Sevmediğim adamın sevdiğim şiiri üstüne çok özel bir anı…

Abone Ol

Ağrı’da yedek subayım, yıl 1976… Ağrı’da bir Kız Öğretmen Okulu var, öğretmenleri ile de arkadaşlığımız var. Nereden derseniz, ülkücülükten, sıkı ülkücü olduğum yıllar o yıllar.

Ve o hafta o okula müsamereye davet ediyorlar öğretmenler bizi, yani Ağrı’da yedek subaylık yapan ülkücüleri.

Gidiyoruz, salonda, ön sıralarda bize yer ayrılmış, oturuyoruz sivil elbiselerimizle.

İzliyoruz ilgiyle. Tam o sırada bir öğretmen alıyor mikrofonu eline, bizlerden birini sahneye davet ediyor. Ben hiç üstüme alınmıyorum ama arkadaşlar beni çekiştire ittire sahneye savuruyorlar.

Yahu ben şimdi bu kızlara ne diyeyim? Protokolvari konuşmaları hiç sevmem, en iyisi şiir okuyayım. Peki ama hangi şiiri. Benim o zamanlar gizlice yazdığım şiirlerimi okuyamam. Birden belleğim harekete geçiyor ve diyor ki “Bak burası Doğu Anadolu’nun en uç yerlerinden biri, sen Yavuz Bülent Bakiler’in Ben Doğuluyum şiirini oku, zaten ezberinde…”

Tamam oldu şimdi, başlıyorum:

“Ben doğuluyum
Eteği dumanlı başı dumanlı dağlarda doğmuşum
Dağ çocuğuyum

Ben elleri toprak kokan bir babanın 
Ve topraktan çıkarılmış canlı bir kaya gibi
Burcu burcu vatan kokan
Bir ananın oğluyum
Ben doğuluyum

Sen buğday benizli mert delikanlım
Arslanım yiğidim ümidim her şeyim
Sen doğulu musun hemşehrim
Gel alnından öpeyim”

Salona bakıyorum, kzılar pür dikkat, gözler bende. Eh demek ki iyi okuyorum. O zaman illere geçelim bir bir:

“Sendendir Bayburtlum içimdeki hız
Sendendir ufkumda parlayan yıldız
Yağız atlar üstünde destanlar yazacağız
Seninle yeni baştan

Sen Karslısın balam sen sınır taşım
Sen Türkmen çocuğu benim sağ elim
Seninle Kars’tan ve Ardahan’dan
Türküler söyleyelim

Sen Erzurumlusun dadaşsın belli
Duruşun çekilmiş bir hançer kadar güzel
Sen bar başlayanda davullar vuranda
Zurnalar çalanda gel”

Salona bakıyorum yine, her küme bitince o ilden olanlar alkış tutuyorlar. Devam o zaman:

“Sen Vanlısın hemşehrim
Gözlerinde pırıl pırıl ışıklar
Sen Vanlısın hemşehrim
Kara kaşından kaytan bıyığına kadar

Bilmez miyim senin Maraşlı olduğunu
Söylediğin ağıt ve türkülerden
Sen here seher ışığı getir bize
Güneşin doğduğu yerden

Ve yiğitlerimin en şanlısı
Sarıkamış yaylasının esmer delikanlısı
Sen benim baş tacım temel taşımsın
Dadaşımsın kardaşımsın ülküdaşımsın”

Ne de çok Sarıkamışlı varmış, alkış bol geliyor. Ama durun kızlar, asıl alkış sağanağını şimdi yağdıracaksınız:

“Bir bayrak dalgalanır Ağrı dağının başında
Ve sonra duyulur bir Bozkurt sesi”

Bozkurt sesi ne ki, kızların sesi Ağrı Dağı’nda yankılanıyor, ben devam ediyorum:

“Varlığı bizdedir bayrağın amma
Kafkas Dağlarına düşer gölgesi
Varsın Kafkaslara düşsün gölgesi
Kafkas Dağlarının toprağı temiz
Şehit dedelerimiz seslenir oralardan
Ne güne duruyor mavzerlerimiz?
Biz ki Türk’üz büyüğüz tarihin al gülüyüz
Bir karış toprağımız bayraklar kadar aziz
Palandöken Dağlarından bir selam gider
Altay Dağlarından gelir sesimiz
Biz genç doğulular bir gün hepimiz
Erzurum, Kars, Maraş, Bayburt, Ardahan
Kılıçların kından çekildiği an
Ala atlar üstünde bir şafak vakti
Sefere çıkacağız doğudan.”

Salon yıkılıyor alkıştan, iniyorum sahneden kutlayan kutlayana…

Ve birkaç gün sonra… Orduevinde daha sıram gelmemiş, Acar Palas adlı bir otelde kalıyorum. Otelin sahibi Kafkas muhaciri, iri yarı bir adam, adı Sabahattin Acarbay. Lobide oturuyorum, karşıdan bana kafa sallayıp duruyor “Sen seni” dercesine. Bir anlam veremiyorum. Yanıma geliyor biraz sonra. Diyor ki:
-Sen neyetmişsen ele?
-Neyetmişem?
-Kız Öğretmen Okulu aklan gelsin!
Haydaa… Yahu ne demeye çalışıyor bu adam?
-Hayrola Sabahattin Bey, bilmeyerek bir kusur mu etmişiz?
-Vayy bir de üstüne almir, ola sen bizim Yavuz’un şiirleriyle orada kız tavlirmişsin!
Gülüyor bu arada. Anlıyorum bana takılıyor. Ama ben de “Bizim Yavuz”a takılıyorum:
-Nerden sizin Yavuz oluyor?
-Biz dayı yeğeniz…

Evet bu tatlı anı böylece bende kaldı. Yavuz Bülent Bakiler’e hayrandım da, birkaç kez yazılarımda bunu açıkladım da. Fakat o, o megaloman tavrıyla hiç oralı bile olmadı. Hatta bir ara adresini öğrenip kitap da yolladım, ses çıkmadı. Bir gün Şemsi Belli Üstadım, Şiir Defteri Dergisi’nde bana dedi ki, “Sen Yavuz’u tanımıyorsun, ben çok iyi tanırım onu, o Arif Nihat Asya ve benim etrafımda dolanırdı. Sonra bir şiirinde benden kopya çekti, ben yazıp yüzüne çarptım bunu. Benimle ilgiyi kesti ve başladı arkadan arkaya benimle uğraşmaya.” Nasıl uğraşmış, bir de örnek verdi rahmetli Şemsi Ağabey, 12 Eylül döneminde Cihat Baban, Kültür Bakanı. Şemsi Ağabeyi ile aynı gazetede yazarlık yapmışlar, tanışıyorlar. Yıl 1981, Atatürk’ün yüzüncü doğum yıldönümü. Kültür Bakanlığı da bir şeyler yapma çabasında. Cihat Bey telefon açıyor Şemsi Belli’ye diyor ki “Senin Ağabeyim Mustafa Kemal” diye bir kitabın vardı, o kitabın dosyasını bize yolla, yeniden basalım.” Yolluyor. Aradan bir zaman geçiyor, Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı’nın imzası ile bir yazı: “Çalışmanız basılmaya değer bulunamamıştır.”

Hopalaa! Bu ne şimdi? Kuşkulanıyor Şemsi Ağabey, araştırıyor, reddettiren bir başka müsteşar yardımcısı ve onun adı da Yavuz Bülent Bakiler. Gerekçe mi? Şemsi Belli; Alevi imiş, komünist Mihri Belli’nin kardeşiymiş. İkisi de doğru değil, Mihri Belli’nin kardeşi değil, Alevi de değil, Aleviler’in kurduğu Türkiye Birlik Partisi’nin Genel Sekreteri idi, ondan dolayı da Alevi biliniyordu. Yahu tut ki öyle, suç mu Mihri Belli’nin kardeşi ve Alevi olmak, ayıp mı?

Ve bir gün Cihat Baban tekrar arıyor “Yahu Şemsi senden bir dosya istedik kardeşim, neden yollamıyorsun?” diyor. Şemsi Ağabey de durumu anlatıyor. Cihat Baban “Şemsi, nasıl bir Bakanlığın başında olduğumu görüyorsun, kusura kalma kardeşim” diyor.

Bütün bunları belleğime atıyorum ve ben bu YBB’yi incelemeye alıyorum, gerçek çehresini çizmeye çalışıyorum. Portre, Bakiler’in işin içine Fethullahçılığı, Fethullah övücülüğünü sokunca netleşiyor. Ve ben de iyice nefret ediyorum ondan.

İşte böyle…