Yabancı gibisin şu an karşımda. Sanki sana dokunsam başkası hissedecekmiş gibi; ama sen benim yirmi yıl sonramsın. Yirmi yıl sonra bir pazar günündesin. Havasız bir odanın düzensizce yerleştirilmiş eşyaları arasına karışmış oturuyorsun. Her pazar alışkanlık yaptığın gezmelerini ne zaman bıraktın bilmiyorum. Bir koltuğa çakılmış paslı bir çividen farksız duruyorsun karşımda. Koltuğunun yanı başında eski bir baston duruyor. Özgürlüğü uğruna her şeyi yakan o deli yürek ölmüş içinde anlaşılan. Bir şeylere bağımlı yaşamayı öğrenmişsin.
Derin ne kadar da büyük gelmiş bedenine. Bunu titreyen ellerinden anlamak çok kolay oluyor. Gözlerinin, o eski neşeli hallerinden eser yok. Rengi bile eskisi kadar canlı görünmüyor aslında. Sırf boyun uzasın diye gitmediğin spor kalmamıştı; ama eskisinden daha kısasın üzgünüm. Göz kapakların dünyanın sayılı sahnelerine tanık olmuştur, şimdi kapanmaya hazır bekliyor gözlerinin üzerinde. Ya saçların... Her sabah erkenden uyanıp özenle şekil verip bakım yaptığın saçların ne halde şimdi? Beyazın her tonuna bürünerek karşı çıkmaya çalışmış geçen zamana; ama beyaz mağlubiyetin rengidir sen de zamana beyaz bayrak kaldıranlar kervanındasın. Şunu bil ki o kervana katılmayacak tek bir ademoğlu bile olmayacak.
Evin çok ıssız, etrafta kimsecikler yok. Onsuz yapamam dediğin insanları görmek isterdim halbuki. Bir gün bile ayrı kalmadığın, hiç bırakmayacakmış gibi sarıldığın...
Yanından ayırmadığın telefonun yerini birkaç tane kitap, kitabın içinde rengi solmuş kenarı yırtık fotoğraflar dolduruyor artık. Fotoğraflar, geçmişe özlemin hikayesi, fotoğraflar yaşadıklarının şeceresi... Hepsinin arkasında çekildikleri tarih yazıyor. Uzak bir tarih. Ne kadar çok parmak izin var üzerlerinde. Anlaşılan parmakların geçmişini söküp çıkarmaya çalışmış bu fotoğraflardan birçok kez.
Yüzün... Eskiden ne kadar boş şeyler için üzüldüğünü gösteren bir ifadeyle bakıyor bana. Kırışık çizgileri nakış nakış işlenmiş kendine. Gördüğüm her çizgi, hayattan bir ders alış hikayesini barındırıyor içinde. Alnına uzunca sıralanmış olanlar kaybettiklerinin yerini almış çoktan. Hele derin bir tanesi var ki, dokunsam beni içine alacak gibi. Anlaşılan babanı da anneni de gömmüşsün oraya. Peki kim kaldı şimdi hayatında? Nerede büyüttüğün çocuklar? Onlar da kayıp gitmişler avuçlarından. Buruşturulup yere fırlatılan kağıtlarda yazılı numaraları ve adresleri. Kim bilir kaç kez eline alıp aramaya yeltendin o numaraları ve taksiciye verip o adreslere gitmek kaç kez geçti de aklından, gururunun üstünlüğüyle kapandı o konu.
Parmakların arasına sıkışan tespih, ölümü hatırladığının göstergesi. Eskiden zerre kadar düşünmediğin ölüm şimdi her kapının arkasında karşılıyor seni. Kapıyı açarken elinde tespih, dilinde Kur'an olsun istiyorsundur muhtemelen. Seni bu kadar çaresiz görmek istemezdim doğrusu. Okuduğun kitapların, gittiğin okulların bir faydası olsaydı keşke.
İnsan kendine acır mı? Acıyorum işte. Koca bir ömrü bomboş saatlere bölmüşüm. Dünyanın renkli perdeleriyle donatmışım evimin pencerelerini. Hiç yaşlanmayacakmış gibi yaşamış, hiç ölmeyecek gibi tutunmuşum bu hayata. Halbuki ne kadar da ucuzmuş edindiğim dertler. Ne kadar boşunaymış akan gözyaşlarım. Ne uğruna vermişim ben yaşama mücadelesini. Bir hiç... Her şeyin farkındayım. Nelerin hata olduğunu da biliyorum artık; ama bunları bilmeden yaşamış bir geçmişi sürüklüyorum peşimde. Şimdi her gün Anka kuşunun sırtına atlayıp "Bir daha gelseydim dünyaya" diye uçsuz bucaksız hayaller kuruyorum; tertemiz, masum hayaller... Hayallerim gibi elimde tuttuğum fotoğraflar da toz bulutu kadar gelip geçici. Hiç kimse o fotoğraflara çakılıp o zamanda kalmıyor maalesef. Zaman bizden koca bir albüm yapıyor ve ilk sayfalarla son sayfalar ne yazık ki birbirine hiç benzemiyor. İlk sayfalardaki boş mutluluk, gurur, cesaret halleri son sayfalarda yerini pişmanlığa ve korkaklığa bırakıyor. O albümdeki fotoğraflar ne kadar çoksa o kadar çoksunuz sonunuza. Ne kadar kısa zamanda dur derseniz bu akışa işte o zaman değişir tüm fotoğraflar; yok olur korkaklıklar, pişmanlıklar.
Evin çok ıssız, etrafta kimsecikler yok. Onsuz yapamam dediğin insanları görmek isterdim halbuki. Bir gün bile ayrı kalmadığın, hiç bırakmayacakmış gibi sarıldığın...
Yanından ayırmadığın telefonun yerini birkaç tane kitap, kitabın içinde rengi solmuş kenarı yırtık fotoğraflar dolduruyor artık. Fotoğraflar, geçmişe özlemin hikayesi, fotoğraflar yaşadıklarının şeceresi... Hepsinin arkasında çekildikleri tarih yazıyor. Uzak bir tarih. Ne kadar çok parmak izin var üzerlerinde. Anlaşılan parmakların geçmişini söküp çıkarmaya çalışmış bu fotoğraflardan birçok kez.
Yüzün... Eskiden ne kadar boş şeyler için üzüldüğünü gösteren bir ifadeyle bakıyor bana. Kırışık çizgileri nakış nakış işlenmiş kendine. Gördüğüm her çizgi, hayattan bir ders alış hikayesini barındırıyor içinde. Alnına uzunca sıralanmış olanlar kaybettiklerinin yerini almış çoktan. Hele derin bir tanesi var ki, dokunsam beni içine alacak gibi. Anlaşılan babanı da anneni de gömmüşsün oraya. Peki kim kaldı şimdi hayatında? Nerede büyüttüğün çocuklar? Onlar da kayıp gitmişler avuçlarından. Buruşturulup yere fırlatılan kağıtlarda yazılı numaraları ve adresleri. Kim bilir kaç kez eline alıp aramaya yeltendin o numaraları ve taksiciye verip o adreslere gitmek kaç kez geçti de aklından, gururunun üstünlüğüyle kapandı o konu.
Parmakların arasına sıkışan tespih, ölümü hatırladığının göstergesi. Eskiden zerre kadar düşünmediğin ölüm şimdi her kapının arkasında karşılıyor seni. Kapıyı açarken elinde tespih, dilinde Kur'an olsun istiyorsundur muhtemelen. Seni bu kadar çaresiz görmek istemezdim doğrusu. Okuduğun kitapların, gittiğin okulların bir faydası olsaydı keşke.
İnsan kendine acır mı? Acıyorum işte. Koca bir ömrü bomboş saatlere bölmüşüm. Dünyanın renkli perdeleriyle donatmışım evimin pencerelerini. Hiç yaşlanmayacakmış gibi yaşamış, hiç ölmeyecek gibi tutunmuşum bu hayata. Halbuki ne kadar da ucuzmuş edindiğim dertler. Ne kadar boşunaymış akan gözyaşlarım. Ne uğruna vermişim ben yaşama mücadelesini. Bir hiç... Her şeyin farkındayım. Nelerin hata olduğunu da biliyorum artık; ama bunları bilmeden yaşamış bir geçmişi sürüklüyorum peşimde. Şimdi her gün Anka kuşunun sırtına atlayıp "Bir daha gelseydim dünyaya" diye uçsuz bucaksız hayaller kuruyorum; tertemiz, masum hayaller... Hayallerim gibi elimde tuttuğum fotoğraflar da toz bulutu kadar gelip geçici. Hiç kimse o fotoğraflara çakılıp o zamanda kalmıyor maalesef. Zaman bizden koca bir albüm yapıyor ve ilk sayfalarla son sayfalar ne yazık ki birbirine hiç benzemiyor. İlk sayfalardaki boş mutluluk, gurur, cesaret halleri son sayfalarda yerini pişmanlığa ve korkaklığa bırakıyor. O albümdeki fotoğraflar ne kadar çoksa o kadar çoksunuz sonunuza. Ne kadar kısa zamanda dur derseniz bu akışa işte o zaman değişir tüm fotoğraflar; yok olur korkaklıklar, pişmanlıklar.
Sonsuz sanıp da bedeninin acizliğini hoş gören insanlar! Bu kadar kare yetmedi mi ders almanıza, artık ya durun ya durdurun!