Şahsiyetin mihenk taşı: Çocukluğumuz

Abone Ol

Her şey çocukluk yıllarında başlar… Yaradan ile hasbihâl olma, bir dilbere âşık olma, hayal kurma, horoz şekeri ile beraber gönlünü/duygularını paylaşma…

Aslında şahsiyetin oluşumunun ilk adımıdır çocukluk yılları. Anne-babanın dilinden dökülen ninniler, dedemizin bize söylediği türküler, feleğe yakılan ağıtlar vesaire. Bütün bunlar ‘değerler manzumesi’nin birer enstrümanıdır kanaatimce. 

Hiç şüphesiz şahsiyetin oluşumunda temel yapıyı değerler manzumesi oluşturur. İçtimai hayata anlam kazandıran şahsiyetlerin, çocukluk anılarında mutlaka bu olgular mevcuttur. Tıpkı, son asra damgasını vuran büyük çınar Sezai Karakoç’un çocukluğunda olduğu gibi:

''Annemin bana öğrettiği ilk kelime
 Allah, şahdamarımdan yakın bana benim içimde

***

Annem gizli gizli ağlardı dilinde Yunus
Ağaçlar ağlardı, gök koyulaşırdı, güneş ve ay mahpus

Babamın uzun kış geceleri hazırladığı cenklerde
Binmiş gelirdi Ali kırata

***

Babam lâmbanın ışığında okurdu
Kaleler kuşatırdık, bir mümin ölse ağlardık
Fetihlerde bayram yapardık
İslam bir sevinçti kaplardı içimizi''


Sözde ‘modern’ hayata sonradan geçiş yapan, köy-kent bağlamında toprak ile bağını koparmayan toplumlarda/ailelerde yetişen çocuklar, şairin yaşadığı bu hissiyatı az çok yaşamışlardır.

Bu minvâl üzerine,  çocukluğunu 90’lı yıllarda yaşayan bizler, toprağın kokusunu ciğerlerimize parasız olarak çekebilme imkânı bulduk. Tarla başlarına yapılan kuyulardan saf suyun tadını aldık. Ve en önemlisi dedelerimizden, peygamber menkıbelerini, Bayburt-Erzurum türkülerini dinleyebildik. Erzurumlu Emrah’ın ''Felek çakmağını üstüme çaktı/ Beni olunmaz derde bıraktı…'' satırlarını, Mükerrem Kemertaş’tan ’Huma Kuşu’nu, ruhumuza, dedelerimizin kara kaplı nostaljik radyolarıyla nakşettik.

Aile büyüğümüz/atamız Mehmet Ali Dede’nin anlattığı anıları, Ermeni mezaliminin bize yaşattığı en olunmaz acıları,kara kış aylarında yüreğimizde hissettik. Gözlerinden dökülen her damlanın, zemheri gecelerini buz kestiği zamanlarda, ‘Yemen Türküsü’nün satırlarını, ilk ondan dinledik. ''Hepimiz Ermeniyiz'' diyen mahlûklara inat, ''Hepimiz Yemenli, Kerküklü ve Üsküplü'' olduk.

Peki, civar köyden dağları aşarak medeniyet meşalesini köyümüze getiren,  ismi ile müsemma ‘Arslan Dayı’yı nasıl unutabilirdik!

Öğlen güneşi doruklara yükselirken tepelerden görünen Arslan Dayı’nın etrafında toplanmayan çocuk var mıydı? Ahşap ve narin sepetindeki envai oyuncaklar, çocukluğumuzun nişaneleriydi adeta. Alüminyum tencere kapaklarıyla aldığımız balonlarla, hayallerimizi uçururduk gökyüzüne. Çeyiz yapmak için alınan iğneler ise geleceği nakış nakış işlerdi genç kızların gönlüne.

Bir de Ramazan akşamları vardı gönlümüzde. İftar saatine yakın, tandır evlerinin bacalarında bilye (misket) oynarken çatlayan ellerimiz, sofra başında semaya açılırdı her zaman. Rahlenin dibine çökerken, ruhumuz huzur ile dolardı. Çayın tadı bir başka olurdu ramazanlarda…

Zaman, mekân ve insan… Her şey hızla değişti bir anda. Uzaklar yakın, hasretler soluk kaldı dünyamızda.  Bütün büyüklerimiz, ‘’gelecek nesiller’’den dem vururken, gelecek nesillere bir türlü aktaramadık güzel çocukluğumuzu.

Yahya Kemal’in bahsettiği ‘müslümanlığın çocukluk rüyası’nı bir nebze olsun gören/yaşayan en son nesil biz olduk. Sezai Karakoç’un ‘peygamberimizin günümüzde küçük sahabeleri olan çocuklar’ ardımızda saklı kaldı.

Hâsılı, şahsiyeti, daha doğrusu erdemli insan olma hüviyetini, galiba çocukluk rüyasında ve küçük sahabelerin yüreğinde unuttuk.