Timur, Semerkand’ın Kes (Şehr-i Sebz) şehrinde doğmuştur. O, ilerisinde doğup büyüdüğü Semerkand’ı başkent yapacak tek liderdir. Semerkant artık onun elinde yeşil bahçelerle donatılmış ve eşsiz güzelliğe sahip Maveraünnehir’in (Türkistan’ın) Medine’sidir adeta. Babası Muhammed Taragay, Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi Hz.lerinin temellerini attığı Yesevi ocağının kollarından birine intisaplıdır.
Timur, Ahmet Yesevi ve onun alperenlerine son derece hürmetkâr davranmış, bununla da kalmamış Pir-i Türkistan’ın mezarının yapımını üstlenerek ziyaretgâh haline getirmiştir. Gençliğinde kendi kabına sığmayan bir mizaç sergilemesi onun ilerisinde büyük bir devlet adamı olacağının işaretlerini veriyordu zaten. Öyle ki, o delikanlılık çağında aldığı yaralarla sağ ayağı topal, sol kolu çolak kalmıştı. Bu yüzden ona Timurlenk, yani Aksak Timur lakabı verilmiştir.
Moğol kasırgasının ardından Türkistan’ın (Maveraünnehir) yeniden hayat bulmasında en büyük pay sahibi şüphesiz Emir Timur’a ait. O Harezmî ve Altın ordu devletlerine karşı açtığı mücadelelerde üst üste zaferler kazanıp saltanatlarına son vermenin yanı sıra bir dizi reformlara mührünü vurmuş bir emirdir. Şayet onda bir hata aranacaksa, Osmanlı’ya karşı bir dizi kıyasıya yaptığı savaşlar dile getirilebilir. Nitekim Ankara savaşı bunun en tipik yıpratıcı örneği. Maalesef Türk’ün Türk’le imtihanı diyebileceğimiz tarihin bu iki ümit devleri güçlerini birleşecekleri yerde birbirlerini hırpalamayı yeğlemişlerdir. Anlaşılan Timur dışa karşı yaptığı seferlerde son derece gözü kara, içe karşı ise son derece mütevazı bir şahsiyet örneği sergilemiştir. Yani o dışa karşı çetin ve zor, kendi içinde ise merhamet abidesidir. Bakın bir defasında Meşhur tarihçi İbn-i Haldun’la baş başa otağında buluştuklarında, o bilge insan Timur hakkında bir takım kaynaklara dayanarak övgüler yağdırır. Hemen bu övgüler karşısında Timur; "Ben sadece Moğol Hanların vekiliyim" cevabını verip mütevazı bir karakter ortaya koyar. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; Timur sülalesi Çağataylardan Barlaslara (Moğollara) dayandırılsa da sonuçta Türkleşmiş olduklarından, o ailesiyle birlikte Türk Hakanı olarak tarihte yerini alacaktır hep.
Timur dindar bir kişiliğe sahip olmanın ötesinde her yaptığı seferlerde davasına meşruiyet kazandırmak adına ulemanın fetvasını almayı da ihmal etmeyecek kadar ince bir ruha sahip şahsiyettir. O aynı zamanda bugünkü manada sivil toplum önderidir. Şöyle ki; o oluşturduğu toplumsal yapılanmayı on iki sütuna göre teşkilatlandırabilecek düzeyde bir dehadır. Malum, bu örgütlenmenin birinci kademesini seyyidler oluşturur. Ki; bu durum onun ehli beyt’e olan sevgisini gösterir. Hatta Timur seyyidlerin liyakatli olanlarını devlet sadaretine bile atayıp tüm vakıflara mütevelli olmalarını sağlamıştır. İkincisi; bilge kişiler, üçüncüsü; abdallar (ibadet edenler), dördüncüsü; askeri kademeler de yer alan üst rütbeli komutanlar, beşincisi; sipahi ve reaya (halk), altıncısı; günlük meselelere vakıf akıllı dirayetli insanlar, yedincisi; devlet organının tepesini oluşturan vezirler, başkâtipler ve kalem erbabı, sekizincisi; Tıp camiası (hekimler), mühendisler, müneccimler vs., dokuzuncusu; tefsir ve hadis âlimleri, onuncusu; el becerisi mükemmel olan sanat erbabı, on birincisi; Piri fani zatlar (meşayih) ve gazi dervişler taifesi, on ikincisi ise; seyyahlar ve tacirler oluşturur. İşte toplum örgütlenmesi buna derler. Timur’un bu teşkilat şeması bugünün sivil toplum örgütlenmelerinin çok üstünde bir yapılanma dersek yeridir. Belli ki on iki rakam rast gele seçilmiş rakam değil, muhabbet duyduğu Pir-i Türkistan Ahmet Yesevi’nin mensup olduğu silsile ağacında yer alan Abdülhalıkıl Gücdevani’nin (k.s) on iki usulünden ilham alınmış bir sayıdır.
Hani, medeniyetler manevi sütunlar üzerine kurulur derler ya, aynen Timur da kurduğu teşkilat yapısının temellerini İslam’a dayandırarak kendince ortaya bir yol haritası çizmiştir. Derken İslam’ın mayasıyla on iki sütun üzerine inşa ettiği Türkistan’a hayat verip ardından hâkimiyeti altına aldığı tüm toprakları ihya etmiştir. Şayet İslam’ın aksi cihetinde bir yol takip etseydi kendisinin ifadesiyle; devlet bir ev gibidir ki, onun üstü açık kapısı perdesi olmayacağından haramilerin hışmına uğrayıp paspas olacaktı. İşte devletin ayak bağı olmaması adına âlimlere kıymet verip onlardan istifade etmiş, bu arada öbür âleme göç etmiş Gönül Sultanlarının mezarlarını inşa etmenin yanı sıra ayrıca vakıf müessesesi kurarak mevcut merkatları korumaya almıştır. Nasıl korumaya almasın ki, baksanıza kıymet verdiği Meşayih-i Kiramın manevi himmetleri ve âlimlerin desteği ile bir anda medreseler ihya olup, ilim fen ve sanatta büyük atılımlar gerçekleşmiştir. Zaten onun bu girişimi sayesinde yetmiş yıllık komünizmle idare edilen Rusya’nın çökmesinin ardından o evliya-ı izamın merkatları hala canlı ve dipdiri ziyaret edilir durumda bugünde ışık saçmaktadır.
Timur’un hayatında net iki dönem görülür. Birinci dönemi Müslümanları kasıp kavuran Moğol kasırgasına karşı verdiği mücadele dönemi, ikinci dönemi ise bir dizi savaşlar sonucu ardından bıraktığı imparatorluk dönemidir. İşte o altın dönemlerin zirvesine eriştiğinde bile bu kadarı yeter demeyip gözünü Çin’e dikmiş, ama ansızın gelen ölümle bu hedefini gerçekleştiremeden kelebek misali ebedi âleme göç eylemiştir. Ne yazık ki ardından bıraktığı imparatorluk mirası korunamamış, bu mirasa göçebe Özbek topluluğundan Şeybani’ler konar. Yine de onun bıraktığı büyük miras sayesinde Timur oğulları saltanatı ilim kültür ve medeniyet olarak tarihin altın sayfalarında yer almıştır. Ki; bu devirlerde Hindistan’da kurulan o meşhur Babür devleti Avrupa Rönesans’ın temelinin oluşturur. Zira vahşi batı, doğuda neşvünema bulan İslam’dan aldığı aşılarla uykusundan uyanabilmiştir. Belli ki bugünkü medeniyetini doğuya borçludurlar. Cemil Meriç bu yüzden ‘Bir dünyanın eşiğinde’ adlı eserinde Hint’e apayrı bir önem verir.
Gerçekten de Timur’un 15. yüzyılda Türkistan havalesinde başlattığı Rönesans alevini devralan torunlarından Babürşâh, bu meşaleyi Hint’in alt kıtasına taşımıştır. İyi ki de taşımış. Bu sayede Akdeniz’den Çin’e, Rusya’dan Hindistan’a uzanan imparatorluk tamamlanmıştır. Dolayısıyla Cemil Meriç; ‘Babür de biz, Babürşâh da biziz’ demiştir. Bu sözlerden de anlaşıldığı üzere Babür’ü farklı kılan hükümdar olması ötesinde Babürnâme adlı eseridir. Tabii onu hem hükümdar kılan hem de eser verecek konuma gelmesi beslendiği kaynaktır. Öyle ki Babür Şah, çok övgüyle andığı, hatta rüyasında manevi işaretler aldığından söz ettiği Übeydullah Ahrar’ın himmeti ve bereketi sayesinde Hint’e yeni bir çehre katmıştır. İşte o beslendiği kaynak sayesinde oralara İslami medeniyetin ilk tohumları serpilmiştir. Bundan da öte o meşhur Babür namesiyle tarihin yönünü değiştirip hem bugünkü Pakistan’ın temelleri atılmış, hem de batı medeniyetine yön vermiştir. Derken Babürşâh’ta otuz altı yıllık saltanatının ardından Cihangir Şah ve Ekber Şah gibi iki önemli ismi bırakıp rahmeti Rahmana kavuşur.
Velhasıl; Babürşâh’a Übeydullah Ahrar’ın manevi himmeti ilham kaynağı olmuş, Cihangir Şâh ve Ekber Şâh’a da İmam-ı Rabbani gibi bir büyük Müceddid-i Elfi Sani ışık kaynağı olmuş, derken Hint bizimle hayat bulmuştur… Vesselam…
Kasım 2012