Ağlamayana meme yok… Oturup kurtarıcı ve kurtarılmayı beklemeyeceksiniz. Şehrinizi pazarlayacaksınız. Bu iş bir bilim ve araştırma konusu haline geldi artık dünyada. Aydınlar, yazarlar, sanatçılar, bilim adamları, işadamları, o şehrin sevdalıları, yerel yöneticiler, sivil toplum örgütleri, şehir planlamacıları, şehrin geleceği ile ilgili karar verici konumundaki kişiler, şehirlerinin dünya çapında reklamını yapmak ve şehrin imajını arttırabilmek için yoğun araştırmalar yapmakta, özgün ve örgütlü girişimlerde bulunmaktadırlar. Şehrin yarattığı çağrışımların, çeşitli hedef gruplar için karar verme aşamasında önemli bir etken olduğu artık genel kabul görmektedir.
Bizim üniversitelerimizde de bu bağlamda tezler ve çalışmalara rastlanılmaktadır.
Bir köşe yazısına fazla bilimsel içerik katmak doğru değil. Diyeceğinizi öz, az ve çarpıcı tümcelerle diyeceksiniz. Biz de öyle yapacağız. “Türkçesi, açıkçası…” diyeceğiz.
Hani sorarlar ya “Sizin oranın neyi meşhur?” işte her şey bu soruda ve bu sorunun yanıtında gizli.
Şehriniz endüstriyel ve kültürel olarak ne üretmektedir, markaları var mıdır, kendisi marka mıdır?
Yoksa ya da azsa, olması için neler yapmak gerek?
Bunlar üzerinde kafa yoracaksınız, tartışacaksınız, çözüm üreteceksiniz.
Yugoslav Yazar Radovan Samarcic, “Şehirler, kimsenin ilk okuyuşta anlayamadığı kitaplar gibidir; belleğin içine işlenirler, kendi ışıklarıyla parlarlar, kendi başlarına konuşmaya başlarlar, böylece, insanın aklında alev alev kalırlar ki insan onları tekrar tekrar okuyup satırlarında her defasında yeni bir sağduyu ve avuntu bulsun.”
“İlk okuyuşta anlatmak”, “Anlamasına yardımcı olmak”, “Anlaması için yoğun anonslar ve propagandalar yapmak”… İşte bütün mesele bu…
Şimdi geliniz bu dediklerimizi Bayburt özelinde somutlayalım, ayrıntılayalım.
Bayburt’un kalkınamamışlığında, şehrin yeterince ve yöntemince pazarlanamamasının büyük etkisi vardır.
Önce soralım, Bayburt ekonomik ve kültürel olarak ne üretmektedir?
“Ekonomik olarak” sözcüğü hemen akla, devasa fabrikaları getirmekte. Hayır, kastımız o değil. El sanatları, hediyelik eşyalar gibi ürünler de şehir pazarlamasının önemli unsurlarıdırlar, parasal olarak da büyük tutarlara ulaşabilmektedirler. Gidiniz büyük şehirlerdeki hediyelik eşya mağazalarına, çoğu ürünün Hint malı olduğunu görürsünüz. Bu ürünler öyle bulunmaz “Hint Kumaşları” da değildirler ha! Bayburt’ta daha mükemmellerinin yapılabileceğini, işin esasının pazarlama cehdi ve becerisi olduğunu da algılarsınız hemen.. Rakam da verelim: Dünya hediyelik eşya ihracatı, 2010 yılında 58.5 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir. En fazla ihraç edilen ürünler, elle yapılmış tablo ve resimler, dekoratif levhalardır. Dünya hediyelik eşya ihracatında önemli olan diğer ürünler, kıymetli metaller ve kaplamalarından kuyumcu eşyası, gümüş mücevherat ve imitasyon mücevherattır. Türkiye’nin bu ihracattaki payı, devede kulak gibidir: 335 milyon dolar.
Bayburt’un bu ihracattaki payı ise muhtemelen sıfırdır.
Yani Hintliler kadar olamıyoruz…
İmkânları bile araştırmıyoruz, göçünü yükleyen kaçıyor. “Tarım ve Kırsal Kalkınmayı Destekleme Kurumu” diye bir kuruluş var, kırsal alanlardaki yatırımların yüzde 65’ine kadarını karşılıksız destekliyor bu kurum. Bayburt bu kurumdan ne kadar pay aldı bugüne dek, çok merak ediyorum. Bu kurum; çiftlik turizmi, pansiyon, otel, restoran, sportif aktivite, doğa gezisi, tarihi geziler, süt işleme tesisi, kültür balıkçılığı, besi çiftliği gibi girişimleri destekliyor. Araştırılsa daha neler çıkar neler…
Peki kültürel olarak ne üretiyoruz? Her yıl yapılan Dede Korkut Kültür Sanat Şöleni dışında, -uluslararası ölçekten vazgeçtik- ulusal ölçekte tek bir kültürel etkinliğimiz var mı? Dünya çapında kültür adamlarını Bayburt yetiştirdi elbette, yetiştirdi de, bunun sürekli olması için neler yapılmakta? Kültürel değerlerimizi ne kadar pazarlayabildiğimiz de ayrı bir konu… Bayburt’un bu anlamda tanıtımı da sıfır düzeyinde… Sayın Namık Kemal Zeybek’in Kültür Bakanlığı döneminde çekilmiş bir belgesel dışında bir belgesel bile yok. Bayburt’ta kongre ve bilimsel toplantılar da çok az ve yetersiz…
Elin oğlu, deniz ve kum turizmini aştı, yayla; kış ve inanç turizminde ustalaştı, şimdilerde çiftlik turizminin derdinde. Toprağı kirlenmemiş tek il olan Bayburt’ta bu anlamda bir kıpırdanma gözükmüyor.
Varsa yoksa demiryolu… Herkes ona kitlenmiş… Demiryolu yedi derde deva gibi takdim ediliyor. Beyler beyler! Satacak malınız yoksa, değerlerinizi sunacak pazarlama bilginiz yoksa, demiryolu size ne sağlayacak?
Daha net ve somut konuşayım: Bayburt’ta çok iyi tel helvası yapılırdı… Biz bu hünerimiz ve değerimizi, büyük şehirlere taşıyamadık, pazarlayamadık, sunamadık, sanayi haline getiremedik. Ben Kocaeli-İzmit’te oturuyorum. İzmitliler, bizim tel helvamızın aynısını “pişmaniye” adıyla yapıp satardı. Bunu geliştirdi İzmit, bugün sayısız imalathane var, marka var çok sayıda, ihracat da yapılıyor, yani yabancılara da tattırıp sattılar. Antepli, ezo çorbasını bir Türkiye’ye öğretti, biz, bizim yavan çorbamızı “Bayburt Çorba” adıyla sunamadık, tanıtamadık. Erzurum, cağ dönerini ve kadayıf dolmasını tanıttı tüm Türkiye’ye, marka ettirdi. Üstelik cağ döner onların değil Artvin’indir aslında. Bizim Lor dolmamıza da yakında Erzurum damgası vururlarsa şaşmayın. Dünyada yalnız Belçika’da ve Bayburt’ta bulunan “Çift Gugul” güvercinlerinin neredeyse soyu tükenmek üzere. Elin oğlu, o çirkin kel aynaklar için dünyayı ayağa kaldırdı. Bizde tık yok. Konyalılar Mevlana’yı öyle bir pazarlıyorlar ki, adamların tahta kaşıkları bile para ediyor. Bizler Dede Korkut adına ne satabiliyoruz Allah aşkına!. Durun daha da var; Kars’ta kaz etinin çok revaçta olduğunu, kazların boyunlarının balta ile kesildiğini görmüş, kardeşim Macit Gürbüz’e haber yapmasını söylemiştim. 1987 yılıydı sanırım, Milliyet Gazetesi'nde çıktı bu haber. Türkiye 'kaz’ın Kars için önemini o haberle öğrendi, başka yayın organları da ondan sonra keşfettiler. Şimdilerde Kars’ın kazları televizyonlarda bol bol haber olmakta. Kars şimdi Avrupa’ya kaz ciğeri satar oldu. İyi de para ediyor ha! Hani Bayburt’un kavurmaları, pastırmaları vardı benim çocukluğumda, nereye gitti onlar? İşte yanı başımızdaki Gümüşhane… Kuşburnu ile neler yaptı neler… Bayburt’ta kuşburnu yok muydu?
Peki olumlu hiç örnek yok mu? Var elbette. Ehrama dönük çalışmalar iyi ve olumlu. Prof. Dr. Hüsamettin Koçan’ın çabalarını elbette takdirle karşılayıp alkışlıyoruz. Ancak, öyle tek çiçekle yaz gelmez. Zenginlerimiz gelip köylerine yatılı kız Kur’an kursu açmayı bıraksınlar bir süre. Bu millet dinini öğrenmenin bir yolunu bulmuştur, gene bulur. O kızlar ailelerinden öğrenirler. Sizler onların el ürünleri yapmaları için atölyeler kurunuz ve yapılan ürünleri pazarlamak için de yardımcı olunuz.
Ünlü mimar, şehircilik uzmanı ve yazarımız Aydın Boysan diyor ki: “Sanat, kültür ve bilimin kaynağı, toplumdur. Ortaya çıkan her eser ve her olayın anası onu doğuran toplumdur. Bugün şehirlerimizde gördüğümüz her türlü yeni yapının çehresi de bugünkü toplumumuzun çehresidir." Zihni’nin bir anıt-mezarı var, bir de adı verilen kültür merkezi. Dahası yok… Nazım Hikmet, “Şehirler gülüm, caddeleriyle değil/Anıtını diktiği şairleriyle büyüktür” der, niye yok bizim şairlerimizin heykelleri. Yok ne demek, düşüncesi bile yok, düşüncesi bile sakıncalı… Bir “Uluslararası Şair Zihni Sempozyumu” ya da “Tasavvuf Şiirinde Celalî’nin Yeri” adlı bir toplantı düzenlemek sanki çok çetin iştir, yatmışlar yetkili ve ilgililer kulaklarının üstüne.
Bayburt’ta geleneksel hale gelmiş bir uluslararası edebiyat yarışması neden olmasın, neden yok? Eskişehir Türk Dünyası’nın Kültür Başkenti ilan edildi, Bayburt’un bu anlamda nesi eksik? Gelen siyasilere bunlar hiç söylendi mi? Yoksa basit, köylü kurnazı, kişisel, sıradan istekler mi iletilmekte?
Şimdi bazı dar ufuklular “Bunlarla mı Bayburt kalkınacak?” diye sormaktadırlar. İşte bunlar “şehir pazarlaması”nın önemini bilmeyenler, getirilerini kavrayamayanlardır. Onların aklıyla hareket edildiği için Bayburt bu duruma geldi.
Ali Kemal Temuçin Bey’in geçtiğimiz yıl yayımladığı kitabına Yeniçağ Gazetesi’nde yazdığım yazıda şöyle demiştim: “Cadde ve sokakları şehrin bedeni; yaşayan, yaşatılan, öykülenen anıları ise ruhudur. Şehirlilerin belleğinde sefer görev çağrısı bekler anılar. Alınca o çağrıyı dile –hatta dilden dile- düşerler, yazıya geçirilirler. Yazıya dökülüp kitap olursa anılar, kıyamete kadar canlı kalabilirler.”
Öyle işte, bir şehrin ruhu olmalı en önce, “ruhsuz beden ceset olur” diye inananlar, şehrin ruhuna da iman etmelidirler. “Bedensiz ruh” da olmaz elbet, işlevsizdir, başka âlemlerde dolanır, eylemli değildir.
Yani et’e, kemiğe bürünüp Bayburtlaşmak gerek… Aşkla, şevkle, cehtle, Ar-Ge’yle…
Ve elbirliği, gönül birliği ile…
Haziran 2013