine ticarî seferler yapardı. Topluma yön veren seçkinler içindeydi, saygın bir insandı.
Harb b.Ümeyye’nin kızı, Ebû Süfyân’ın kız kardeşi ve esas adı Avra olan Ümmü Cemil ile evlenmiş, bu evlilikten Utbe, Uteybe, Muattib adlı erkek çocukları; Durre, Halide ve Azze adında da kız çocukları olmuş. Üç kızı da Mekke’nin fethinde Müslüman olmuş. Oğulları Utbe ve Muattib Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber’in davetine icabet ederek Müslüman olmuşlar, Huneyn Seferine de katılmışlardır. Hatta bu seferde, Hz Peygamber’in yanında sebatla kalan Müslümanlardan olmuşlardır. Uteybe ise Muhammed’e karşı olmayı sürdürmüş.
Ebû Leheb’le Hz. Muhammed’in ilişkilerinin öyküsü şöyledir: Ebû Leheb, Hz. Muhammed doğduktan sonra, kölesi Süveybe’yi onu emzirmesi için görevlendirmişti. Hz. Muhammed peygamberliğini ilan edene kadar da genel olarak ilişkileri iyi ve olumlu idi. Yeğeninin iki kızını iki oğluyla evlendirmişti (Rukıyye ile Utbe’yi ve Ümmü Gülsûm ile de Uteybe’yi)
Ve kapı komşusu idiler Muhammed’le.
Hz. Muhammed, Safâ tepesinde topladığı kavmini İslâmiyet’e davet etmesine sinirlenmişti Ebu Lehep: ‘Yazıklar olsun! Bizi böyle boş sözler için mi buraya çağırdın’ diye tepki göstermişti. Bu tepki daha sonra artarak devam etti, Muhammed’in evini sık sık taşa tutar veya başkalarına taşlatır, kapısı önüne her çeşit pisliği atmaktan çekinmezdi. Ebû Leheb, Hâşimîler’in boykot edildiği dönemde ekonomik açıdan zor durumda kaldığını söyleyerek onlardan ayrıldı ve müşriklerin safında yer aldı.
Ebû Tâlib’in ölümünden sonra Hâşimîler’in reisi olan Ebû Leheb, kabile içi dayanışmayı sağlama mecburiyetinden dolayı Hz. Muhammed aleyhinde yürütülen faaliyetlere karşı çıkarak onu himaye etti. Ancak bu durum uzun sürmedi; Hz. Muhammed’in, ataları dâhil gelmiş geçmiş bütün müşriklerin cehennemlik olduğunu söylemesine ve Lât, Menât, Uzzâ gibi putların aleyhindeki konuşmalarına öfkelenip onu himaye etmekten vazgeçti. Muhammed’i her yerde takip ederek sözlerini yalanlamaya, onun bir sihirbaz ve yalancı olduğunu, kavmini birbirine düşürdüğünü, sözlerine itibar edilmemesi gerektiğini söylemeye başladı. Kendisinin ve karısının Muhammed’i rahatsız eden bu hareketleri üzerine Tebbet sûresi geldi. Sûrenin nazil olması üzerine Ebû Leheb’in oğulları babalarının emriyle, evli bulundukları Hz. Peygamber’in iki kızını boşadılar.
Bedir Gazvesi’ne katılmayan Ebû Leheb yerine Âs b. Hişâm’ı gönderdi. Bedir’de Mekkelilerin bozguna uğradığını öğrendikten birkaç gün sonra Mekke’de öldü. Oğulları onun yakalandığı çiçek (adese) hastalığının kendilerine bulaşmasından korktukları için babalarını gömemediler, ancak bir müddet sonra ücretle tuttukları Sudanlılar’a defnettirdiler.
Evet olan biten bu, öykü bu… Tebbet Suresi’nin o gün için bir anlamı olabilir, ancak Müslümanlar o günden bugüne dek bu sureyi, hem de namaz sureleri arasına koyup okuyup durmaktadırlar. Yani 1400 küsur yıldır Ebu Lehep’e yergiler dizilmektedir, hem de Tanrı’ya yakarı sırasında. Bazı din görevlileri ve softalar ise, bu sureyi okuyanların düşmanlarının şerrinden emin olacaklarını söylüyorlar.
Şimdi geliniz Hikmet Ilgaz’ın Şark Yıldızı adlı belgesel romanından bir bölümü okuyalım. XX.yüzyılın başlarında müftülüğe din görevlisi olarak atanmak üzere sınava giren Yusuf Bey’in, sınav kurulu ile arasındaki dinsel tartışmaları içeriyor bu bölüm ve bugün asla dillendirilemeyecek olan sav ve görüşlerin o gün nasıl yüreklice ortaya konduğunu göstermektedir. Tartışma metninde Tebbet Suresi de var.
Evet işte o tartışmalar:
“Reis gayet nazik bir şekilde Yusuf Bey’e hitap etti:
Ebu Lehep, Hz.Muhammed’in amcası. Gerçek adı Abdüluzza b. Abdulmuttalib’dir.Abdu’l Uzza,“Uzza’nın kulu” manasına gelmektedir. Abdülmuttalib, ona güzelliğinden dolayı parladığı ve öfkelendiğinde yanakları kızardığı için ona Ebû Leheb künyesini takmıştır.
Abduluzza, Abdülmuttalib’in, Lübna bint Hacir adlı eşinden dünyaya gelmiştir ve annesinin tek çocuğu.
Şaşı gözlü, yumru yüzlü ve şişman bir adam olduğu söylenir.
Ebû Leheb, varlıklı biri idi, Mekke’nin zenginlerindendi. Şam bölgesine ticarî seferler yapardı. Topluma yön veren seçkinler içindeydi, saygın bir insandı.
Harb b.Ümeyye’nin kızı, Ebû Süfyân’ın kız kardeşi ve esas adı Avra olan Ümmü Cemil ile evlenmiş, bu evlilikten Utbe, Uteybe, Muattib adlı erkek çocukları; Durre, Halide ve Azze adında da kız çocukları olmuş. Üç kızı da Mekke’nin fethinde Müslüman olmuş. Oğulları Utbe ve Muattib Mekke’nin fethinden sonra Hz. Peygamber’in davetine icabet ederek Müslüman olmuşlar, Huneyn Seferine de katılmışlardır. Hatta bu seferde, Hz Peygamber’in yanında sebatla kalan Müslümanlardan olmuşlardır. Uteybe ise Muhammed’e karşı olmayı sürdürmüş.
Ebû Leheb’le Hz. Muhammed’in ilişkilerinin öyküsü şöyledir: Ebû Leheb, Hz. Muhammed doğduktan sonra, kölesi Süveybe’yi onu emzirmesi için görevlendirmişti. Hz. Muhammed peygamberliğini ilan edene kadar da genel olarak ilişkileri iyi ve olumlu idi. Yeğeninin iki kızını iki oğluyla evlendirmişti (Rukıyye ile Utbe’yi ve Ümmü Gülsûm ile de Uteybe’yi)
Ve kapı komşusu idiler Muhammed’le.
Hz. Muhammed, Safâ tepesinde topladığı kavmini İslâmiyet’e davet etmesine sinirlenmişti Ebu Lehep: ‘Yazıklar olsun! Bizi böyle boş sözler için mi buraya çağırdın’ diye tepki göstermişti. Bu tepki daha sonra artarak devam etti, Muhammed’in evini sık sık taşa tutar veya başkalarına taşlatır, kapısı önüne her çeşit pisliği atmaktan çekinmezdi. Ebû Leheb, Hâşimîler’in boykot edildiği dönemde ekonomik açıdan zor durumda kaldığını söyleyerek onlardan ayrıldı ve müşriklerin safında yer aldı.
Ebû Tâlib’in ölümünden sonra Hâşimîler’in reisi olan Ebû Leheb, kabile içi dayanışmayı sağlama mecburiyetinden dolayı Hz. Muhammed aleyhinde yürütülen faaliyetlere karşı çıkarak onu himaye etti. Ancak bu durum uzun sürmedi; Hz. Muhammed’in, ataları dâhil gelmiş geçmiş bütün müşriklerin cehennemlik olduğunu söylemesine ve Lât, Menât, Uzzâ gibi putların aleyhindeki konuşmalarına öfkelenip onu himaye etmekten vazgeçti. Muhammed’i her yerde takip ederek sözlerini yalanlamaya, onun bir sihirbaz ve yalancı olduğunu, kavmini birbirine düşürdüğünü, sözlerine itibar edilmemesi gerektiğini söylemeye başladı. Kendisinin ve karısının Muhammed’i rahatsız eden bu hareketleri üzerine Tebbet sûresi geldi. Sûrenin nazil olması üzerine Ebû Leheb’in oğulları babalarının emriyle, evli bulundukları Hz. Peygamber’in iki kızını boşadılar.
Bedir Gazvesi’ne katılmayan Ebû Leheb yerine Âs b. Hişâm’ı gönderdi. Bedir’de Mekkelilerin bozguna uğradığını öğrendikten birkaç gün sonra Mekke’de öldü. Oğulları onun yakalandığı çiçek (adese) hastalığının kendilerine bulaşmasından korktukları için babalarını gömemediler, ancak bir müddet sonra ücretle tuttukları Sudanlılar’a defnettirdiler.
Evet olan biten bu, öykü bu… Tebbet Suresi’nin o gün için bir anlamı olabilir, ancak Müslümanlar o günden bugüne dek bu sureyi, hem de namaz sureleri arasına koyup okuyup durmaktadırlar. Yani 1400 küsur yıldır Ebu Lehep’e yergiler dizilmektedir, hem de Tanrı’ya yakarı sırasında. Bazı din görevlileri ve softalar ise, bu sureyi okuyanların düşmanlarının şerrinden emin olacaklarını söylüyorlar.
Şimdi geliniz Hikmet Ilgaz’ın Şark Yıldızı adlı belgesel romanından bir bölümü okuyalım. XX.yüzyılın başlarında müftülüğe din görevlisi olarak atanmak üzere sınava giren Yusuf Bey’in, sınav kurulu ile arasındaki dinsel tartışmaları içeriyor bu bölüm ve bugün asla dillendirilemeyecek olan sav ve görüşlerin o gün nasıl yüreklice ortaya konduğunu göstermektedir. Tartışma metninde Tebbet Suresi de var.
Evet işte o tartışmalar:
“Reis gayet nazik bir şekilde Yusuf Bey’e hitap etti:
-Efendi Hazretleri acaba hangi şeyhin iltizamından bulunuyorlar (tarafındalar, bağlılar)?
-Efendimiz henüz böyle bir şerefe nail olamadım…
-Mahzur yok efendim. Daha yaşınız müsaittir. Ulemanın pek çoğu ancak kemal yaşlarında bu mertebeye vasıl olmuşlardır.
Reis sustu, ikinci hoca sordu:
-İcazetnamenizi hangi medreseden ahiz buyurdunuz mirim?..
Yusuf Bey, biraz tereddüt ettikten sonra cevap verdi:
-Sorbon’dan.
Bu defa düşünme sırası hocaya gelmişti.
- Semerkant taraflarında olacak sanırım.
Yusuf Bey ayıp olmasın diye kesin bir tashihte bulunmadı:
-Filvaki (duruma göre) oraya biraz uzakça ise de yine o civarda sayılır.
Bu hoca herhalde, katlolunacağı zaman Hazreti Peygamber’e izafeten yalnız kendisinin dört bin hadisi şerif uydurduğunu itiraf eden ulemayı İslam’dan Ebuluca’nın ahfadından olacak ki hemen ilave etti:
-Bilirim… Bilirim… Bir kal’a içinde tesis edildiği için bu medresenin asıl ismi ‘Suru-bend’ idi. Sonra avam dilinde galat olarak bu ismi aldı.
Anlaşılan reis bu adamın münasebetsizliğine vakıftı. Kendisini susturmak için sertçe yüzüne baktıktan sonra tekrar Yusuf Bey’e hitap etti:
-Efendi Hazretleri Arabî ve Fârisi lisanlarına vakıf mıdırlar?
-Arapçam oldukça kuvvetlidir. İdadide bir müddet Arabî muallimliği ettim. Bu yüzden hıfza da kolayca nail oldum. Fakat Farisî behrem (kazanımım) o kadar ileri değildir. Henüz lügate ihtiyaç hissetmeden Mesnevi’den tercüme yapacak dereceye gelemedim.
-Ya demek hafızlığınız da var, Allah mübarek etsin. Doğrusu ya ben gaileli hayattan bu mazhariyete bir türlü ulaşamadım. Kur’an’ı Azimüşşan’ın değil 6666 ayetini, hatta bazen 66 ayetini dahi hatırlayamadığım günler oluyor. Cenab-ı hak taksiratımızı af buyursun.
Reis yine sustu. Başını Kırımlı hocaya çevirerek sual sırasının kendisinde olduğunu anlatmak istedi. Bu hoca ötekiler gibi ifade almaktan ise doğrudan doğruya mevzuya girmeyi münasip buldu:
-Hafız Efendi, İslamiyet’in gaye ve maksadını izah buyurur musunuz?
Bu geniş sual Yusuf Bey’i birdenbire şaşırttı. Ancak bir iki dakika düşündükten sonra cevaba muktedir olabildi:
-İslamiyet’in gayesi, fertlerin hayatında ahlakı, cemiyette müsavatı, şeriatta adaleti, vicdanlarda huzur ve muhabbeti hâkim kılmaktır.
Kırımlı hoca memnunane başını salladı:
-Evet… dedi. Çok mükemmel hülasa buyurdunuz. Ruhu İslam budur.
Yusuf Bey devam etti:
-Bu gayeye hangi yoldan olursa olsun vasıl olmuş bir insan tam bir Müslüman sayılır. Yani Müslümanlık bir his ve hurafe dini değil, derunî (içten) ve vicdanî bir murakabe, bir mantık ve aklı selim (sağduyu) dinidir. Bunun için kalbini her türlü fenalıktan Müberra (uzak) kılmış, hayatını insanların saadetine vakfetmiş her insan vecaibi Kur’an (Kur’an’ın vacipleri, gerekleri) ve evamiri İlahiye’nin (Tanrı buyruklarının) başlıcalarını yerine getirdiği için hakiki bir Müslüman telakki olunmağa sezadır (layıktır).
Diğer hoca bu defa yerinden sıçradı:
-Aman mirim galiba yanlış anladım. Mesela tarif buyurduğunuz ahlakî meziyeti haiz olan doktor Hristaki Müslüman mıdır?
-Evet. Bahis buyurduğunuz zat hakikaten bu vasfı haiz ise ismen ve cismen olmasa bile fiilen ve hatta ruhen Müslümandır. Fakat bir münakaşa esnasında tehevvüre gelerek (düşünmeden atılarak) elindeki mukaddes teberle bir adamı katlettiği için halen hapishaneyi umumide bulunan ve orada da bütün vakitlerini Allah’a ibadetle geçiren Tarikati Aliyyei Refaiye meşayihinden (şeyhlerinden) Ali Efendi ise neuzübillah (Allah’a sığınırım ki) kâfirdir. Zira biri İslamiyet’in gayesi olan fazilete ulaşmış, diğeri ise dinimizin hedefi olan uhuvveti (kardeşliği) rahnedar eylemiş (zarara uğratmış). Allah’ın binası bir insanı yıkmıştır. Hakiki mümin olsaydı elbet bu cinayeti işlemezdi.
-Acayip?..
-Efendim bu hususta tereddüt buyurmakta haklısınız. Zira zamanımızda mevcut ve müesses (kurulu) olan bütün dinler gibi insanlığın hakiki şeref mertebesi olan İslamiyet’te o kadar hurafelerle mezcedilmiş ve esasları o kadar tahrif olunmuştur ki artık hayata rehberlik etmek nuru ile cihanı aydınlatmak imkânı selbedilmiştir (noksanlaştırılmıştır). Bu sebeple biz de şimdi Müslümanlığın gaye ve maksadı bir tarafa bırakılmış ve hususi hayatında tembelliği, israfı, nifakı, cemiyetin hayırsız ve uğursuz bir evladı olmağı ve aharın malına, hakkına, ırzına, nafakasına gizli veya açık surette el uzatmağa itiyad (alışkanlık) edinmiş bir adamın savm (oruç), salat (namaz), hac, zekât ve kelime-i şahadet gibi farizeleri mukdim (işine düşkün şekilde) ve biraz da nümayişkâr (gösterişli) bir gayretkeşlikle yerine getirmesinin dindar yahut Müslüman olmağa kâfi olduğu zahabı (sanısı) hasıl olmuştur. Halbuki Cenabı Hak kimsenin ibadetine muhtaç değildir. Bu ibadet insanlara sabır, sebat, riyazet (nefsi terbiye için az gıda yemek), nezahet (ahlak temizliği), kemalât (olgunluk) gibi manevi hüviyetlerinin istifası için bir vasıta olarak emir buyrulmuştur. Nefsine, hevesatına (heveslerine) hükmedemeyen bir insanın ibadeti iki gözü kör bir adamın tüfekle hedefe nişan alması kadar beyhudedir.
Bu cevabı, muhatabı softayı büsbütün kızdırdı:
-Ne cehalet!.. diye bağırdı. Ve sonra ilave etti. Siz nerede ise Müslümanlığı zühtü takvadan mahrum bırakacaksınız. Halbuki yeryüzünde mevcut dinlerin hepsi mensuplarına şu veya bu şekilde bir ibadeti emreylemiştir. İbadetsiz bir din, suyu kurumuş bir nehre benzer. Hayır böyle bir din olamaz.
Yusuf Bey, sükûnetle cevap verdi:
- Allah için en makbul ibadet faziletkâr bir insan olmağa çalışmaktır. Zira yeryüzünde mevcut dinlerin hepsi insanlara fazileti emreylemiştir. Her din Yaradan’ı ve doğru yolu aramıştır. Bunların ruh ve esaslarında bir fark yoktur. Fark yalnız isimlerindedir. İbadetin şekli aynı neticeyi istihsale hizmet eden vasıtaların değişik olmasından başka bir şeyi göstermez. Her dinin hedefi olan Allah, kadim, kadir ve mutlak olan aynı ilahi mevcudiyet ve kudrete iman etmektir. Binaenaleyh muhtelif dinlerin aynı hedef ve gayeye müteveccih ibadet tarzları yüzünden insanlık âleminde bugüne kadar yaratılmış olan bin türlü huzursuzluk, ancak cehalet devrinin yadigârı ve beşeri cidal ve kıtaları istismar edenlerin eseridir. Halbuki değil muhtelif dinlerin hatta aynı dinin muhtelif şubeleri olan mezhepler yüzünden çıkarılan ihtilaflar neticesinde beşeriyetin asırlarca kan ve ateş içinde boğulmasına sebebiyet veren cahil, mutaassıp (bağnaz) ve muhterisleri (ihtiraslı) Cenabı Hak her iki âlemde de ebedi hüsran ve lanet yıldırımlarıyla perişan edecektir. Binaenaleyh yeryüzünde Müslüman, Hıristiyan, Musevi ve saire diye itikatları birbirinden farklı topluluklar olmayıp âlemin ve insanlığın mukadderatına kadim bir ilâhi varlığa inanan iman sahipleri ile dinsizler mevcuttur.
Filhakika (gerçekten de) şu mühim esasa nüfuz edebildiğimiz takdirde bütün dinler arasındaki farkların izam (büyütülemeyeceğini) edilemeyeceğini görürüz.
Din nedir?... Din bazılarının kabul ettiği gibi bir zannı batıl; bir ümit veya teselli değildir.
Din, idrakimizin henüz halledemediği şeylere bir sebep bulmak zaruretinden veya ölüp giden ecdadımızın ruhlarıyla münasebette bulunmak ihtiyacından veyahut da fevkalade hadisatı tabiiye karşı hissedilen korkudan da ne’şet etmemiştir (kaynaklanmamıştır).
Din Allah ile insan arasında bir rabıtadır. Bu rabıtaya (bağlantıya) bir şekil verilemez. Zira insan vicdanının buruşmuş bir kumaş gibi herhangi bir vasıtaya müracaatla düzeltilmesi mümkün değildir.
Bu mevzuda âlimlerin tensikatına (düzenlemesine) göre başlıca yedi din ve İslamiyet’in ayrıldığı yetmiş ü fırka ile Hıristiyanlığın yetmiş iki ve Museviliğin yetmiş bir fırkası ve nihayet inandığımız dört kitabın bize daima emir ve telkin ettiği aynı esas, kemal ve itilâya (yüceliğe) müteveccih (yönelik) aynı istikamettedir. Çünkü Allah’a ulaşmanın tek yolu ahlak ve fazilettir. İbadet, diyanet manzumesinin bir mısraıdır. Yaradan’a karşı bağlılığın bir tezahürüdür. Ona karşı bir şükran vecibesidir. Fakat ibadet de faziletten hayatiyet alır. Ahlaksızların ibadeti merdut (reddolunmuş) ve riyakârlıktır (ikiyüzlülüktür).
Zerdüşt; vahit (bir), bâki (kalıcı), kadim bir Allah ile Hürmüz’ün şahsiyetinde hayrı ve Ehremin’in sıfatında şerri terennüm etmiştir.
Buda ‘Mütemadiyen (sürekli) çalışınız, kirden temizleniniz, hakka teaddi (saldırma) ve adalete tecavüz etmeyiniz. Atiyen (gelecekte) nedamete müncer (pişmanlığa yol açacak) olan günahlarınız iyi hareketlerinizle telafiye (gidermeye) gayret ediniz. Akur (azgın) bir fil sürüsünün hücumuna uğrayıp mahv ve perişan olan kabileler gibi hevesatı yıkınız. Hevesata sebep olan şeyler nefsi tatmin ederse de kalbi tatyip etmez. Nitekim deniz suyu ile harareti dindirmek kabil değildir. Okuyunuz öğreniniz, zira ruha hayat ve sürur veren ilim ve irfandır. Adavetten, kibirden, riyadan çekininiz. Şiddet erbabında mülayim, zalimlere müşfik olunuz. Hiç kimseyi iyiliğe vesile olmaktan men etmeyiniz. Sairlerinin (başkalarının) size yapmasını arzu etmediğiniz şeyleri başkasına yapmayınız. Hiçbir mahlûka zarar vermeyiniz. Bir mahlûkun hayatı tıpkı şimşek gibidir. Akıp giden bir çay gibi gaip olur. Hevesat mevhum (evhamlı) bir şeydir. Aksi suya düşen bir aya, bir hayale benzer. Dünya fanidir. Hazan yaprakları gibidir. İnsanlar bir tatlı kesesine üşüşen çılgın arılar gibi hayata düşkündürler’der.
(…) İslamiyet zamanla genişlemiş birçok akvam arasında şeref tahtına yükselmiş olduğu halde bu cihet nazarı itibara alınmayarak ibadetin maksat ve gayesinden uzaklaşılmıştır. Buna bir de namazlarımızda secde denilen ve medeni âlemin bugünkü sağlık bilgisi ile müşkülatla telif edilen, yani basılan yere el ve yüz sürmek gibi bir ibadet usulünü düşünürsek bunda bazı sıhhî mazarrat mütalaası hatıra gelebilir ki, hiç olmazsa abdest namazdan sonar olsa idi bu mahzur kısmen bertaraf edilmiş olurdu.
Mutaassıp (bağnaz) hoca biraz da istihfafla:
Buda ‘Mütemadiyen (sürekli) çalışınız, kirden temizleniniz, hakka teaddi (saldırma) ve adalete tecavüz etmeyiniz. Atiyen (gelecekte) nedamete müncer (pişmanlığa yol açacak) olan günahlarınız iyi hareketlerinizle telafiye (gidermeye) gayret ediniz. Akur (azgın) bir fil sürüsünün hücumuna uğrayıp mahv ve perişan olan kabileler gibi hevesatı yıkınız. Hevesata sebep olan şeyler nefsi tatmin ederse de kalbi tatyip etmez. Nitekim deniz suyu ile harareti dindirmek kabil değildir. Okuyunuz öğreniniz, zira ruha hayat ve sürur veren ilim ve irfandır. Adavetten, kibirden, riyadan çekininiz. Şiddet erbabında mülayim, zalimlere müşfik olunuz. Hiç kimseyi iyiliğe vesile olmaktan men etmeyiniz. Sairlerinin (başkalarının) size yapmasını arzu etmediğiniz şeyleri başkasına yapmayınız. Hiçbir mahlûka zarar vermeyiniz. Bir mahlûkun hayatı tıpkı şimşek gibidir. Akıp giden bir çay gibi gaip olur. Hevesat mevhum (evhamlı) bir şeydir. Aksi suya düşen bir aya, bir hayale benzer. Dünya fanidir. Hazan yaprakları gibidir. İnsanlar bir tatlı kesesine üşüşen çılgın arılar gibi hayata düşkündürler’der.
(…) İslamiyet zamanla genişlemiş birçok akvam arasında şeref tahtına yükselmiş olduğu halde bu cihet nazarı itibara alınmayarak ibadetin maksat ve gayesinden uzaklaşılmıştır. Buna bir de namazlarımızda secde denilen ve medeni âlemin bugünkü sağlık bilgisi ile müşkülatla telif edilen, yani basılan yere el ve yüz sürmek gibi bir ibadet usulünü düşünürsek bunda bazı sıhhî mazarrat mütalaası hatıra gelebilir ki, hiç olmazsa abdest namazdan sonar olsa idi bu mahzur kısmen bertaraf edilmiş olurdu.
Mutaassıp (bağnaz) hoca biraz da istihfafla:
-Peki bunda ne mahzur var beyim?.. diye sordu.
-Efendim malumu âlinizdir. Zararlı ve hastalık müvellidi (doğurucusu) olan birçok mikroplar toprakta yaşar. Bastığımız yerler toz ve pisliğin tabii meskenidir. Secde için yüzümüzü yere koyduğumuz zaman mecbur kaldığımız teneffüs neticesinde bunları yutarız. Bu husus sıhhat için fevkalade zararlı bir keyfiyettir. Ez’ancümle (o cümleden olarak) memleketimizde pek vasi (geniş) tahribat yapan verem bunların başında gelir.
-Namaz kılma huzuru ilâhiyeye (Tanrı huzuruna) çıkmak demektir. Böyle bir vakfe, tazarruda mikroptan zarar gelmesi asla varit değildir.
Bu defa Yusuf Bey tebessüm etti:
-İlahi hocam, dedi. Kafkas Cephesinde dini mübin için çarpışan mücahitlerden altmış bini tifüsten öldü. Buna mukabil karşılarındaki Ortodoks ordusu böyle bir zayiat vermedi. Artık bu zihniyeti değiştirmemiz icap eder.
Reis sertçe müdahale etti:
-Siz devam buyurunuz beyim.
-Çünkü beyefendimiz, namazın şekli Kur’anda da tarif edilmiştir. Resulü Ekrem ve Fahri Kâinat Efendimiz Medine’den Necid’e giderken mevcut düşman tehlikesi karşısında bazen deve üzerinde, bazen bir tek secde ile bazen de muhtelif cihetlere teveccüh ederek namaz kılınabileceğini Müslümanlara işaret buyurdukları gibi halen de tatbik edilmekte olan cenaze namazı da secdesiz olduğu için bunlardan biridir.
Halbuki buna bilahare mükellef aleyhinde birçok ilaveler yapılmış, farzın yanına vacip, vacibin yanına sünnet, sünnetin peşine son sünnet ve bunlara takiben vitir ve teravih gibi şeyler ilave edilmiş bu suretle ağırlaşan dini mükellefiyete dünyanın her tarafında ve her mevsimde tatbiki kabil olmayan ve faraza iki dakika uyumak veya ufak bir kaza yapmakla behemehal tecdidi lazım gelen abdest gibi zahmetli bir iş terfik olunmuştur. Zira bir Eskimolu Müslüman günde beş vakit ayağını suya sokarsa bu adam donar mahvolur. Kullarına rahim olan Cenabı Hak böyle bir şeyi tasvip etmez.
(…) On dört asır evvelki hal ve şartlar, insanların o günkü zihniyeti, cemiyetin o tarihte fertlere tahmil eylediği mükellefiyet fahri kâinata namazın o şekilde edasını telkin veya Hazreti Cebrail tarafından talim edilmiş olabilir. Halbuki bugün vaziyet değişmiştir. ‘Ezmanın tebeddülü ile ahkâm da tegayyür eder (Zamanın değişmesi ile hükümler de değişir)’
(…) Reis dayanamadı:
-Aman Efendi Hazretleri zatı âlikaderleri (çok takdir edilen kişiliğiniz) bize adeta yepyeni bir din talim ediyorsunuz. Bugüne kadar akait (kurallar) ve amalimizin (emelimizin) tamamen haricinde ve adeta İslam’da bir Protestanlık ibda eder (yaratır) gibi bir daiyede (arzu, hırs) olduğunuz mebsutanızdan (açıklamalarından) nümayan olmaktadır (ortaya çıkmaktadır). Cenabı Hak cümleyi tarik hidayette (aydınlık yolda) bulundurarak dalalet (karanlık) vadisine düşmekten muhafaza buyursun.
-Hayır efendim ben dinimizi Allahın emir buyurduğu ve Peygamberimizin neşrine memur olduğu veçhile esasatı âliyesine (yüksek esaslarına) sadık kalarak hurafattan (hurefelerden) tenzih edip (arındırıp) âleme rahmet olmasını diliyorum. Muhakkak ki İslamiyet bugünkü mühmel şekli ile reform ihtiyacındadır.
Cahil hoca mütehakkim (hakimane) ve müstehzi (alaycı) bir tavır ile sordu:
-Üstadımız Mevlana Yusuf’un bu kıymetli fikirlerini nasıl dairei tatbike vazedeceğiz?
Reis arkadaşına hiddetle bakmaktan kendini alamadı. Yusuf Bey bu istihzayı anlamamazlıktan gelerek cevap verdi:
-Pek kolay. Kur’an’ı onun emir ve işaret eylediği İslamlığın esasatı aliyesini anlamak, fakat herkesin anladığını Müslümanlık saymamakla. Hülasa hakikat ve hidayete erişmek yollarını araştırmakla…
Bu defa hocalardan üçü birden:
-Neuzu billah… Hüdanekerde (Tanrı korusun)… Hüda nekerde… diye bağrıştılar.
-Kerem buyurunuz efendim. Bu zamana kadar sabredip bendenizi dinlemek lütfunda bulundunuz. Bir iki dakika daha izahatıma tahammül buyurunuz. Evvela şuna emin olunuz ki, bendeniz de bütün hayatımda İslam olmak şerefini Cenabı Hakkın aciz şahsiyetine en büyük lütfu ve vediası telakki eden bir insanım. Binaenaleyh bu maruzatımdaki maksat ve gaye, dinimizin ulviyetini ve insanlık âlemindeki kadir ve kıymetini ilâ ederek (yücelterek) onu asırlardan beri esareti altında bulunduran cahil, zehirli taassubun tesirinden kurtarmaktır. Bu sebeple maruzatımı lütfen bu necip (soylu) gayeye müteveccih (yönelik) bir hizmet olarak kabul buyurunuz.
Malûmu üstadaneleridir ki (üstadım bilecektir ki) Kur’an bazı sureleri Fahrikâinat zamanında kemikler, taşlar, deriler ve ağaç kabukları üzerine yazdırılmış ve bir kısmı da Kurâ denilen hafızlara ezberletilmişti. Bu hafızlardan birçoğu Hazreti Ebubekir zamanında icra edilen Yamame Seferinde şehit olmuşlar, bir kısmı da Hazreti Osman’ın hilafetinde Mısır, şam ve Irak taraflarına dağılmışlardı. Bunlardan bazıları beraberlerinde bir Kur’an nüshası götürmüş, bazıları da böyle bir nüsha tertibine bizzat cür’et eylemişti. Bu suretle peygamberimizin vefatından sonra birbirinden farklı metin ve tasnifte birçok Kur’an nüshaları ortaya konulmuş ve her memleket halkı elindekinin doğruluğunu iddiaya başlamıştı. Bu mesele Hazreti Osman zamanında büyük bir ihtilaf çıkarmağa müstaid (eğilimli) bir manzara arz edince Kur’an’ın cemi için bir heyet teşkil edilmiş ve aradan geçen müddette ziyana uğramayan kemikler ile henüz çürümemiş deri ve ağaç parçaları Hazreti Halifeden alınarak bu heyete tevdi olunmuş ve o esnada tedarik olunabilen kurraların yardımı ile bugün elimizde bulunan Kur’an meydana gelmiştir.
Kur’an’ın cem’i esnasında birçok yanlışlıklar yapıldığı, hatta tahrif edildiği isnat ve iddiaları Osman Devri’nin başlıca ihtilaf mevzuunu teşkil etmiş ve bilahare Aleviler kendi leyhlerindeki ayetlerin kasten Kur’an’dan çıkarıldığını iddia edecek kadar işi ileri götürmüşlerdi.
Mesele din tarihi noktasından tetkik edilince bu iddianın kısmen doğruluğuna delalet edecek bazı emarelere tesadüf etmek mümkündür. Bu sebeple bugün manalarını layıkıyla anlayamadığımız ve müspet ilimlerde telifine imkân bulunmayan bazı ayetlerde bu kuraların tesirini araştırmak zaruretindeyiz. Mesela namaz kılarken Kur’an’da mevcut bütün sureler okunabilir değil mi?
Malûmu üstadaneleridir ki (üstadım bilecektir ki) Kur’an bazı sureleri Fahrikâinat zamanında kemikler, taşlar, deriler ve ağaç kabukları üzerine yazdırılmış ve bir kısmı da Kurâ denilen hafızlara ezberletilmişti. Bu hafızlardan birçoğu Hazreti Ebubekir zamanında icra edilen Yamame Seferinde şehit olmuşlar, bir kısmı da Hazreti Osman’ın hilafetinde Mısır, şam ve Irak taraflarına dağılmışlardı. Bunlardan bazıları beraberlerinde bir Kur’an nüshası götürmüş, bazıları da böyle bir nüsha tertibine bizzat cür’et eylemişti. Bu suretle peygamberimizin vefatından sonra birbirinden farklı metin ve tasnifte birçok Kur’an nüshaları ortaya konulmuş ve her memleket halkı elindekinin doğruluğunu iddiaya başlamıştı. Bu mesele Hazreti Osman zamanında büyük bir ihtilaf çıkarmağa müstaid (eğilimli) bir manzara arz edince Kur’an’ın cemi için bir heyet teşkil edilmiş ve aradan geçen müddette ziyana uğramayan kemikler ile henüz çürümemiş deri ve ağaç parçaları Hazreti Halifeden alınarak bu heyete tevdi olunmuş ve o esnada tedarik olunabilen kurraların yardımı ile bugün elimizde bulunan Kur’an meydana gelmiştir.
Kur’an’ın cem’i esnasında birçok yanlışlıklar yapıldığı, hatta tahrif edildiği isnat ve iddiaları Osman Devri’nin başlıca ihtilaf mevzuunu teşkil etmiş ve bilahare Aleviler kendi leyhlerindeki ayetlerin kasten Kur’an’dan çıkarıldığını iddia edecek kadar işi ileri götürmüşlerdi.
Mesele din tarihi noktasından tetkik edilince bu iddianın kısmen doğruluğuna delalet edecek bazı emarelere tesadüf etmek mümkündür. Bu sebeple bugün manalarını layıkıyla anlayamadığımız ve müspet ilimlerde telifine imkân bulunmayan bazı ayetlerde bu kuraların tesirini araştırmak zaruretindeyiz. Mesela namaz kılarken Kur’an’da mevcut bütün sureler okunabilir değil mi?
Hocalar:
-Lâşek (kuşkusuz)… Evet… diye başlarını salladılar.
-Peki öyleyse ‘O Ebu Lehep’in iki eli kırılsın. Kendi de yerin dibine geçsin. Malı mülkü ve serveti on para etmeyecektir. Hem kendisi ve hem de o odun hamalı olan karısı alevli ateşte yanacaklardır. Boğazında hurma elyafından bükülmüş ip vardır’ diye bin üç yüz sene evvel ölmüş, vücutları çürümüş, kemikleri toprak olmuş iki kişiye asırlarca, yüzlerce milyon Müslüman’a günde beş vakit lanet ettirilmesindeki hikmeti İlâhi’yi aciz idrakimiz anlamağa kadir değildir.”(1)
Bu tartışma böylece sürüp gidiyor…
1) Hikmet Ilgaz-Şark Yıldızı (Cilt 2)
Bu tartışma böylece sürüp gidiyor…
1) Hikmet Ilgaz-Şark Yıldızı (Cilt 2)