Hani kıssadan hisse almak gerekir denilir ya hep, aynen öyle de aşağıda sunacağımız her bir kıssa tasavvufi âdâbın ne demek olduğunu ortaya koyması açısından fırsat olacaktır elbet.
İşte birinci kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
Bir adam geldi, Ebû’d-Derdâ’ya ibadet ve taatte bulunduğum halde hiç tad alamadığından dert yandı. Bunun üzerine Ebû’d-Derdâ şu tavsiyede bulunur:
- Şayet hasta ziyareti yapar, cenazelere katılır ve kabirleri ziyaret etmeyi ihmal etmezsen gönlün yumuşamasıyla birlikte derdine çare olacaktır elbet.
Adam denilenleri yapar yapmasına ama yine durum vaziyet aynıdır, kendinde hiçbir değişiklik olmaz, bu durumda tekrar Ebû’d Derdâ’nın kapısını çalıp şöyle der:
- Efendim yine hiç bir değişiklik olmadı, ne buyurursunuz?
Ebû’d-Derdâ bu kez şu tavsiyede bulunur:
- Hasta ziyaretine gittiğinde şayet kendini hastanın yerine koyarsan, cenaze defnedildiğinde şayet kendin defnedilmiş gibi düşünürsen, kabir ziyareti yaptığında şayet mezarda yatan mevta kendinmiş gibi hissedersen, işte ancak o zaman yapacağın ibadet ve taat da huşuyu yakalayabilirsin.
Gerçekten de adam Ebû’d-Derdâ’nın tarif ettiği ‘âdâb-usul-erkân’ üzere hareket etiğinde kendinde bir takım değişiklikler olup olduğu ibadetlerinde huşu halini yakalar da.
İşte ikinci kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
Bayezîd-ı Bistâmî (k.s)’e sürekli bir zattan bahsettiklerinde en sonunda dayanamayıp şöyle der:
- Madem öyle hadi gidelim, o zat neymiş bir görelim der.
Gittiklerinde, Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) o övdükleri zatın âdâba mugayir bir vaziyette camiye girişini gördüğünde hemen orayı terk ediverir.
Tabii, merak bu ya, etraftan neyin nesi diye sorduklarında, Bayezîd-ı Bistâmî (k.s) cevaben şöyle der:
- Baksanıza şu övdüğünüz adamın haline, İslam’ın en basit âdâbını bile uygulamaktan aciz biri. Birde kalkmış bana habire onu övüp duruyordunuz. Şimdi sorarım size, bu adam camiye sağ ayakla girileceğinin adabını da mı bilmez. Siz siz olun bir daha böylelerine asla itibar etmeyin.
İşte üçüncü kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
Malum, Osmanlı döneminin meşhur Şair Nabi’miz var ya, kendisi Eyüplü Rami Mehmed Paşa ile birlikte Hac yolculuğuna koyulduklarında tam Medine’ye yaklaşacakları sırada gördüğü lüzum üzere uykuya dalmış Paşayı ‘Terki edepten sakın, burası Rasulullah’ın beldesidir…’ manasına gelen beyitleri okuyarak uyandırır.
Paşa uyanır uyanmasına uyanır ama doğrusu sormadan edemezdi:
- Allah aşkına sen ne vakit fırsat bulup yazdın da şimdi bülbül gibi bunları bana şaklıyorsun?
Nabi:
-Paşam inanın şu an içimden geldi, böyle okudum.
Paşa nezaketen şöyle der;
- Madem öyle, bu okuduğun aramızda sır kalsın.
Amma velâkin kafile iyiden iyiye Medine’ye yaklaştığında müezzinler minarelerden Paşanın aramızda kalsın dediği o beyitler minarelerden müezzinler tarafından okunduğunda ortada artık sır mır kalmayacaktır.
Tabii, hem Paşa hem de Nabi bu durumda şaşkındırlar. Hemen Mescidi-i Nebevi’de kıldıkları namazın akabinde ilk işleri müezzini sıkıştırmak olacaktır:
- Allah aşkına söylesenize o beyitleri ne çabuk nereden öğrendiniz de okur oldunuz?
Müezzin cevaben şöyle karşılık verir:
- Merakınızı anlıyorum. Ancak bu gece garib bir şeyler oldu. Öyle ki, Resul-i Ekrem (s.a.v) müezzinlerin rüyasına girip şöyle buyurdular: Biliniz ki, ümmetimden Nabi isimli biri ziyaretime gelecek. Onu bizatihi benim için yazdığı şu beyitleri okuyarak karşılayın. İşte yücelerden gelen bu emir üzere bize de okumak düştü elbet.
İşte Nabi, bu ya, müezzinin ağzından çıkan Peygamber övgüsü sözler karşısında ‘ben kim övgüye mazhar olmak kim hissiyatı içerisinde kendinden geçip bayılır da. İşte edeb, âdâb, hayâ budur.
İşte dördüncü kıssadan ders almamız gereken tasavvufî âdâb şudur:
İmam Malik Medine-i Munevvere’de bulunduğu sürece hayvana hiç binmezmiş. Kendilerine bunun nedenini sorduklarında cevaben şöyle der:
- Rasulüllah (s.a.v)’in bulunduğu belde de hayvan üzerinde toprağı çiğnemekten hicab duyarım.
Hakeza Ulu Hakan Sultan Abdülhamit Han’ın Hicaz demiryolu projesinde dikkat çeken özellikli bir ayrıntı vardı ki, tıpkı bu da İmam Malik hassasiyetinde olduğu gibi projenin Medine’ye yaklaşan kısmında Efendimiz (s.a.v)’in merkadına hürmeten, tiren şehre girdiğinde gürültüsüz bir şekilde girsin diye raylara keçe döşenme inceliğinin düşünülür olmasıdır. Ne diyelim, işte hassasiyet, işte incelik, işte âdâb, işte hürmet budur. Yine Osmanlının Kâbe’nin etrafındaki revakları Kâbe duvarını geçmeyecek şekilde alçakta yapması da bir bambaşka düşünülmüş incelik ve hürmetin göstergesi şahika bir eserdir.
Anlaşılan o ki; ‘âdâb-usul-erkân’ her alanda uygulanması gereken bir husus. Madem uygulamak gerekiyor, o halde ilk evvela uygulamasını kendimizden başlayıp sonrasında hayatımızın her alanını ‘âdâb-usul-erkân’ üzerine tanzim etmekte fayda var. Şayet edebi olmayan adapsızlardan, adabı olmayan edepsizlerden olmak istemiyorsak ‘adab-usul-erkân’ üzere hayatımızı idame etmeye mecburuz da. Keza aynı mecburiyet ‘necip bir millet’ olmak içinde geçerli bir kaidedir. Aksi halde edebi olmayan bir milletin edebiyatı da olmayacağı muhakkak. Örnek mi? İşte atalarımızdan bize yadigâr kalan o müthiş edebi eserlerin her biri millet olmanın en bariz örneğini gösterir zaten. Nitekim gelinen noktada şuan halen edebiyattan söz edebiliyorsak hiç kuşkusuz bunu büyük ölçüde atalarımızdan miras kalan o edebi eserlere borçluyuz.
Evet, bizi biz yapan edebi değerlerimizle varız. Yeter ki dilin âdâbı ‘Hakkı ikrar eden kelam’ olsun, kalbin âdâbı da ‘ihlâs ve samimiyet’ olsun ‘niyet hayır akıbet hayır’ olur da. Öyle ya, dil her dem Hakkı ve hakikati haykırır, kalbde bunu tasdik ettiğinde, elbette ki akıbet hayrolacaktır. Yok, eğer dil Hakkı söylemez olur, kalpte gaflet deryasında habire yüzüyorsa bizim halimiz nice olur. Yinede her şeye rağmen yeise kapılmamalı, mutlaka bir çıkış yolu vardır elbet. Nasıl mı? Şeyh Ahmed el Haznevi (k.s) bunun çıkış yolunu âdâbtan geçtiğini şöyle ifade eder de: “Şayet bir sofi kendi gücüyle gaflet halini terk edemiyorsa âdâba riayet etsin.”
İşte görüyorsunuz iş dönüş dolaşıp yine adablara geliyor. Gelmesi de gayet tabiidir. Çünkü âdâblar tasavvufi hayatın olmazsa olmaz şartıdır zaten. Baksanıza Şah-ı Hazne (k.s) üzerine basa basa âdâba riayet edin diyor. O halde açık ya da gizli her ne âdâb, usul erkân varsa bize riayet etmek düşer. İcabında riayet etmekte yetmeyebilir, bizatihi hayatımızın bütün alanına tatbik etmekte gerekir. Şayet kalbimiz kasvet hali bürümüşse biliniz ki ortada adapsızlıktan kaynaklanan gaflet ve delalet bir durum söz konusudur. Nitekim Gavs-ı Sani (k.s)’ın kalb zikrinden letaif zikrine geçemeyen sofiler için ‘Gafletle çekme’ demesi bu durumu teyid ediyor. Bu yüzden sakın ola ki ‘âdâb-usul-erkân’ ne farz ne de sünnettir deyip hafife almayalım, oysa adabların her biri farz ve sünnetleri hakkıyla eda etmemiz için yardımcı kuvvetlerdir. Madem öyle, daha da üzerine üzerine gidip her bir adabı uygulamakta fayda var. Zira âdâb bu yolun besmelesi gibidir. Nasıl ki her işe besmelesiz başlanmaz ya, aynen öylede tasavvufi hayatta da âdâb olmadan ister cehri, ister hafi zikir olsun hiç fark etmez zikre başlanmaz. İlla ki salike öğretilen zikir adabı ne ise o çerçevede zikre başlamalı ki huşu halini yakalayabilsin. Sadece zikirde mi âdâb var, elbette ki bunun yanı sıra Rasulullah’a âdâb, mürşide âdâb, seyyide âdâb, sofiye âdâb, anne ve babaya âdâb gibi hususlarda nasıl vaziyet alınır, nasıl davranmamız gerekiyor tüm bunların her biride birer âdâb olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bu sıralanan adabları birini diğerine, diğerini ötekine karıştırmadan her birinin hudutlarını kendi adap sınırları çerçevesinde hürmet edip riayet ettiğimizde ancak o zaman her bir âdâb bir kıymet ifade edecektir. Bu çerçevenin dışında ölçüyü elden bırakmak haddi aşmak olur ki, tamamen bu tasavvufi âdâba ters bir durum ortaya çıkarır. Hani taş yerinde ağırdır denilir ya, aynen öylede her bir âdâb ve her bir hürmete layık kişide yerinde değerlidir elbet. Dolayısıyla bütün Peygamberler bir araya gelse Allah’ın tek bir sıfatına denk gelemeyeceği gibi bir mürşitte ne kadar büyük olursa olsun sahabenin ayağındaki tozu olamayacaktır. Keza bütün seyyidler bir araya gelse bağlı olunan bir mürşidin konumu bir seviyede olamayacağı aşikârdır. Çünkü biri feyzinden ve himmetinden istifade edilebilecek irşad edici bir zat, diğeri ise peygamber neslinden gelen ehlibeyt bir evlattır. Dolayısıyla ehlibeyt evladı mürşit değilse teslim olmayı gerektirmez, sadece ehlibeytten olması hasebiyle hürmet gösterilmesi kâfidir. Dolaysıyla teslimiyet noktasında mürşidinin dışında başka birine ya da başka bir mürşide gönlü kaydırmak tasavvufi adaba aykırı durum olup el aldığı mürşidinden istifade edemez de.
Evet, tasavvufta teslimiyette çok mühim bir âdâb. Tıpkı bu Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a)’ın müşriklere karşı “O dediyse doğrudur” sorgusuz sualsiz dile getirdiği teslimiyetinde olduğu gibi bir adaptır bu. Ama bu teslimiyet demek değildir ki, istişare söz konusu olduğunda alanında söz sahibi ve liyakat sahibi insanlara ne danışılsın ne de muhabbet duyulsun. Elbette ki teslimiyet noktası hariç bir seyide, bir vekile, bir sofiye kendi hudutları dâhilinde istişarede edilir muhabbet duyulur da. Dikkat edin had hudut dedik, yani âlim âlimliğini bilecek, vekil vekilliğini, sofi sofiliğin bilecek. Bir insan düşünün ki, bilge insan olmasına bilge ama adabı muaşeretten bihaber, elbette ki o bilgelik bir noktadan sonra ona yük olup hiçbir işe yaramayacaktır. İllaki âdâb olması gerekir ki bilgeliği daim olsun. Keza vekil içinde öyledir, tıpkı Peygamberimizin İslam’ın yayılması için naibler görevlendirilmesinde olduğu gibi vekilde sanıldığının aksine mürşidin halefi değil, postacısıdır, yani değim yerindeyse kendisine ne görev verilmişse mektup dağıtmakla görevli bir naibdir. Dolayısıyla bunun dışında vekile özel bir anlam yüklemek haddi aşmak olur. İrşad edici konumda olan sadece mürşid’dir. Ama bu demek değildir ki mürşid irşad edici diye her şeyi bilendir. Oysa bir mürşit ancak Allah bildirirse bilir bunu dışında böyle bir şeyi telaffuz etmek küfürdür zaten. İşte bu ve buna benzer maksadı aşan sözler telaffuz etmek ya da mürşidi adına keşif ve keramet ihdas etmek hem âdâb dışı bir tutum olur hem de mürşide yapılacak en büyük adapsızlık olur.
Hatta seyyidlerden mürşid evladı olanlar var, ama öyle anlaşılıyor ki, Seyyidlere âdâb; Evladı resul olma noktasında saygıda kusur etmemekle sınırlıdır, bunun dışında mürşit evladı diye irşat edici misyon biçmek haddi aşmak olur. İrşat ve teslimiyet noktasında sofiye sadece mürşidinden fayda vardır. Bu nedenle tasavvufi ortamda 'Hazret' ibaresi seyyid ya da sofi için değil sadece mürşid-i kâmil için kullanılır. Dolayısıyla Seyyidler için illa bir ifade kullanılacaksa da ehlibeyt neslin gülleri çerçevesinde 'Seyyidim' diye hitap etmek kâfidir. Keza sofi içinde kurban demek kâfidir. Öyle ki; her Seyyid mürşit değildir. Evet, ama had hududu aşmak olur, onlara ancak bakılabilir. İşte had hudud bilme adabı budur.
Tasavvufta bir diğer mühim adablardan biride mütevazılıği elden bırakmama âdâbıdır. Müberra dinimizde müminlerin birbirine karşı alçak gönüllü, dışa karşı ise çetin olması esastır zaten. Dolayısıyla Allah için kardeşlik hukuku çerçevesinde birbirimizi uyaracağız ama bu uyarı birbirimizi incitmeyecek türden olmalıdır. Hem kaldı ki İbrahim (a.s) bir peygamber babası olarak kurban olarak adadığı İsmail için 'Ey oğul! Allah için yat kurban ol ki, bıçak bile senden incinmesin' demişken biz nasıl olurda birbirimizi i
citebiliriz ki. Allah korusun şayet bir gönül incitirsek bir gün bir bakmışsın bizi de inciten olmuş. Malumunuz gönülleri kazanmak hususunda bugün olmuş halen hafızalarımızdan taptaze bunun en çarpıcı örneği Seyda Hz.leri var önümüzde. Öyle ya, Seyda Hz.leri şayet inciten olsaydı Menzil gelinen bu noktada bu denli dolup taşar mıydı? Keza babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’de kendi irşat döneminde öyleydi. Nitekim baba Gavs kendi irşat döneminde sofilerini sürekli olarak “Siz onların ilahlarına söverseniz onlarda size söver” şeklinde uyarmış bile. Böylece baba oğlun gösterdiği bu gönül fethi sayesinde Nakşibendî yolunun adabları Gavs-ı Sani (k.s) döneminde daha da bir tavan yapıp, bu yolun adabları insanlara sevdirilmiş oluyor. Tabii bu yolu sevmek iyi hoşta, ancak burada dikkat etmemiz gereken bir başka adab var ki, o da 'Benim yolum doğru, seninki yanlıştır' deme handikabına düşmemek adabıdır. Nasıl ki Kâbe’ye giden yollar farklı olsa da, sonuçta aynı noktada buluşulmakta ya, Saadatlarda aynen tamda bu örnekten hareketle sofilerine şu öğütte bulunmuşlardır: “Her kim başka bir tarikatın mensubuyla bir araya geldiğinde kendi mürşidini ve meşrebini anlatmak yerine onun mürşidini ve meşrebini konu edinsin.” Besbelli ki Nakşibendî Sadatları her türlü taassuba mahal bırakmaksızın herkesin yolu kendince güzeldir ilkesini âdâb edinmişler. Madem öyle, Sadatın öğütlerine kulak verip durduk yere hiç kimsenin muhabbetiyle meşrebiyle oynamamak düşer bize.
Evet, Allah için mürşidi sevmek güzel bir duygudur elbet, ancak âdâb olmazsa bu güzel hissiyat neye yarar ki. Bakın, İmam-ı Şarani (k.s) bu hususta ne diyor: “Sofi mürşidinin gerek huzurunda gerekse gıyabında âdâb üzere olmalıdır. Hatta evine gittiğinde de mürşidinin tarafına ayağını uzatmamasında fayda vardır.“ Ki; burada bahse konu olan sıradan biri değil, dikkat ettiyseniz bizatihi Peygamber varisi kâmil mürşitten söz ediliyor, elbette ki gıyabında da olsa hürmete layık olması gayet tabiidir. Örnek mi, işte Gavs-ı Bilvanisi Abdulhakim el Hüseyni (k.s) bunun en bariz örneği zaten. Öyle ki, Gavs Hz.leri sırtını hiçbir surette asla Suriye’ye doğru dönmediği gibi ayağını da o tarafa uzatmazdı. Çünkü orada Şah-ı Hazne (k.s) vardı. Nitekim bir gün Gavs-ı Bilvanisi (k.s) abdest alırken on altı defa adeta hop oturup hop kalkıyormuş. Tabii, sofiler merak edip bu ne iştir diye sorduklarında şöyle der:
- Şah-ı Haznenin çocukları orada oynarken, ben nasıl olurda rahat rahat oturup abdest alabilirim ki.
Malum, birileri yine o bildik algı operasyonlarıyla üstlerine ne vazifeyse durup dururken Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün ta milletvekili olmadan önceki yıllarda Şahı Hazne’nin meşrebi üzere olan bir zatın elini öpmesini ellerine dillerine dolamaya kalkışmışlar. Oysa kendilerinin mesele olarak gördüğü el öpmeyi, Gavs Hz.leri bizatihi Şah-ı Hazne’yi görmek için Suriye sınırından mayın tehlikesini göze alaraktan defalarca ziyarette bulunarak icra etmiştir. Şimdi sormak gerekir, Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri gibi bir zat bile değil mürşidine, mürşidinin çocuklarına bile âdâb göstermekten imtina etmemişken, bir devletlû hürmet etmiş çok mu? Kaldı ki âlimin elini öpmek insanı küçültmez, bilakis yüceltir de. Nitekim Yavuz Sultan Selim’in bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur kaftanını ilme hürmeten saklaması bunu teyit eden bir durumdur.
Yine bir dikkat çeken bir başka adab ise mürşit-halife ilişkisinde görülür. Şöyle ki, Gavs-ı Sani (k.s) asla Seyda (k.s)’ın bulunduğu mekânda ziyaret vermezdi. Seyda (k.s)’da babası Gavs-ı Bilvanisi Abdülhakim el Hüseyni yanında öyleydi.
Velhasıl-ı kelam, yukarıda verilen örneklerden de anlaşıldığı üzere âdâb konusu çok mühim konu. Zira İmam Malik, İmam Şafi'nin yanında yirmi sene kalıyor. Yirmi yıl içerisinde hocası ona on sekizi adap ve edepten ders veriyor, son iki senesinde ise ilimden bahsediyor. Derken İmam Malik yıllar geçtikten sonra hayıflanıp ‘Keşke İmam Şafii; son iki yılında da edepten adabtan bahsetseydi’ demekten kendini alamaz da. Ne diyelim, işte görüyorsunuz bu müthiş sözlerin dışında başka söze ne hacet var ki, âdâbın bu denli mühim bir konu olduğu bu sözlerde ziyadesiyle mevcut zaten.
Vesselam.