Üniversite öğrencisiydim.1969 yılıydı, yaz tatilinde Demirözü’ne gitmiştik rahmetli kardeşim Mucip’le. Halamın oğlu Vasfi ve akraba gençlerle oturmuş sohbet ediyorduk. Amcam Nihat Gürbüz yanımıza geldi “Kalkın, Dede Paşa burada, onun yanına götüreceğim sizi” dedi. Mucip’le Vasfi gönülsüz geldiler, ben merak ediyordum gönüllü gittim.
Babamın halasının oğlu eski milletvekili Ekrem Ocaklı’nın evi… İçeri girdik, makat başında oturmuş, başı sürekli sağa sola sallanan, aksakallı zayıf bir adam. Yaklaştım elini öptüm, o da benim elimi öptü (hep öyle edermiş). Oturduk. Ekrem Bey’e -bizi işaret ederek- “Bunlar kim?” diye sordu. “Paşa… Bizim Cahit’in çocukları” yanıtını alınca “Cahit şimdi nerede?” diye tekrar sordu. Babam Erzurum’un Narman İlçesinde Ziraat Bankası Müdürü idi, onu anlattı Ekrem Bey ve gülümseyerek ekledi: “Sümmanî’nin memleketi Paşa!.. Celalî’ye ‘Aşkın nehri” diyen âşık…”
Sonra Dede Paşa konuşmaya başladı. Anlattıkları bugünkü gibi aklımda:
“İslam’ın tebliğinden bu yana, üç devir geçmiştir esas olarak. Takva devri, fetva devri ve devr-i siyaset. Takva devri, asr-ı saadet dönemidir, o bir daha gelmez ve olmaz. İkinci devir uzun bir devir, Osmanlı’nın son devirlerine kadar geliyor, her şey fetvayla. Şimdi devr-i siyasettir, ne yapılacaksa siyasetle yapılacak. Dünyanın geldiği yer de bu. İslam’a hizmet etmek isteyenler de bu yoldan gidecekler.”
Yani Dede Paşa Hazretleri, birilerinin yapmaya çalıştığı gibi takva ve fetva devirlerini geri getirme iddiasında değildi, bunu gerçekçi görmüyordu.
Şimdi bunu söyleyince birileri bana tepki göstereceklerdir “Ne yani, takva ve fetva bu devirde olmaz mı demek istiyorsun, Dede Paşa’nın dediklerini böyle yorumlamaya ne hakkın var?” diyeceklerdir. Bu görüşlere saygı duyarım, ancak katılmam mümkün değil. “Kartal Gözüyle Laiklik” adlı kitabımda bu konuları enine boyuna yorumlayıp irdeledim. Dileyen alır okur. Bu yazıya özgü olarak kısaca şunu söyleyebilirim: Günümüzde “takva” bireysel sorumluluğu gerektiren bir hal ve olgu olarak algılanmalıdır, devlet yönetmede takva belki artı bir unsurdur ama bunun herkeste olmasını bekleyemeyiz, bu, gerçeklere göz kapamak olur. Devlet yönetmede hukuku ölçüt olarak almak, insanlığın geldiği son noktadır bugün. “Fetva”ya gelince, Hazreti Peygamber “Fetvayı gönlünüzden alın” buyuruyordu, tarih boyunca buna uyulmadı, fetvalar din baronları tarafından hükümdarların gönlüne göre verildi. Osmanlı’yı yıkan en büyük nedenlerden biri de buydu bence.
Dede Paşa’nın dediklerini benim doğru yorumladığıma ilişkin önemli bir delil de Sadri Karakoyunlu Paşa’nın “Bayburt Tarihi”nde bulunmaktadır. O kitapta da Dede Paşa’ya dair ilginç bir anı vardır, onu da bu vesile ile paylaşmak istiyorum.
1916 yılında Kop Dağı muharebelerinde Deli Halit Paşa’nın emrinde asteğmen rütbesiyle Ruslara karşı çarpışan Dede Paşa, 1919 yılında, Bayburt erenlerinden Kitapsız Hasan Efendi Hazretleri ile Yeni Cami’de öğle namazı kılar. Sonrasını Dede Paşa, rahmetli Selahattin Tuncer’e şöyle anlatır: “Caminin son cemaat yerini çevreleyen demir parmaklığın eşit aralıkla sıralı baba tabir edilen dikmelerinin hepsinin, zengin iç dünyası içinde sahip olduğu hayal gücü ile şekillenen kumandanlara dönüştüğü ve kılıç kuşandıklarını hayal eden Kitapsız Hasan Efendi, birdenbire bana dönerek ‘Bak Dede Efendi, Allahüalem, zahirden bir müceddit (reformcu) geldi, memleketi o kurtaracak’ dedi.”
Karakoyunlu Paşa, Dede Paşa’nın bu sözlerini şöyle yorumlar: “Bu haber, bağımsızlık savaşımızın başlamasından önce verilen bir müjdeli haberdir. Nitekim o sıralarda Mustafa Kemal Paşa, Erzurum Kongresi'ni toplamak için Sivas’tan yola çıkmış ve vatanın bölünmezliğine ait ilk kararları bu kongrede alarak vatanı kurtarma yolundaki kesin kararı azim ve cesaretle milli direnişe dönüştürerek bütün dünyaya ilan etmişti.”
Evet, biz tekrar, Demirözü’ndeki o sohbete dönelim. Bir saat kadar dinledim ben o gün Dede Paşa hazretlerini; hayranlıkla, sıkılmadan, zevkle dinledim.
Birkaç yıl sonra, Azeri edebiyatı doktoru olan (şimdi Ege Üniversitesi'nde Profesör’dür... Ali Yavuz Akpınar) bir arkadaşımla sohbet ediyorduk, birdenbire Dede Paşa’dan söz etmeye başladı, oysa şeyhlere, tarikatlara hiç olumlu bakmazdı. “Sen nereden tanıyorsun onu?” dedim. Anlattı. Dede Paşa Erzurum’a gelmiş, İbrahim Hakkı Hazretlerini torunlarından Feyyaz İbrahimhakkıoğlu, ısrar ve zorla alıp yanına götürmüş Yavuz’u. Tanıştırırken Azeri Edebiyatı doktoru olduğunu söylemişler, hemen “Fuzûlî.” demiş, Dede Paşa. Başlamışlar Fuzûlî üstüne sohbete. O kimseyi beğenmeyen Yavuz, şaşkınlıkla dinlemiş Paşa’yı. Bana “Fuzûlî’yi en iyi anlayan adam Dede Efendi’dir” diyordu.
Otuz yıl önce yazdığım ve ilk şiir kitabıma da aldığım “Bayburt Özlemi” şiirime da yansımıştı Dede Paşa, şöyle diyordum:
Dedem Korkut’tan Dede Paşa’ya
Sorup söyleşirim Baba Celâli.
Zihnî’nin “Of”u, gurbet çilesi
Benim de başımda Koca Hicranî
Dede Paşa bendenizin tanıdığı ve tanıştığı üç şeyhin en önemlisi ve unutulmazıdır. Bu vesile ile tarikatlara ve şeyhlere nasıl baktığımızı ve Dede Paşa dışında öteki iki şeyhin kimler olduğunu da açıklayalım. Atatürk laikliğine yürekten inanmış, kitabını yazmış, bunun mücadelesini de vermiş bir adamım. Hayatım boyunca hiçbir tarikat ya da cemaate girmedim. Girmedim ya, tarikatların tümüne de kötü ya da olumsuz gözle bakmadım. Kökü bu toprağa bağlı olan, Türklük, Cumhuriyet ve Atatürk’le sorunu bulunmayan bütün tarikatları bu ülkenin bir gerçeği ve yolbaşçı Ahmet Yesevi Hazretlerinin izleyicisi ve temsilcisi sayar, onların halkı irşad edip eğittiklerine inanırım.
İşte bu inanç ve yaklaşımla, görüp konuştuğum ikinci şeyh, Erzurum’da “Erinkâr Şeyhleri” adıyla anılan bir ailenin o zamanki temsilcisi olan yaşlı bir şeyhti. (Adı Nizamettin’di galiba). Erinkâr’a parti için, MHP için gitmiştim. 1979 kısmi senato seçimleri kampanya dönemiydi. Erzurum-Hınıs yolu üzerinde bir dağ yamacında ufacık bir mezra idi Erinkâr. Şeyh bizi çok iyi karşıladı, zaten MHP’ye sempati duyduğunu duymuştum. Bir de misafiri vardı, “Yahu bu Türkeş ırkçıdır, Kürtleri kesecekmiş” gibi sözler söyledi. Şeyh güldü “Aklını sesle gelsin, hiç öyle şey olur mu? Bunu söyleyenler, ne Kürt’ün dostudur, ne Türk’ün. Türkeş bana “Kürtleri ben tanırım, ekmeklerini yemişim, asil insanlardır’ demişti. Bu millet bunu bir gün öğrenecek.” diye yanıt verdi ona. O şeyhi de sevmiştim, samimi güler yüzlü, konuksever, aydın bir insandı.
Menzil Şeyhi Abdulbaki Hazretleri, gördüğüm üçüncü şeyh oldu. İki yıl önce HEPAR Genel Başkan Yardımcısı sıfatıyla ve Genel Başkanım Osman Pamukoğlu’nun bilgisi dâhilinde Sivrihisar’a bağlı Buhara köyüne giderek görüştüm. Görüştüm diyorum ya öncesi var onun. Önce müritlerle yer sofrasına oturup yemek yedik. Sonra öğle namazına gittik, şeyhin arkasında namazı kıldık. Şeyh sonra kabul etti ben ve iki arkadaşımı. Karşımda iyi bir partici bulmuştum. Bana örgütlenme barajını aşıp aşmadığımızı, seçime girme hakkını elde edip etmediğimizi sordu. Olumlu yanıt alınca “Peki maddi durumunuz nasıl, bu işlere büyük para gerek” dedi. Paramızın olmadığını, idealist mensuplarımızın mütevazı katkılarıyla faaliyet yürütmekte olduğumuzu söyledim. Şeyhe sebeb-i ziyaretimizi de bu arada ifade ettim: “Mensuplarınıza söyleyin bizim aramıza katılsınlar, örgütlerimizde görevler alsınlar, seçimde aday olsunlar." Gülümsedi şeyh bir beyanda bulunmadı. “Dua edin” dedim, izin istedim. “Genel başkanınızı da burada ağırlamak isteriz” diyerek bizi uğurladı. Yani dua dışında bir destek alamadık (AKP ile bağları vardı, özellikle Sağlık Bakanlığı'nda kadrolaşmışlardı) fakat ben Şeyh Abdulbaki’yi sevdim, bunu açık yüreklilikle söylemem gerek.
Söyleyeyim ve tekrar Dede Paşa'mıza döneyim.
Annem, Dede Paşa’yı çok görmek istiyordu, bir türlü nasip olmadı. Bu arzusunu bir gün babamın Loru’daki halasının oğlu İlhami amcaya (İlhami amcamın babası Süleyman Efendi, Dede Paşa ile amcaoğludur) söylemiş, o da “Paşa sana bir hediye yollamadı mı?” diye sormuş. Evet yollamış, babama verip “Bunu gelinime götür” demiş. İlhami amca “Tamam işte sen onun defterine yazılmışsın, hiç merak etme” demiş. 1995 yılında annemi alıp Erzincan’a götürdük kardeşlerimle birlikte. Kabrini ziyaret ettik Dede Paşa’nın. İçimizi huzur kapladı. Dede Paşa’nın bir fotoğrafı baba evimizde durur hala, annem 83 yaşında, tek başına yaşıyor, “Korkmuyor musun?” diyenlere “Paşa burada?” diye yanıt veriyor.
Nisan 2013