Gönül rızası deriz, gönlü yok deriz, gönülsüz deriz... Gönül yıkmayı hoş karşılamaz, gönül yapmayı çetin ve kutlu biliriz... Savaş çıkınca gönüllü yazılır, kız verince “Gönlü var mı?” diye soruştururuz.
Gönül nedir peki? Güzele varma susuzluğunun dayanılmaz zevki, özlemle vuslatın oynaş güreşi mi? Bencillik döngüsünden kurtularak sencilliğe doğru esrik sürükleniş mi? Güdü, dürtü ve itkiden oluşan basitlikler üçlüsü mü? Bunlar mı, yoksa tatlı canımız, aç gözümüz, şeytanımız, içimize sığmayan içimiz mi?
Yanıtı zor. Erzurumlu İbrahim Hakkı da öyle diyor zaten:
“Vasf-ı lisan seninledir/ Vasf edemem gönül seni”
Gönül üstüne yazıp söylediklerimizle, deyim yerindeyse, edebiyat kürsüleri kurmuş bir milletiz. Eğer dünyaya kendimizi tanıtmak istiyorsak, bence bunu gönülle yapmalıyız.
Geliniz şimdi, gönül üstüne denilmiş ve yazılmışlardan örnekler okuyalım birlikte ve bir gönüle girmeyi ülkülerin en yücesi sayan Derviş Yunus’tan başlayalım:
“Bir kez gönül yıktın ise bu kıldığın namaz değil
Yetmiş iki millet dahi elin, yüzün yumaz değil.”
“Gönül ferman dinlemez”. “Yapamadığın gönlü yıkma” diyen atalarımız, gönlü kutsal bilmişlerdir. Bunun kaynağında Hacı Bektaş-ı Veli gibi uluların ulu sözleri vardır. Hacı Bektaş, “Tanrı ile gönül arasında perde yoktur” demiştir. Halk ozanı Derviş Ali, bunun için işi gönülle muhabbete kadar götürmüştür:
“Gönül gel seninle muhabbet edelim
Araya kimseyi alma sen gönül
Ya benim kimim var, kime yalvarayım
Kaldır kalbindeki karayı gönül”
Erzurumlu Emrah “Ey gönül sâbâdan başla figâne” diye buyruk vermiş. “Gönül yaralarını” öte dünyaya postalamış Bayburtlu Celâli. Gönlündeki köşkü hatırlatmış sevdiğine Aşık Veysel:
“Güzelliğin on par(a) etmez
Şu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulama
Gönlümdeki köşk olmasa”
Kimileri gönlü sırata benzeterek “Kıldan ince, kılıçtan keskin” benzetmesi yaparlarken, bir divan şairi “Vay gönül, vay bu gönül, ey vay gönül vay gönül” diyerek gönüle edebi sitemler göndermiş.
Neşet Ertaş’ın “Gönül dağı”, boranlı. Bekir Sıtkı Erdoğan’ın gönlü “dağlardan yüce”. Kemalettin Kamu “Gönlünü yayla yapmış Bingöl çobanlarına”. Külebi’nin deli gönlü ise
“Bir üveyik olur, uçar gider
Edirne’den Ardahan’a
Ardahan’dan Edirne’ye kadar”.
Fuzuli’nin gönlünde bin türlü gam varmış, öyle diyor: “Gönülde min gamım vardır ki, anı pinhan eylemek olmaz.” Bin türlü gamı nasıl gizleyeceksin?Hem o gönül yanar durur değil mi, su da kâr eylemez: “Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlâre su/Kim bu denlû tutuşan odlâre kılmaz çâre su”
Bir, Âşık Mahzuni’nin “İnsan-ı Kâmil”e verdiği değere bakın, bir de günümüz insanının isyankârlığı ve doymazlığına:
“Kâmil olan kalmaz nâçâr
Gam yeme gönül gam yeme
Kara gündür gelir geçer
Gam yeme gönül gam yeme”
Ve ne güzeldir “gönül almak” ve “Gönül vermek”, kıl kadar ayıbı yoktur gönül işlerinin.
Kötü olan, samanlıkları seyran edememektir iki gönüle. Gönlü kesin ihraç eden şiirler yazmaktır. Gönül seferberliğine şaşı bakmaktır daha da kötüsü.
Ve gönlü aşk illerine davet etmek, işte böyle: Tutun bütün kapıları, yönlendirin onları gönül kapıma doğru. Pasaport yok bugün, vize yok, gümrük sıfır, hepsini alacağım içeri, “Gel gönül gidelim aşk illerine” türküsü ve de uygun adımla, bu türkünün dediği yere yollayacağım onları. Gönlümden geçen bu...