Şirinnâz Bânû

Alptekin Mirza, Çinimaçin Hisarı'nın serdarı idi. İşbara Tigin'in Kaşgar'da, satranç takımının sarı kale taşına okuduğu soy kütüğünden inmişlerdi. Yalnız bir farkla ki, bu soy kütüğü, geriye doğru takip edilen soy kütüğü idi. Yani İşbara Tigin'in birinci saydığı nesilden, geriye doğru yedi göbek saymak gerekliydi.

Abone Ol

Alptekin Mirza, Çinimaçin Hisarı'nın serdarı idi. İşbara Tigin'in Kaşgar'da, satranç takımının sarı kale taşına okuduğu soy kütüğünden inmişlerdi. Yalnız bir farkla ki, bu soy kütüğü, geriye doğru takip edilen soy kütüğü idi. Yani İşbara Tigin'in birinci saydığı nesilden, geriye doğru yedi göbek saymak gerekliydi.

Alptekin Mirza'nın ele avuca sığmaz bir kızı vardı. Şirinnaz Bânu. Bu kız erkek gibi büyümüştü. Kemendinden hiçbir av kurtulamazdı. Attığı okların menzili şaştığı görülmemişti. Bir kaç namlı pehlivanı, çevikliği ve oyun bilgisiyle daha ilk el ensede yere çalmıştı da, pehlivanlar derviş olup diyar-i gurbete revan olmuşlardı.

Kendi gibi kırk ince kızı vardı. Onlar da, at biner, av avlar, kuş kuşlardı. Civardaki tekfurlar, onun korkusundan, Çinimaçin Kalesi'ne dönüp bakmağa bile korkarlardı.

Berktoğmuş'un avucuna yıldız parçası aktığı gece aynı şey, Şirinnaz Bânu'ya da, olmuştu. Onun da, avucuna ağan ışıkta, cihanın görmediği güzellikte, koç boyunlu, fil pazulu, aslan göğüslü, kaya parçası misali dik duran bir baba yiğitin hayali belirmişti. Şirinnaz uyandığında şaşkınlık içindeydi. Hayal gözlerinin önünden gitmiyor, yüreğinde tanımadığı bir kor içini yakıyor, gönlünün en gizli köşelerindeki bir sızı, zihnini o hayale açık tutuyordu. Dadısı Anahanım'a danıştı. Gün görmüş kadın : " -Kızım sen aşk derdine müptelâ olmuşsun !" deyince bir büyük hışımla parladı. Gök gözlerinde yalımlanan iki mavi şimşek, raftaki billûr fânusu un ufak etti.

- Yani ben, Kerem ile Aslı, Ferhat ile Şirin kıssalarında okunan sevdalılara mı benzeyeceğim? Dünyada olmaz !
- Büyük lokma ye, büyük söyleme kızım. Yüce Tanrı insanları çift yaratmış. Yoksa soyumuz kurur.

Anahanım doğru söylüyordu ama Şirinnaz'a bunlar kâr etmiyordu. O hep erkek işlerine özenmişti. Şimdi, düşünceli, iç çeken, sararıp solan, gözü yaşlı, âşık kızlardan mı olacaktı? Dost düşman ne derdi? Ârından yere girse yeğdi.

Bu düşünceler, iyi, bazılarına göre hoş gibi gelir amma, atalar sözü.  "gönül ferman dinlemez" hikmetini buyurmuş. Direndikçe hayalindeki yiğit'e daha çok bağlandı. İtiraz ettikçe hicrânı ziyadeleşti. Hisara dairesine dönmüştü. Dağlar, ovalar, ona dar geliyordu. En büyük dert ortağı, Binnaz Sarı kız idi. O kopuz çalar, hekât okurdu. Şirinnaz Bânu, onun destanlarını, bayatıların geraylılarını dinler, gizli gizli ağlardı. En çok ta, dağlar üstüne yakılan bayatılara vurgundu.

Dağlarda meşelerde,
Gülsuyu şüşelerde,
Her kes yârini almış,
Ben kaldım köşelerde.

Dağların başı duman,
Benim halim pek yaman,
Yanarak kebab oldum. 
Hiç yok mudur acıyan?

Dağların sînesine,
Gün kalkıp sine sine,
Âleme sığmaz başım,
Sığıptır  sînesine.

Bir zaman sonra Şirinnaz da, kopuz çalmayı öğrendi. Önce kendi kendine talim etti. Daha sonra meclislerde de, çalıp okumağa başladı. Bir gün Bayböğrek'n mezarı'nın karşısındaki yüksek burcun üstündeydi. Barhar Daği'ndan bir turna katarı, kıble tarafına göç ediyordu. Şirinnaz, turnaları görünce dertlendi. Kopuzuna el götürdü. Başladı aşıp koşmağa, coşup taşmağa. İmdi görelim Şirinnaz söylemiş ne söylemiş?

Mağripten maşrığa kimin derdi var?
Yüreğimde bütün hasretler yanar. 
Derdi olan, benim gözümden ağlar;
Oy hasretlik, oy gurbetlik, gurbet oyy!

Ak divitler kara çekmiş yazımı                                                           
Turnalar, dinleyin gönül sızımı,
Tez getirin kopuzumu, sazımı;
Oy hasretlik, oy gurbetlik, gurbet oyy!

Şirinnaz daha çok şeyler söyledi amma, yazılmadığı için, turna teleklerine takılan deyişlerin çoğu gurbet ele kanatlandı. Neyse ki, Binnaz Sarı kız, bu iki bendi gizliden dinleyerek, gönlünün en derin yerlerinden birine saklamıştı.

Gelelim Berktoğmuş'a. Çatalkaya Yaylağı'ndaki son gecenin bitiminde, kırk yiğitinin yanına indi, etrafında halka olmalarını diledi. Onlarla tek tek helâllaştı. Gün Batı'ya gitmesi gerektiğini, kendisi yokken buraları daha iyi korumaları lâzım geldiğini anlattı. Atasının yanına vardı. Dokuz kez diz döğüp selâmladı. İzin diledi. Atası: "Yolun açık olsun oğul. Nerde olursan ol töremizi unutma!" dedi. Berktoğmuş dahi, “Gök girsim, kızıl çıksın!" diyerek and içti.

Ben diyeyim bir ay, siz deyin üç ay yol gittiler. Bir su kenarındaki açıklığa geldiler. Kutlubek iki yaban ördeği avladı. İnce bir ateş yakıp, ördekleri pişirdi. Daha bir lokma etmemişlerdi ki, Etrafları kırk silâhlı atlı tarafından sarıldı. İhtiyatsızlık etmişler, burayı ıssız zannedip, silâhlarını uzanamıayacakları yere koymuşlardı. Üstelik bu çeriler de Türkmen idiler. Direnmek, savaşmak öyle kolay değildi. Kutlubek ile Berktoğmuş’u, tutsak edip kalenin zindanına attılar.

Kırk günün sonunda, onları tutsak olarak bekleyen kollukçubaşı, zindana gelerek sorguladı. İlk soruyu Bertoğmuş'a sordu:

- Kim sen? 
- Ersagun oğlu Bertoğmuş . 
- İlin neresi? 
- Odlar Yurdu'nda, Çatalkaya yaylağı. 
- Şimdi nerede olduğunu biliyor musun?. 
- Bilmiyorum. Nerdeyim?   
- Çinimaçin Hisarı'nda. 
- O zaman doğru yerdeyim. Ben, Alptekin Mirza'nın kızı Şirinnaz Bânu'yu ararım. 
- Sen onu tanır mısın?
- Belî. 
- Bir diyeceğin varsa bana söyle, ben iletirim. 
- Olmaz, ancak ona söylerim.

Kollukçubaşı, fazla uzatmadı. Demir kapıyı kilitletti. Doğruca Şirinnaz Bânu'nun katına vardı. Tutsaklarla arasında geçen konuşmaları nakletti. Bânu kızgınlıkla:

- Benimle ne konuşacakmış?.
- Bilemem amma çok ısrarlı.
- Pek eyi. Konuşuruz. Nereden gelmişler demiştin?
- Odlar Yurdu'ndan. Şirinnaz Bânu bir şey daha var.
- Nedir?
- Bu Türkmen'i tutsak ettiğimizde, belinde bir de, kopuz vardı.
- Ya? Nerde şimdi o kopuz?
- Otağımda.
- Hemen götür sahibine ver. Töredir, tutsak bile olsa kopuzu alınmaz.

Akşam aşını on altı on yedi yaşında gösteren bir çocuk getirdi. Kopuz da, elindeydi. Bertoğmuş çok sevindi. Yemekler de, çok lezzetli şeylerdi. Öyle tutsaklara verilen yavan-yaşuk şeylerden değildi. Berktoğmuş'un bilmediği birşey daha vardı. Bu oğlan çocuğu kıyafetindeki, Şirinnaz Bânu'nun ta kendisiydi. Meraklanmış, akşam karanlığının gölgelerine güvenerek zindana inmişti. İnmişti ama can evinden vurulmuştu. Bu, O idi. Aylardır yanıp tutuştuğu yiğitti. Önce büyük bir öfkeye kapıldı. "-Onu parçalatacağım, çalağan kuşlarına yedireceğim!" diye haykırdı… Söylediklerini sahiden yaşıyormuşçasına gözlerinin önüne getirdi. Bu sefer büyük bir keder kapladı içini. "Ya ölürse?Ben dahi ölürüm,yaşamam, yaşamam, yaşa..." Sesi boğuldu. Şiltesine kapandı. Ömrü boyunca gözlerinde toplanan yaşlar akmağa başladı. Ağlaması, sabaha kadar sürdü. Sabahleyin başka bir Şirinnaz olarak uyandı. Kendisini karasevdaya salan kişiye artık öfke duymuyordu. Hırsı, kini gözyaşlarıyla akıp gitmişti. Yerine tatlı bir burukluk, hüzünlü bir boyun eğiş, kadere ve dahi kedere razı olma duygusu sarmıştı yüreğini. Sonra hazırlandı. Atasına haber saldı, görüşmek için destur diledi. Şirinnaz, atasıyla baba oğul gibi danışır, görüşürlerdi. Bütün olanı biteni hikâye etti. Alptekin Mirza:

- Pek eyi, bu bahadır imdi nerdedir?
- Bizim zindanda.
- Ne, geçenlerde, Türkmen gıyafesine girmiş, tekfur çaşıtı sanıp tuttuğumuz yiğit midir?
- Belî, belî.

*

Şimdi, lâfı uzatıp ta, kelâm israfına girmeyelim dilerseniz. Zaten hikâyenin sonu belli oldu. Berktoğmuş ile Şirinnaz Bânu'ya kırk gün kırk gece toy düğün ettiler. Onlar muratlarına erdi de, biz kevetine çıkmadan önce, bir son sözümüzle bağlayalım hikâyemizi. Ertoğmuş oğlu Yamtar'ın yeşim taşına okuduğu neslin son balası ile İşbara Tigin'in sarı kehribar'a okuduğu Şirinnaz Bânu'nun evlenmesi yeni bir soy kütüğü başlattı. İki oldular, dört oldular, sekiz oldular. Katlana katlana ikibin denen yıla vardılar. Bu yılda milyonlara ulaşmışlar.

Hânım heyy!

Ekim 2011