İbn-i Sina; 930 yılında Buhârâ yakınlarında Efşene kasabasında dünyaya gelip daha sonra ailesiyle birlikte Buhârâ’ya yerleşmiştir. Kuşkusuz onun yetişmesinde ilk adım babası tarafından gerçekleşir. İkinci adım malum; kendi otobiyografisinde yazdığı kadarıyla Natili ve İsmail Zahit adlı iki hocanın üzerinde emeği olduğunu fark ediyoruz. Ki; Ebu Abdullah el-Natili talebesi İbn-i Sina’nın mantık ilminde ulaştığı mertebeye bakınca bir deha karşısında olduğunu görür.
Hatta bir zaman sonra edebinden olsa gerek ona ders vermekten vazgeçmiş bile. Sadece pozitif ilimler mi, elbette ki hayır. Yani fizik ötesi âleme de merak sarmış. Bir noktada onun metafiziğe aşına olması bir şekilde eline geçen Farabi’nin eseri sayesinde olmuştur. Bu arada Aristo’nun metafizik kitabını okumayı da ihmal etmez. Anlaşılan onun ilim yolunda ilerlemesinde daha çok kendi şahsi gayretleri etken olmuş. Böylece azmin elinden bir şey kurtarmaz misali hekimlerin piri, filozofların üstadı diyebileceğimiz noktaya ulaşmıştır.
O halk arasında daha çok Ebu Ali el Hüseyin ibni Abdullah ibn-i Sina el Belhi, batıda ise Avicenna diye anılacaktır. Yediden yetmiş herkes onu nasıl anmasın ki, baksanıza 10 yaşında Kur'an'ı hatmetmiş, 16 yaşına geldiğinde Tıp ilmine dalmış, hatta dalmakla kalmamış Saman oğullarından Buhârâ emiri Nuh bin Mansur’un yakalandığı amansız hastalığa çare olmuş. Nitekim bu tedavisine karşılık Buhara kütüphanesinin kapıları ardına kadar açılmış. Derken İbn-i Sina’nın çalışmaları daha da bir anlam kazanıp, bu kütüphane onu uç noktalara ulaşmasına vesile olmuştur. Gerçekten de 18 yaşına geldiğinde din, edebiyat, geometri, matematik, fizik, mantık ve felsefe her ne varsa tüm bilim dallarına vakıf olabilecek düzeyde bir bilge insan hüviyetine kavuşmuştur. Bir zaman gelmiş İbn-i Sina'ya artık o zengin kütüphane de dar gelmeye başlamış, hatta yetmez. Kelimenin tam anlamıyla 57 senelik hayatı boyunca hangi hal ve şartlar altında olursa olsun ilim yolunda koşmuştur. Bir zaman gelmiş; altından çıkamadığı konularla karşılaşmış, ama o bu durumda kafasının taştan taşa vurduğu meseleler karşısında pes etmemiş, hemen abdest alıp cami yoluna koyulmuş ve oracıkta ilim için Allah’a münacatta bulunmuş. Bazen zihin yorgunluğuyla uykuya daldığında rüya yoluyla nice meselelerin çözümünün sevinciyle uyanıvermiş. Tabii bu gayretler burada bitmiyor, dahası var; bir ara mahpushaneye düştüğünde değim yerindeyse zindan ona Medreseyi Yusufiye olmuş. Burada bile eser yazmaktan bir an olsun geri durmamıştır. Hatta onun için öyle günler var ki; at sırtında eser yazmaktan yüksünmediği olurdu. Anlaşılan; ilim yolunda “Durmak yok yola devam” diyen bir bilge şahsiyet karşısındayız. Dile kolay; 456 Arapça, 23 adet Farsça olmak üzere toplam 479 eseri bir ömre sığdırabilmiştir. Hiç şüphesiz bu eserler arasında en dikkat çekeni “El-Kanun Fi’t-Tıbb” adlı eseridir. Tamamen ansiklopedik tarzda yazılmış bu eser batıda Hipokrat’tan sonra en çok yankı bulan bir külliyat olarak dikkat çekmiştir. Şöyle ki; birinci cilt daha çok tıbba ait kavramların tanımıyla ilgilidir. İkinci ciltte yaklaşık 79 ilacın sistematik bir şekilde alfabetik dizilişine yer verilmiş, üçüncü ciltte hastalığa yol açan nedenler ve tedavisi üzerinde fikirler serd edilmiş, dördüncü ciltte umum hastalıkları üzerinde durulmuş, beşinci ciltte ise gerekli formüller ayrıntılarıyla sunulmuştur.
O aynı zamanda hükümdarlarında dikkatini çekmiş bir deha zat. Zira Buhara da iken Gazneli Mahmut’un teklifi üzerine 1001 yılında Harzem’in başşehri Gürkanç’a gitmiş ve birçok ünlü ilim sahipleriyle buluşmuş, akabinde Gürcan’a giderek o meşhur Kanun eserini yazmaya koyulmuştur. Daha sonrasında Rey ve Hamedan’a gitmiş, orada hasta olan Şemsüddevle’yi tedavi ederek ona vezir olmuştur. Burada vezirlik yapmakla kalmamış diğer meşhur “El Şifa” adlı eseri yazmaya başlamıştır. Fakat Şemsüddevle’nin vefatıyla birlikte yerine geçen oğlu onu vezirlikten azleder. Bunun üzerine İbn-i Sina bulunduğu yerden firar etmek üzere bir dostunun evinde saklanıp daha önce kaleme aldığı “El Şifa” eserini tamamlamayı bilmiştir. İşte Hamedan’da ele aldığı ve 10 yıl sonra Isfahanda tamamlandığı bu eser sayesinde kendisini bir anda doğudan batıya uzanan bir kültür abidesi konumuna getirmiştir. O bu konumunu çoktan hak etti bile. Fakat ne yazık ki onu İsfahan emiri Alaüddevle’ye yazdığı mektup ele verecektir. Nitekim gizlendiği evde yakalanarak hapse atılır. Yukarıda da belirttiğimiz üzere hapishane onun için medreseyi yusufiye olup mahpus kaldığı 4 ay içerisinde Hayy bin Yakzan, el-Hidaye isimli kitapları neşretme fırsatı elde etmiştir. Bu arada Alaüddevle ve Şemsüddevle arasında cereyan eden savaşın Alaüddevle lehine çevrilmesi neticesinde özgürlüğüne kavuşup oradan İsfahan’a hicret etmiştir. Keza İsfahan’da da boş durmamış derhal o zamanın şartlarına uygun rasathaneyi kurarak gök cisimlerinin incelemesinin ardından astronomi alanıyla ilgili Dâniş-nâme-i Âlâî'yi yazmış, derken “Lisan-ul Arab” adlı eserini de tamamlama fırsatı bulmuştur.
Kelimenin tam anlamıyla o bu tür çalışmalarla İslam’ın batıya açılan penceresi olmuştur. Her ne kadar kendisine yöneltilen bir takım eleştiriler olsa da, şurası muhakkak; o İslam felsefe tarihini sistematik bir şekilde en ince ayrıntılarına kadar ortaya koyabilecek bir filozof olmayı bilmiştir. Tabii bitmedi, dahası var; Tıpta adından söz ettiren çağdaşı Birûni ile mektuplaşarak, aralarında karşılıklı söz düellosuna benzer bir metotla fikir alışverişinde bulunmuşlardır. Hatta bir keresinde İbni Sina Birûni’ye; “Parçalarda oyalanman, yani tekçi analizler üzerinde durman bütünü görmeye mani teşkil eder” eleştirisinde bulunmuş, ama “Hakikatin parçalarda (ayrıntılarda) ve teklerde olduğunu” cevabına muhatap kalmıştır. Sanki Birûni bu deruni göndermeyle İbni Sina’ya “Allah birdir, bir’i sever” mesajını hatırlatmak istemiştir. Malum, âlimler arasında bu tip anlam yüklü ince göndermeler birbirini kırmak için değildir elbet, bilakis fikir zenginliğine işarettir.
Ona değer katan bir diğer hususta fiziğin temel konularını oluşturan hareket ölçümleriyle ilgili buluşlardan elde ettiği bilgileri ilk olarak dillendiren biri olmasıdır. Dolayısıyla İbn-i Sina bu noktada Descartes, Huygens, Leibniz, Thomson, Kirchoff gibi fizik bilginlerin öncüsü olmuştur. Başta Tıp olma üzere birçok karışık zihni yorucu konuların ispatını sunup anlaşılır kılmıştır. Hatta kaynar su dolu bir kazanın üzerine bir pamuk sargısı (katmanı) koyup buharlaşan suyun emilimini sağlamış ve ardından pamuğu sıkarak damıtık su elde etmeyi başarmış bir âlimdir. Böylece damıtık suyun sırrını çözer hale getirmiştir.
Velhasıl; o doğu-batı medeniyetinin ışık kaynağıdır, vesselam.
Nisan 2013