Tahammül ve uzlaşma

Türkiye’nin politika, toplum hayatı ve düşünce ikliminde olmayan şey, tahammül ve uzlaşma kültürüdür. Yakın tarihimiz ve günümüz; birbirine tahammül etmeyen ve uzlaşma bilmeyen insan malzememiz yüzünden, sonu gerilim ve toplumsal çatışma ile biten olay ve düşüncelerle doludur.

Abone Ol

Türkiye’nin politika, toplum hayatı ve düşünce ikliminde olmayan şey, tahammül ve uzlaşma kültürüdür. Yakın tarihimiz ve günümüz; birbirine tahammül etmeyen ve uzlaşma bilmeyen insan malzememiz yüzünden, sonu gerilim ve toplumsal çatışma ile biten olay ve düşüncelerle doludur.

Türkiye’de çok partili demokratik hayat

1946 yılında başlayan çok partili demokratik hayatımız, Meclis’te iktidar ve muhalefetteki iki büyük partinin birbirleriyle normal sayılmayacak kavgaları ile devam etti.

Bu yılların tanığı olan gazeteci Altan Öymen, “Öfkeli Yıllar” (*) isimli eserinde iktidar ve muhalefet arasında tahammülsüzlük ve gerginliğin önce dedikodularla, ağızdan ağıza başladığını, abartma ve yakıştırmalara uğrayarak değiştiğini, aslından farklı şekillere büründüğünü ve sonunda tahammülsüzlüğün iki tarafı destekleyen gazetelerin yayınlarına artarak yansıdığını ve karşılıklı polemiklerin tırmandıkça tırmandığını anlatıyor.

1950’lerin başında Türkiye’nin nüfusu 20,9 milyondur. Ankara, küçük bir Anadolu şehridir.  O yıllarda siyasi bilinçlenme; şehir, kasaba ve köylerin mahalle kahvelerinde yapılan siyasi tartışmalarla başlıyordu. Ülkenin il, ilçe ve köylerindeki parti örgütleri de tabi olarak Ankara’daki parti merkezlerine bağlı idi. Ankara’daki havadan kaynaklanan gerginlikler onlara yansıyordu.

Ankara’da iktidardaki parti, besleme basın, bugünün deyimi ile yandaş medya yaratıyor,  muhalif basını susturma için her türlü yolu deniyor, yargıya müdahale ediyor,  anayasa ile güvence altında olması gereken vatandaş hak ve hürriyetlerini kısıtlıyordu.    

1946 yılında Meclis’te muhalefette olan Menderes, CHP iktidarına şöyle sesleniyordu:

“Bir meclis seçmek ve hatta bu mecliste bir miktar muhalif milletvekili bulundurmakla demokratik idare teessüs etmiş olmaz. Demokrasi temimatlar rejimidir. Anayasanın vatandaşlara verdiği hak ve hürriyetler teminat altında bulunmadıkça memlekette hak ve hürriyetten bahsetmeye imkân yoktur...’’

Demokrat Parti iktidara geldikten sonra;  Kırşehir yasası, yüksek yargıçların işine son verilmesi yasası, seçim kurallarını değiştiren yasa gibi iktidar ve muhalefet arasında gerginliklere yol açan yasalar nedeniyle Cumhuriyetçi Millet Partisi başkanı Osman Bölükbaşı Başbakan Menderes’e yukarıya aldığımız muhalefetteki sözlerini hatırlatıyordu.

Ana muhalefet lideri İsmet İnönü ise: “Partizan ihtiyaçları zulüm ile tatmin etmek yanlış yoldur. Türklerin nihayete kadar zulme boyun eğeceklerini zannetmek yanlış hesaptır...” diyordu.

Türkiye’de askeri darbeler

Bütün bu gerginlikler ve kavgaların sonucu ülkeye, 27 Mayıs 1960 darbesi ile askerler el koydu ve demokratik düzen kaldırıldı. 27 Mayıs İhtilali’nin açtığı yaralar günümüze kadar kapanmadı. Türkiye, 1970’lı yıllarda 60’lı yıllardan daha beter biçimde kutuplaşmalara gitti. Siyasal partilerimiz bu gerginlikleri gidermede başarılı olamadıkları gibi ülkenin en önemli sorunlarını çözmek için uzlaşamadılar.

Ordu içinde yeni ihtilâller hazırlandı. Ülke, 12 Mart 1972, 12 Eylül 1980’de askeri darbelerle yeniden yüz yüze geldi. İçinde yabancı parmağı da olan bütün bu askeri müdaheleler, Türkiye’nin sorunlarını daha da ağırlaştırdı. Çünkü askerlerin esas vazifesi vatan savunması idi…

Demokrasiye inanan bir kimsenin Türkiye’de askeri darbeleri benimsemesi mümkün değildir. Ancak, bütün suçu askerlerin üzerine atmadan önce siyasi hayatımızı sorgulamak gerekir.

Siyasetimiz neden tahammülsüzlük, uzlaşmazlık üzerine kurulu?
Neden insanlar ve partiler birbirlerinden hep şüphe ediyor?
Demokrasi, “Ben seçildim, her istediğimi, yaparım” anlayışı mıdır?  
Demokrasi, sadece seçimden mi ibarettir?

Yargı bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı, hukuk devleti, insan hakları, basın özgürlüğü demokrasinin olmazsa olmazları değil midir?

Türkiye 1946’dan bu yana bu kadar uzun zaman içinde bu kadar çok tecrübe yaşadı. Bunlardan ders alınmalı demokrasi anlayışının önce birbirine tahammül etmek, saygı duymak ve uzlaşmak demek olduğu bilinmelidir. Bunun örneğini, yıllardır içinde yaşadığım Alman toplumu ve demokrasisinde gözlemledim.

Almanya’da demokrasi
    
1970’lerin ortalarında Almanya’ya ilk defa geldiğim zaman hayret ettiğim şeylerden biri, Alman iktidar ve muhalefetteki sağ ve sol partilerinin Almanya’nın çıkarları söz konusu olunca hemen anlaşmaları olmuştu. Almanya’da iktidar ve muhalefet, ülkenin yönetiminde sorumluluk sahibi idi. Almanya’da A partisi veya B partisinin iktidara gelmesi ile değişen bir şey olmuyordu. Çünkü her şey önceden belirlenmiş devlet yapısı ve anayasa kurallarına göre yapılıyordu. Çünkü devleti kuran iradeye, felsefeye ve rejime aykırı bir hususu teklif etmeyi hiçbir parti düşünmüyordu. İktidar devletin kurumlarına saygılı, kurumlar da sınırlarının bilincinde idi.

Türkiye’de ise o yıllarda rejim tartışılıyor ve iki büyük parti hiçbir konuda anlaşamıyordu. Yapılan iktidar mücadelesi olmakla birlikte, bu durum içinde bulunulan kampın düşüncesi olarak sunuluyordu. Her yerde kutuplaşma vardı. Türkiye’de her iki kutup da birbirlerini suçluyordu. Sonraki yıllarda karşılıklı suçlama, gerilim, çatışma ve sonunda demokrasi dışı güçlerin müdahalesi ile Türkiye evlâtlarını, yıllarını kaybetti.

Günümüz Türkiye’sinde demokrasi

2010 yılına geldiğimizde geçmişimizden hiç ders almadığımız görülüyor.

2007 yılında ikinci defa tek başına seçilen AKP, mecliste sayısal üstünlüğüne dayanarak, muhalefetle hiçbir konuda uzlaşmaya yanaşmıyor. Medyayı, yargıyı, üniversiteyi, orduyu ve devletin diğer kurumlarını kendi istediği gibi biçimlendirmek istiyor. Bütün bu uygulamaların da demokrasiye uygun olduğunu söylemek mümkün değil.

Türkiye’de iktidara gelenler, muhalefetle uzlaşma ve anayasal kurumlara saygı yerine, muhalefetle çatışma ve kurumları yandaş bir hale getirmeyi yeğlemektedir. İktidarlar, kendilerine muhalif olanlara tahammül edememekte, kurulan özel mahkemelerle bu muhalifler hapishanelere tıkılmakta, cezalar verilmekte,  mağdurlar yaratılmaktadır. Bu durum ülkede yeni gerilimlere ve patlamalara neden olmaktadır.       

Sonuç

Son 60 yılda toplumumuzdaki olumlu gelişmelere rağmen, batıda yüzlerce yıl süren mücadelelerden sonra ulaşılabilen çok partili demokratik hayata tam anlamıyla uyum sağladığımız söylenemez. Toplumumuzda hep gerilimler, krizler, kavgalar yaşandı. Yaşanmaya devam ediyor. Toplum olarak huzuru bir türlü bulamadık.

Çocuklarımıza, torunlarımıza; insan ve politikacıların birbirine tahammül ettiği, askerlerin darbe yapmadığı, sivillerin de demokrasinin kurallarına uygun, uzlaşmayı bilen bir şekilde yönettikleri gelişmiş bir ülke bırakamıyacak mıyız?

(*) Altan Öymen, Öfkeli Yıllar, Doğan Kitap, 1.Baskı, 2008, İstanbul

Mart / 2010