Sirkatin Söyler Sezai, Hamamın Namusu İçin…

Abone Ol
Yüce Diriliş Partisi Genel Başkanı ve Şair-Yazar Sezai Karakoç demiş ki: ‘AKP'yle Türkiye'nin geleceği karanlık’ Sezai Karakoç, 1970’lerden itibaren kaleme aldığı şiir ve siyasi makalelerinden oluşan Diriliş Işığı dergisinin son sayısındaki baş makalede AKP iktidarını değerlendirmiş. Karakoç, ‘Gerçek Durum ve Tek Umut’ adlı yazıda şu tespitleri yapmış: “Adalet ve Kalkınma Partisi, çok partili düzene geçtiğimizden beri, en uzun iktidarda kalmış parti olmak açısından talihli bir partidir. Halkın oyuna ve iltifatına mazhar olmak açısından şikâyete hakkı olmayan bir durumdadır. Buna karşılık iktidar, icraatlarını, propagandasını ustaca yapmakta olsa da, ülkenin temel, öteden beri süregelen sorunlarının geleceğimizi teminat altına alacak şekilde kökten çözüme kavuştuğuna dair, gözle görülür elle tutulur bir ilerleme ne yazık ki, gözlemlenememektedir.(…) Dış politika İslam âlemine açılma başarısızlıkla sonuçlanmıştır, Mısır, Suriye ve Libya ile olan ekonomik ilişkiler dâhil bütün bağlar kopmuş, bölgedeki bölünmeler ve parçalanmalar sonucunda, bazı ülkelerle birlikte bir tarafa savrulmuş olan ülke, diğer her bir İslam ülkesi gibi, geleceği karanlık ve diğer ülkelerle çatışma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış durumdadır. Bu durum şüphesiz Batılı ve Doğulu büyük devletlerin İslam dünyasını parçalama, istila ve işgal emellerinden doğmaktadır. Ancak bunu önceden görüp diğer İslam ülkelerini uyarmak ve buna bir çare aramak, bunun için bir araya gelmek, birleştirmek gerekirken Batılılarla birlikte hareket etmek, onların çizgisinde yürümek, hep tabii olmak hiçbir zaman gerçek bir inisiyatif kullanamamak, ülkemizin geleceği için en büyük bir handikaptır.”

Karakoç’un bu sözlerini okurken “Şecaat arz ederken sirkatin söyler merd-i Kıpti” özdeyişi geldi aklıma. Gençler belki anlamazlar, bu sözün anlamı, “Yiğitliğini ortaya koyarken çingenenin merdi, hırsızlıklarını söyler” dir.
Sezai Karakoç da işte aynen böyle yapmakta. 

Neden böyle diyorum? Arz edeceğim, ama önce bu Ümmetçi Karakoç’un daha önce yazdıklarından bir bölümü paylaşacağım:

Sezai Karakoç, bu ikili ayrıma harfiyen uyan İslamcılardan. “Bünyan-ı Mersus” (Sağlam Kapı) başlıklı yazısında milletin yerine ümmeti ikame ediyor, fakat “ümmet” sözcüğünü hiç kullanmadan yapıyor bunu. Yazıda “Türk” ve “milliyetçilik” kavramları da hiç kullanılmıyor, “İslam Milleti” diye, Karakoç patentli, bilimsel dayanaktan yoksun, akla ve tarihsel gerçeklere aykırı bir kavram icat ediliyor:
“Halk olarak hepimizi bir arada tutan nedir? Devlet adamlarımız ve yazar- çizer, bilim adamı olan birileri, bu sorudan aciz kalmışlar ve sonunda Anayasa’ya, Anayasa’daki T.C. vatandaşlığı kavramına sığınmışlardır. Bunu sebep olarak görüyor ve gösteriyorlar. Ama bu, sadece hukuki, resmi bir bağdır. Sebep değil, sonuçtur. Bizler, anayasal vatandaşlık bağıyla birbirimize bağlı olduğumuz için ‘bir arada’ değiliz; ‘bir arada’  olduğumuz için bunu bir de hukukî bir bağla güçlendirmek ihtiyacını duymuşuz ve bu bağa resmilik hüviyeti vermiş ve kazandırmışız. 

Oysa bizi bir arada tutanın ne olduğunu görmek hiç de zor değil; diğer toplumlarınkine göre, çok daha kolaydır. Çünkü: bizi birbirimize bağlayan, bizi bir arada tutan bağlar, diğer toplumlarınkinden çok daha somut, çok daha yoğun, çok daha sıkıdır. ‘Birlikte yaşama’, bizde çok daha tabiî, çok daha keskin, çok daha anlaşılırdır. 
Bizi bir arada tutan, sadece hukukî, resmi bir bağ değildir. O kutlu bir bağdır. Ah, bilsek, o ne kadar kutlu bir bağdır! 

O, öncelikle ‘milletdaşlık’ bağıdır. Aynı millete mensup olma bağı, aynı milletin ‘çocukları’ olma bağıdır. Kutlu bir milletin çocukları olma bağıdır. Nedir bu millet? Bu millet, adıyla sanıyla ‘İslâm Milleti’ dir. Hz. Âdem’den başlayarak, muvahhidler, müminler, Millet-i İbrahim adlarıyla gelen, Peygamber Efendimiz’den itibaren de ‘İSLÂM MİLLETİ’ adını alan, Allah’ın izni ile kıyamete kadar da sürecek, gerçek insanlığın ve insancılığın milleti olan millettir. Bu bağla biz birbirimize kopmaz bir biçimde bağlıyız. Kimse bizi birbirimizden ayıramayacaktır. Yine de, Batı, ruhuna işlemiş fitnecilik karakteriyle boş durmamakta, bizi birbirimize bağlayan kutlu millet bağını kemirerek, farklılıklarımızı ayrımcılık, bölünmüşlük, parçalanmışlık yönünde kullanmaya çalışıyor. Milletimizi, yurdumuzu bölüp parçalamak için bin dereden su getiriyor. A.B.’ye girmek isteyen devleti, bir bahaneyle bu yönde şartlandırıyorlar. Etnik farklılıkları, inanç farklılıklarını ileri sürerek, sözde, kişilerin insanlık haklarını, özgürlüklerini koruma, sağlama adı altında aramızdaki milletdaşlık bağını gevşetmek, derinleştirmek, toplumda çatlaklıklar oluşturmak, bu çatlaklıkları büyütmek, sonunda milleti paramparça hale getirmek istiyorlar. 
Batı’nın kendisine uyum sağlamamız için bizden istediklerinin içimizde hiç kimseye hiç bir gruba faydası yok. Parça için yararsız, hatta zararlı olan, “bütün” için daha çok zararlı olur. 

Bizi bir arada tutan bağ milletdaşlık bağı, çok sağlam bir temele sahiptir ve yıkılmaz kale gibi bir zemine oturmaktadır. Bu, sadece, aramızda 1923’te başlayan bir hukuk bağından ibaret değildir. Bu, ezeli bir bağdır. İlâhi bir bağdır. Kur’an-ı Kerim’de zikr edilen bir bağ. Ruhların verdiği söz. Denilebilirse, bu, sadece, Rousseau’nun sözünü ettiği, o günden bu güne kabul gören içtimaî mukavele, sosyal mukavele veya bugün ‘toplum sözleşmesi’ olarak adlandırılan sosyolojik bağdan da ibaret değildir. Metafizik bir bağdır. Ruhlarımızın ezelden verdiği söz bağıdır. Toplumsal bağ, bu bağın bir uzantısı, hukuksal bağ da bu bağın bir sonucu, uzantısı ve yansımasıdır. 

Milletdaşlık, içi boş bir kavram değildir. İçi dolu bir kavramdır. Coğrafya, tarih doludur. Yurttaşlık, tarihdaşlık bu bağı çok güçlendirir. Vatandır bizi bağlayan. Vatan nedir? Millet nedir? Vatan ve millet, uğrunda ölünen toprak ve topluluktur. ‘Ben ezelden beri hür yaşadım, hür yaşarım’  irade ve ruhudur. Ezel sözünün altını çiziniz. Halk türkülerine kadar bu ruh sızmıştır; ‘Urfalıyım ezelden’  vb gibi, Urfalı olmak, bu milletin çocuğu olmak, müslüman olmak, Hz. İbrahim’e, hatta ezele gitmek bitişmek demektir. Yoksa sadece, bir etnisite söz konusu değildir. Ortak bir inanç ve metafizik, ortak bir toplum yaşantısı, ortak yurt, ortak tarih, ortak bir kültür, ortak bir medeniyet oluşturmuştur. Hem milletdaş, hem yurttaş, hem dindaş, hem devletdaş, hem medeniyetdaşız. 
Evet, biz milletdaşız. Bu tarihi sosyolojik toplum sözleşmesi, din ve metafizik sözleşmesi özlü bir inanç düşünce ve yaşantı bağıdır. Ayni zamanda devletdaşız. Sadece ayni toplumun, ayni milletin çocukları değil, ayni zamanda ayni devletin bağlısı, uyruğu, yurttaşıyız. Bu devlet, isim, sınır, toprak, rejim değiştirebilir. Fakat temelde, Peygamber Efendimizin kurduğu devlet, Dört Halife Devleti, Emevi, Abbasi, Selçuklular, Osmanlılar ve irili ufaklı daha bir çok devlet görünümünde, bütüncül veya parçalı ortaya çıkan ayni devlettir. T.C. Devleti de Osmanlı Devleti’nin küçülmüşü, uzantısı ve rejimi değiştirilmişi, batılılaştırılmışı, batılılaştırılmaya dönüştürülmüşüdür. Kuruluşunda, Batıdan gelen nasyonalizm ve laiklik düşüncelerinin etkisinde kalmıştır. Bugüne kadar böyle gelinmiştir. Ancak, şimdi, büyük problem doğuruyor bu yapılaşma. Ama yine de onun altında her şeye rağmen, asıl yapı, temel yapı, ana yapı duruyor. Milletimizin ruhunda bu duruyor. A.B. hülyası, aldatmacası bu temeli yıkamayacak. 

Evet, medeniyetdaşız. Ortak kültürümüz, şiirimiz, musikimiz var. Halk musikisi, klasik musiki, tüm etnik gruplar için ortak. Halk şiiri, Divan şiiri, Mevlâna, Hacı Bektaş, Y. Emre, Fuzulî, bu çeşitlilik, bu zenginlik, milleti ayırmaz, birbirine perçinler. Bunlardan ayrılmak, karanlığa düşmek, uçurumlara yuvarlanıp kaybolmak demektir. Çok ırklı, çok dilli, çok renkli bir milletiz. 

Evet, Tarihdaşız. Sevinç ve üzüntü, zafer ve yenilgi, övüncü ve utancı ortak bir milletiz. Binlerle ifade edilen yılları, devirleri, zamanı, kahramanlık, yiğitlik destanlarıyla ortakça doldurdu toplumumuz. İnanç, vatan, millet uğruna binlerce öldük, şehit olduk. Şehitlik, milletdaşlığın ana harcıdır. Ne tevafukdur ki, şehitlik, birlikteliğimizin, millet yapımızın horasanıdır. Kur’an-ı Kerim’in bünyân-ı mersûs ifadesi, millet yapımızın sağlamlığını, safların sıkılığını taşları birbirine kurşunla perçinlenmiş, kenetlenmiş, bir duvar benzetmesi ile gözlerimizin önünde canlandırıyor. 

Yurtdaşız. Dağlarımızı, ırmaklarımızı, yollarımızı, denizlerimizi, göğümüzü, toprağımızı birlikte tasarruf ediyoruz. Bu yurt, bu toprak, bizimle yoğrulmuştur, biz onunla yoğrulmuşuz. Hamurumuz, çamurumuz aynıdır. Şehirlerimizi, köy ve kasabalarımızı, kütüphanelerimizi, sebillerimizi, hanlarımızı, hamamlarımızı, hep birlikte sahiplenmiş bulunuyoruz. 

Bütün bu, tüm dünyadan değerli varlıklarımızı ve birlikteliğimizi A.B. uğruna mı feda edip parçalanıp birbirimizden ayrılacağız, ufalanıp yok olacağız? A.B. bizim için, tez değil, antitezdir. İslâm Birlik ve Bütünlüğü önünde bir antitez, alternatif bile olamaz. Tüm islâm âlemince sun’i bir bölünmüşlüğü yaşıyorsak, bu böyle sürüp gidecek değildir. Allah’ın izni ile tarih dönecek, talih dönecektir. Daha çok parçalanma değil, yeniden büyüme ve bütünleşme günü gelecektir. Bu, kaderin bizim için sakladığı bir sırdır. 

Bu; DİRİLİŞ YOLU sırrıdır. Toplumun bağrında açılmak istenen yaraları kim iyileştirecek? Yıkılmak istenen Millet Binasının duvarlarını kim onaracak? Açılan çatlakları kim kapatacak? Sorularının cevabı da bu sırda gizlidir. 

Bu yol, Diriliş Yolu, bilinçli aydınların görev için koşacağı bir yoldur. Milletimiz büyük, kök sağlam, temel eşsizdir. Binbir hâtırayla örülü geçmiş, acı-tatlı ortak yaşantılı şimdiki zaman ve ancak birliktelik gücüyle gerçekleşebilecek gelecek umudu bulunmaz hazinemizdir. 

DİRİLİŞ GÖRÜŞÜ, İSLÂM MİLLETİ gerçeğine dönüş işaretiyle, yolu aydınlatacak, ufukları aydınlatacak ve bu umudu gerçekleştirecektir. 

Elbet, Allah’ın izniyle…”(1)
Görüldüğü gibi İslamcıların bu ağır topu, Millet’in ve milliyetin sosyolojik, etnolojik, antropolojik, tarihsel hatta dinsel bir olgu ve gerçeklik olduğuna bakmaksızın, “Çok ırklı, çok dilli, çok renkli bir İslam Milleti” yaratmak istemektedir. Bu millet, Hazreti Muhammed’le başlıyor, ondan önce bir Türk milleti yok. Ondan sonrası ise hep var ve tozpembe. Yani bizim atalarımız, Dört halifedir, Emeviler ve Abbasilerdir. Türkiye Cumhuriyeti ise bir hatadan ibarettir, hatadan döndük müydü, o iş tamamdır.
Yazısında “Türk” sözcüğünü kullanmayan, bütün ırkları İslam Milletinin içine sokan Karakoç, sıra Türk dışındaki unsurlara geldi mi, işi federasyona kadar götürüyor: 
“Kürt meselesini kendi başına halledemeyiz, mesele ortadan kalkmaz, haklar versek yine olmaz, meselenin başında parçalanmışlık var. Nedir o, bir federasyon kurulmalı, nasıl bir federasyon? Kürtle, Arapla ve İranlılarla... Osmanlı'dan sonra bu sağlam yapıya kavuşmalı. Bir federasyon kurulmalı, Osmanlı'dan sonra, Araplar, Kürtler, İranlılar, bu federasyonda yer almalı, İran da olmalı bunun içinde. Abbasiler zamanında bir arada idiler, Abbasiler zayıf kaldı, Selçuklular aynı metodu uyguladı. Alparslan'ın ordusunda Kürtler ve Araplar vardı...” (2)
Karakoç öylesine idealize etmiş ki bu “İslam Milleti” dediği Ümmetçilik fikrini, “kıl kadar ayıbı ve yanlışı yok 
E peki şimdi gelin irdeleme ve çözümleme yapalım: Bu Sezai Karakoç’un kafası ile AKP kafası arasında zerre kadar fark var mı? Yok. Bu ne demişse, AKP yapabildiği kadar yapmış aynısını. Kaldırın Davudoğlu’nu oturtun bu muhteremi, tıpkısının aynısı olur… İdeolojisinin iflas ettiğini itiraf edemiyor Hazret, suçu AKP’ye atarak hamamın namusunu kurtarmaya çalışıyor. Hepsi bu…

1)  http://yucedirilis.org.tr 
2)  Yeni Şafak Gazetesi, Özcan Ünlü’nün 16.7.2010 tarihli köşe yazısı